“Oldum olası içimde biri, tüm gücüyle hiçbir şey olmamaya çalışıyor.” (Albert Camus) Bu cümleyi okuyunca, tamamdır işte, söylemek istediğim tam da buydu dedim kendi kendime. Çünkü ben hiçbir sıfatla anılmayı, tanımlanmayı istemiyordum. Ne yazar, ne şair, ne mimar veya hukukçu, ne esnaf… Peki bana ne denirdi? Aydın denir miydi mesela? Hiç de tercih etmezdim; zira bir aydının iddialarına sahip olmadım. Entelektüel olabilir miydim, bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var ki, tüm sıfatlar insana sınırlar çiziyor, kendi içine kapatıyor sonra.
Sıfatlar değil mi insanın benlik alanını işgal eden; kendi özel destanına giden yola barikatlar kuran. Sıfatlar klişe üretiyor, her dönem her derde deva gibi takdim ediliyor. “Hadi ya! Portakalı bile ağız tadıyla yemek için mevsimini beklemek lazım” diyorum kendime gülüp… Ah o sıfatlar, aksesuar gibi yakamıza takılı şeyler. Ne de çok severmişiz onları. Hepsinin bizi öğelerimize ayırmak isteyen babayiğitler olduğunu bir görebilsek…
Oysa, bize ne lazım? Bu soruya pek çok yanıt verilebilir tabii. Ama benim aklıma ilk gelen yanıt, “yanında konuşmadan da anlaşabileceğimiz biri lazım”dır. O uzun uzun susuşların tadına vardığınızda, yanınızdaki kişi, aranan kişidir. Yani “aranan kan” bulunmuştur.
Susmanın tüm çeşitlerini öğrendim sanıyorum. Kimin yanında nasıl susulur biliyorum. Konuşmak gibi susmanın da bir adabı olmalı değil mi? İçinde boğulduğumuz gürültü kirliliği ortamında keşke susmanın heykeli yapılabilseydi.
Ama bazen de öyle çok susarız ki, tadını kaçırırız. Onu nereye koyacağımızı bilemeyiz. Koyacak yer bulamadığımızda konuşmanın vaktidir artık. Zannımca asıl olan susarak anlaşabilmektir; diğer canlılar gibi. Konuşunca mı insan oluyoruz; sonra savaşıyoruz; sonra barış; sonra yine savaş… Suskunluğa şiirsel anlamlar yüklemek istediğim düşünülmemeli; ona sadece anlamını/değerini teslim etmek istiyorum. Varlığını bana katık edebilmiş, içimde eriyip gidebilmiş, beni sevgili bir kadın gibi seyredebilmiş suskunluğa nasıl hayır diyebilirim ki.
Böylesi bir insanlık haline sahip olmuşken, anlamsız, kökeni belirsiz seslere neden yüz vermek durumunda olayım ki.
Beni ezbere bilen kişilerle zaten gözlerimizle konuşabiliyoruz. Bu durumda susmak anlaşmanın işareti, konuşmak anlaşamamanın… Kim bilir belki de insanın insanla, insanın tabiatla barışı, konuşmaktan kurtulup, susmayı hak ettiklerinde gelecek. Ama bu bir türlü gerçekleşemiyor. Çünkü insan konuşabilen bir canlı. Çoğu zaman anlaşamamak üzere konuşmuyor mu zaten. Anlaşamayınca kendini diğerinden kurtarmak istiyor. Kurtarmak istedikçe de savaşıyor.
Kuşkusuz, konuşmak insani bir nitelik, bir o kadar da dinamik, yer yer estetik de olabiliyor. İşte insanlar, susmayı da tıpkı konuşmak gibi, insani, dinamik ve estetik kıldıklarında daha da genç, güzel ve yakışıklı olacaklar. Ne dersiniz, bu bir fantezi mi?
Çoğu zaman yalnızlık ve suskunluk birbirinin içine geçmiş, birbirini besleyen şeylermiş gibi anlaşılırlar. Bu nedenle, “yalnız kalmamak için konuşmalıdır” düşüncesi yaygındır. Peki, konuşmak insanın yalnızlığını giderir mi? Hiç sanmıyorum. Hatta artırabilir bile… Mesela ben, tam da üzerime biçilmiş bir yalnızlık halindeysem, en kalabalık suskunluğumla baş başayım demektir. Bunun bozulmasını asla istemem. Bu türden susuşlarım, son kullanma tarihleri asla geçmeyecek olan susuşlarımdır.
