Anayasa ve parlamento, meşrutî monarşinin kabul edildiği 1876 yılı sonlarından günümüze, yaklaşık 140 yıldır, varlığını bir şekilde sürdüren temel siyasî kurumlarından birkaçı. Anayasa ve parlamento kurumlarına, çok kısa bir süre sonra onlara eşlik etmeye başlayacak siyasî parti kurumunu da eklemek yanlış olmaz.
23 Aralık 1876 (7 Zilhicce 1293) tarihinde kabul edilen ilk anayasa, Kanun-i Esasî adını taşıyordu. Kanun-i Esasî, kanunların esası, temeli; günümüz Türkçesiyle söylemek gerekirse yasaların anası, ana yasa anlamındaydı. Anayasa, Server Paşa başkanlığında çalışmalarını yürüten asker, sivil bürokrat ve ulemadan müteşekkil 28 kişilik bir encümen, Cemiyet-i Mahsusa Encümeni tarafından son şekline kavuşturulur: Encümen, bu süreçte, Sadrazam Mithat Paşa (ve danışmanı, yardımcısı, Krikor Odyan Efendi[1]) ve Sait Paşa’nın hazırladıkları taslaklar yanında, neredeyse dönemin tüm anayasalarından yararlanır.[2] (Ortaylı, 1987:215) Encümen tarafından şekillendirilen nihai metin, Sadrazam Mithat Paşa başkanlığındaki Heyet-i Vükelâ’nın da tasvibi ardından, Padişah tarafından kabul ve ilân edilerek yürürlüğe girer.
Hâkim görüş, 1876 Anayasası’nın hazırlanması sürecinde Fransız Anayasası ile birlikte Avrupa’nın ilk yazılı anayasalarından biri olan 1791 Polonya Anayasası’ndan (ki, 1924 Anayasası’nın yazımı sırasında da bu anayasadan yararlanılacaktır. Demirci’nin (2017:1-11) çalışması bu etkinin ayrıntıları ile ilgilidir.) 1829’daki ayaklanmaların ardından, 1830’da kurulan genç Belçika Krallığı’nın bir yıl sonra kabul edilen anayasasından ve 1850 tarihli Prusya Anayasası’ndan da yararlanıldığı yönündeyse de, Ortaylı (1987:215), 1876 üzerindeki etkilerin bu anayasalara sınırlandırılamayacağını belirtir. Ona göre “Yaygın olarak tekrarlanan bir yanlış da; 1876 anayasasının Belçika anayasasından uyarlanarak kaleme alındığıdır. Oysa komisyon hemen hemen o zamanın mevcut bütün anayasalarını gözden geçirmiştir. Hattâ Sait Paşa Fransız cumhuriyet anayasasını çevirmiş ve cumhurbaşkanı yerine padişahın unvanını koymuştu. Ortaya çıkan taslak bu nedenle bize özgü bir metindi. Sadece bir karma metin olması nedeniyle değil, hiçbir yerde görülmeyen hükümleri vardı; mesela Padişaha, kamu selameti için sürgün yetkisi veren ve temel özgürlükler ve yargı güvencesiyle bağdaşmayan 113. madde gibi.” Tanör (2014:80) de 1876 Anayasası’nın, 1830 ve 1848 devrimlerinin ardından Batı’da ortaya çıkan tüm ikinci dalga anayasacılık hareketinden etkilendiğini belirtmektedir. Tanör, tümü ikinci dalga anayasacılık hareketleri içerisinde değerlendirilen, Romanya, Sırbistan ve Yunanistan’daki anayasal hareketleri de Kanun-i Esasî’nin etkilendiği gelişmeler arasında sayar.