Susarak inmez miyiz en derin yerlerimize; parklarını, bahçelerini, dikenli, çalılık yerlerini öyle gezmez miyiz içimizin. Açılan yaralarımızı el yordamıyla, üstünkörü ya da sahici bir biçimde örtmeye çalışmaz mıyız böylece?
Suskunluğum; yol arkadaşım, yatak arkadaşım, çay arkadaşım. Aslında zor iştir suskunluğu tanımak. Hatta çoğu insan onun ismini bilir de kendisini bir türlü gerçek anlamda tanıyamaz. Oysa insanın kendi kendine kavuşmasının en garanti biçimini, en gerçek sevdaların iklimini bize susmalardan başka ne sağlayabilir ki.
Tabii, susmaları yanlış irade kullanımına kurban etmemeli. Yanlış kararlar sonucu boynumuzu öne eğmek zorunda kaldığımız susuşlarımızın yüceltilecek bir yanı yoktur. Şayet hayatı yanlış hesaplamışsam, bir ömrü yanlış hesaplarla heder etmişsem, susmalar erken gelen sonbaharın zamansız dökülen yapraklarını saydırır insana. Elbette susmaların mutlak iyi bir şey olduğunu söylemiyorum; bizi bize anlatacak, dönüp içimize bakmamızı sağlayacak, ruhumuzu besleyecek susmalardan bahsediyorum.
Temel sorun şudur: susmayla ilişkimiz ona mahkûm oluşumuzdan mı, yoksa onu tercih etmiş olmamızdan mıdır? Susmaya mahkûm olmak, cehennem azabı yaşatırken insana, tercih edilmiş bir suskunluk ya da sessizlik bulunmaz nimettir.
Ah o sevgili zaman, başlangıçta gökyüzünü maviye, yeryüzünü sessizliğe bürümek için, kalplere temiz bir aşk vurmasını sağlamak için her şeyi hazırlamıştı. İnsan geldi, bu durumu bozdu. Susmaları bir kış vurgunu gibi resmetti hayata.
Şunu anlatabildim mi bilmiyorum: susmaların her kıvrımında bir nakış zarafeti aramıyorum elbette. Ama en azından şunu söylemeliyim ki, doğayı, yaşamı, tüm canlı dünyayı, sonra diğer insanları daha iyi duyabilmek ve onları anlayabilmek için önce susmalı. İnsan geldi, sessizliği bozdu demiştim; yolları, yapıları, binaları, stadyumları, salonları sese göre düzenledi; sessizlik bir ihtiyaç değilmiş gibi yapılandırıldı yaşam. Böylece tabiatta, mavinin, yeşilin, kırmızının nasıl mucizevi şeyler olduğunu unutturdu. Her tutum ses ve hız gücüyle meşrulaştırılır oldu. Hatta sesten dahi hızlı olmak “müthiş” bir şeydi.
Oysa ses kirletirdi, aldatırdı, alet ederdi insanı kötü emellere. Düşünüyorum, hayat daha az sese, daha çok sessizliğe göre yapılandırılıp düzenlense daha iyi olmaz mıydı diye.
Yazının başında sıfatlardan bahsetmiş, onların biz insanları öğelerine ayırmak istediğini vurgulamaya çalışmıştım. Susmanın karşıtı olan sesin de aynı işleve sahip olduğunu, biz insanları öğelerine ayırmakta kullanılan ilk elden sorumlular olduğunu söylemek istedim aslında. Her ikisinin de halk kültürü olarak, bireysel destanlarımızı yazmaya ket vurduğunu, klişe ürettiğini, gösteriye, egoya yol açtığını, tahakküm araçlarına dönüştüğünü söylüyorum.
Sıfatlarımız ve seslerimiz, hayatımızın anlamı; onlarsız bir hiçiz… Bu niteliğimiz bizi tüm canlılar içinde, hiyerarşi piramidinin en altına indiriyor farkında olmasak da; bu yönüyle iyi, diğer ve gerçek anlamıyla insanı trajik bir varlığa dönüştürüyor.
İşte tüm bunlardan dolayı “Oldum olası içimde biri, tüm gücüyle hiçbir şey olmamaya çalışıyor.”
- Yaşama Alışmak Lazım(mı) - 13 Temmuz 2025
- Susmalar - 20 Haziran 2025
- Bir Yeryüzü Biçimi Olarak Beden - 17 Mayıs 2025