İlk Osmanlı Anayasası, oldukça karmaşık bir siyasî iklimde yürürlüğe girmişti. Batılı devletler, 31 Ocak 1876’da Andrassy Notası olarak anılan tarihi belgeyle reform taleplerini yinelemiş; 7 Eylül 1876’deki cülusunun ardından II. Abdülhamit, 19 Aralık’ta Mithat Paşa’yı sadrazamlığa getirmiş; dört gün sonra da (23 Aralık 1876) Anayasanın kabul edildiğine dair bir ferman ilân edilmişti. Anayasanın kabul edildiği saatlerde, İstanbul’da Tersane Konferansı da toplantı halindeydi. İstanbul Haliç Tersaneleri’nde başladığı için bu isimle anılan konferans, Osmanlı Balkanlarındaki siyasî ve etnik problemlere çözüm bulma iddiasındaydı. Anayasanın kabulü ile Osmanlı İmparatorluğu’nun bir anayasal monarşi haline getirilişi, biraz da, Balkanlarda yaşanmakta olan bu siyasî çalkantıya bir yanıt olarak düşünülüyordu. Anayasanın ilânı ittihad-ı anâsırı; ayrılma isteği taşıyan Osmanlı gayri Müslim unsurlarının (anâsırının) birliğini (ittihadını) tesis ederek devletin bekasını garanti altına alacak bir sihirli değnek olarak da görülüyordu. Üstelik Balkanlardaki ateşin düşürülmesi, Batılı devletlerin bölgeyle ilgili talep ve beklentilerini de kısmen karşılamaya yetebilecekti. Oysa Meşrutiyet’in ilânı, Tersane Konferansı’nda katılan ülkelerin Balkanlar ile ilgili kararlarını çok da etkilemeyeceği gibi; Osmanlı’nın bu konferansta alınan kararlar neticesinde doğan fiili durumu kabul etmeye yanaşmamasıyla da tetiklenen 93 Harbi (1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı) de 1876 Anayasası’nın kaderini belirleyecekti.[3] Nitekim 93 Harbi, 1876 Anayasası’nın da, onun va’zettiği çoğu siyasal kurumun da (anayasa, parlamento, seçimler vb.) uzun yıllar boyu sadece kâğıt üzerinde kalmasının müsebbibi olacaktır. Tüm bu siyasal gelişmelerin, anayasa düşüncesine dahi soğuk Sultan Abdülhamit’in elini kolaylaştırdığını, hareket alanını genişlettiğini, otoriter bir yönetime zemin hazırladığını da ilave etmek gerekiyor. Nitekim daha Meclis-i Mebusan ilk toplantısını yapmadan, 5 Şubat 1877’de Mithat Paşa görevinden alınarak sürgüne gönderecektir. 20 Mart 1877’de çalışmalarına başlayan Meclis, bu tarihten itibaren yaptığı 56 içtimanın ardından, 28 Haziran 1877’de seçimler için tatil edilir. Aynı yıl ikinci seçimler yapılır. Seçimlerin ardından 13 Aralık 1877’de Meclis-i Umumî tekrar toplanır ve 29 toplantı yaptıktan sonra 14 Şubat 1878’de Abdülhamit tarafından -bu kez süresiz olarak- “tatil” edilir. Ve bir daha uzun yıllar toplantıya çağrılmaz. Ta ki, 1908’de kadar (Gözler, 2007:23).
1876 Kanun-i Esasî’sinde birçok hak ve özgürlük münhasıran tanımlanmıştı. Anayasa, Osmanlı tâbiiyetini düzenleyen vatandaşlık hakkı (madde 8), kişi hürriyeti (madde 9), ibadet hürriyeti (madde 11), basın hürriyeti (madde 12), şirket kurma (madde 13), dilekçe (madde 14), öğretim (madde 15, 16), kanun karşısında eşitlik (madde 17) gibi hak ve özgürlükler yanında devlet memurluğuna girme (madde 19), malî güce göre vergi (madde 20), konut dokunulmazlığı (madde 22) kanunî hâkim güvencesi (madde 23) müsadere, angarya yasağı (madde 24) vergilerin kanunîliği (madde 25), işkence yasağı (madde 26) ve seçme ve seçilme (madde 65-69) ile ilgili hak ve özgürlükler de Anayasada tanımlanmıştı (Gözler,2007:20) 1876 Anayasası’nın hak ve özgürlükleri düzenleyen maddeleri arasında, siyasî parti örgütleriyle ilgili düzenlemeler bir yana, genel anlamda bireylerin ifade ve örgütlenme özgürlüklerinin sınırları da çizilmiş değildi.
Siyasî partiler şeklinde örgütlenme düşüncesi ve pratiği Birinci Meşrutiyet’in siyasal iklimine yabancı bir kavram ve pratiktir. Ne münhasıran yasaklanmış, ne de tanımlanarak sınırları çizilmiştir; ne de bu dönemde siyasi parti adı taşıyan örgütler kurulmuştur. Bunun birkaç nedeninden bahsedebiliriz. İlki, yukarıda ifade edilmeye çalışıldığı gibi, bu dönemde siyasî parti ya da örgütlenme özgürlüğü kavramının (ana)yasal statüsünün olmamasıdır. Birinci Meşrutiyet’in fiili ömrünün birkaç seneyle sınırlı olduğunu da nedenler arasına not etmek gerekiyor. İkincisinin ilân edileceği 1908 yılı ortalarına kadar döneme (ve siyasî örgütlenme pratiklerine) rengini veren “meşrutiyet” değil “istibdat” olacaktır. Özetle, Abdülhamit’in baskıcı yönetimi ile şekillenen 1876-1908 arasında, pratiğe geçirilemeyen bir “meşrutiyet” vardır; ilginci, pratiğe geçirilebilmiş olsaydı da meşrutiyetin anayasası, örgütlenme özgürlüğü ve siyasî parti örgütlerini tanımlamıyordu.
Yukarıda özetlenenler, iki meşrutiyet arası dönemde siyasî örgütlerin mevcut olmadığı anlamına gelmemelidir. Aksine, özellikle 20. yüzyılın ilk yıllarından itibaren siyasî örgütlerin sayısında olağanüstü bir artış görülür. Bu örgütlerle ilgili detaylı sayılabilecek bilgilere, Tarık Zafer Tunaya’nın Türkiye’de Siyasî Partiler isimli çalışmasından ulaşmak mümkündür. Hattâ o kadar ki, bu dönemin ancak 1960 sonrası Türkiye’si ile kıyaslanabileceğini söylemek dahi yanlış olmayacaktır.
Bu noktada, 1876-1908 arası politik yapısını şekillendiren, birbiriyle çelişkili iki gelişmeden bahsedebiliriz. Bu çelişkinin bir ucunda, baskıcı yönü oldukça belirgin, böyle bir ortamda ortamında kuvveden fiile geçemeyen bir meşrutî yönetim durur. Dahası, siyasî parti ve örgütlenme özgürlüğü gibi kavramlar da bu meşrutî yönetimin anayasasında yer almamaktadırlar. Çubuğun diğer ucunda ise, 1908’e yaklaştıkça sayısı ve etkililiği artan siyasî teşekküller, canlı bir politik muhâlefet yer almaktadır. Dönemin siyasî ikliminin, çubuğun iki ucu arasındaki bu gerilimle; yani, fiilen var olup hukuken tanımlı olmayan siyasî örgütlerle, hukuken var olup fiilen işlevsiz meşrutiyet yönetimi arasındaki gerilimle şekillendiğini söyleyebiliriz. Bu açıdan Abdülhamit döneminde kurulan siyasî teşekkülleri modern anlamda siyasî partiler olarak tanımlamak yerine siyasetle alakalı teşekküller, siyasî cemiyetler olarak adlandırmak daha doğru olacaktır.
[1] Kirkor Odyan Efendi, Babı-ı Âli’nin de izniyle 1863’te kabul edilen Azkayin Sahmanatrutyun Hayots’u kaleme alan ekibin içerisinde görev yapmıştı. Kirkor Odyan Efendi’nin de yazılmasında katkıları olan Azkayin Sahmanatrutyun Hayots, Ermeni Milleti Anayasası anlamına gelse de hukukî olarak bir anayasa hükmünde değildi elbette. Zaten aynı metin Düsturda idare-i nizamat-ı müteferrikat başlıklı bölüm altında Ermeni Patrikliği Nizamatı başlığıyla yer alırken, aynı yıl Osmanlıca ve Ermenice basılan broşürde ise Nizamname-i Millet-i Ermeniyan başlığını taşıyordu.
[2]. 1876 Anayasası’nın yazımı sürecinde yararlanılan anayasal metinlerle ilgili diğer değerlendirmeler için ayrıca Bkz. (Ünal, 1976:1-30), (Gözler, 2000), (Erdoğan, 2004) ve (İba, 2006).
[3] Meşrutiyet’inin ilân edildiği gün toplanan Tersane Konferansı’nın Osmanlı siyasal yaşamındaki etkileri ile ilgili olarak ayrıca Bkz.: (Aydın, 2005 6-7): “Konferansın gündem maddeleri görüşülürken “dışarıdan dehşetli bir surette atılmaya başlayan top sesleri” bütün imparatorluk için reform öngören bir anayasayı ilân etmekteydi. Top seslerinin duyulmaya başlaması üzerine Türk Dışişleri Bakanı söz alarak delegelere, padişahın halkın meşru isteklerine göre uygulanmasını gerekli gördüğü yeni idare yönteminden ve meşrutiyet idaresinin getirdiği özgürlüklerden bahisle, “bu inkılâp karşısında toplantının zait kaldığını” açıkladı. Fakat, Kanun-ı Esasî’nin ilân edilmesi delegeler üzerinde olumlu hiçbir sonuç doğurmadı. Konferans sekreteri olarak görev yapan Fransız Elçiliği’ndeki Dö Moüy, anılarında anayasanın ilânı karşısında yabancı diplomatların reaksiyonunu şu şekilde ortaya koymaktaydı: “Birkaç dakikalık derin bir sessizlikten sonra delegeler olayı önemsemediler ve toplantıdaki meşguliyetlerine devam ettiler.” Türk anayasası konferansta olduğu gibi Avrupa kamuoyunda da ilgi görmedi. Anayasaya karşı verilen tepki batı basınında ve kamuoyunda farklı olmakla beraber, genellikle düşmanca nitelikte idi. Fransa basınında Türk Anayasası “garip bir yaratık, ölü doğmuş” diye adlandırılırken, Rusya’da “şaşırtma, hile ve saçmalık” olarak ifade edildi. Fransa ve Rusya’nın aksine, Almanya’da Anayasaya karşı genelde olumlu bir hava mevcut idi.”