Kırılganlık ve Alınganlık

Bu iki kavramın  ya da duygunun iç içe olduğunu düşünüyorum ve ekliyorum: Kırılgan insan aynı zaman da alıngandır. Bu iki duygunun iç içe geçişi, ortak  kaynaktan beslendiklerini gösterir aynı zamanda.

Peki, nedir bu ortak kaynak?

Kanımca, kırılgan ve alınganlığın kaynağında yetersizlik duygusu yatmaktadır.

“Yetersizlik”  duygusu, bir insanın kendisine yeterince güvenememesi ve kendini yeterince tanıyamaması ya da kendisiyle barışamama halidir.

Bir insan, neyi ne kadar başaracağını biliyorsa, başaramadıklarıyla karşılaşınca,  “yetersizlik”  duygusu,  kişinin ruhsal yapısı üzerinde yaralayıcı, yıkıcı bir etkiye dönüşmez çünkü buradaki yetersizlik, süreçlerle  ve ilgilerle ilgili bir  durumdur.

Örneğin ben, dört işlem problemlerinde  değil, fonksiyonlar konusunda çok daha yeterliğim; fizikte elektrik ve manyetik değil dinamik ve  atışlar konusunda daha ilgiliyim, dolayısıyla daha başarılıyım. Bunu bildiğim için  buradaki yetersizliğimi “başarısızlık” olarak değil de dört işlem problemlerine ve  düşünme sistemime çok yatkın olmayan diğer konulara ilgi duymamaktan kaynaklı olduğuna yorumlarım , dolayısıyla da o konuda kimseyle ne yarışırım ne de kimseyle kıyaslarım kendimi.

Öte yandan, yetersizlik duygusu bir yandan bilgiyle, bir yandan bildiğini ifade edememekle,  bir yandan da kavrayışla ilgilidir. Yetersizlik duygusu, bir konu, bir olgu, olay hakkında kavramsal düzeyde bilgisi olmadığı halde, bilgisi varmış gibi davrandığında kırılganlığa ve alınganlığa dönüşür. Çünkü yeterli ve doğru bilgiye hem sahip değildir kişi, hem de doğruya ulaşmak için yeterli çabası bulunmamaktadır. Bu anlamıyla yetersizliğin kendisi psikolojik bir sorun olmadığı halde, kişinin kompleksli ve zorlanımlı hali, yetersizliği psikolojik bir sorun haline getirir.

Diğer yandan, yetersizlik duygusunun anlamayla da organik bir bağının olduğunu düşünüyorum. Şöyle ki: Bir disiplin(felsefi, edebi, siyasi, sosyal, sanatsal, vb.) kılavuzluğunda  düşünme sistemi  yeterli olmayan kişilerde, “anlama” dediğimiz zihinsel/belleksel süreç, yorumlama olgunluğuna kolay kolay ulaşamaz ve kişi duyduğu, okuduğu bazı temel doğruları birer şablon olarak alıp ezberler. Hele tartışılan tarihsel ,sosyal, siyasal bir olaysa, neden –sonuç ilişkisi kurma yerine,  duyduğu ya da sezinlediği kadarıyla yorumlama yapar ve bunun yeterliliğine inanır. Bu durumda yapılan tartışma nesnel/bilimsel bir analize izin vermez ve kişi sürekli savunma pozisyonunu seçer. Artık bundan sonrası fikirsel tartışmaktan çıkıp fikirsel çatışmaya, öğrenmekten ya da öğretmekten çıkıp niyet okumalara,  kişilikler üzerine saldırıya dönüşür. Artık ortada  sağlıklı bir iletişim kalmaz , iletişim kopukluğu hat safhaya varır.

Yanlış anlaşılmamak için şunun altını çizmek istiyorum: Bir olay, bir konu hakkında yeterli bilgi birikimi olmayan insanlar fikirlerini söyleyemezler mi? Tabii ki söyler/söylemelidir de. Zaten, fikrimizi söylemeden daha doğru fikirlere nasıl ulaşabiliriz ki? Bütün mesele fikrimizi ortaya koyarken kullandığımız dilin ve yaklaşım biçiminin mutlaklaştırmalardan, yargılamalardan uzak olmasıdır.

“Yanlış düşünüyorsun” demekle “farklı düşünüyorsun” demek,  bir birinden çok farklı iki ifade biçimidir. Birincisi çatışmanın , ikincisi ise demokratik tartışmanın dilidir. Birincisi ayrıştırır,  tartışmayı yıkıcı bir polemiğe dönüştürür; ikincisi ise yaklaştırır, uzlaştırır, ortaklaştırır, tartışmanın derinleşmesine katkı koyar. Anlatmak istediğim budur.

Devam edelim.

Kırılgan ve alıngan insanların çokluğu, kırılgan bir toplumun dışavurumudur. Kırılgan bir toplum demokrasi kültüründen , demokratik  düşünce biçiminden yoksunluğun ürünüdür. Bu yüzden alınganlık ve kırılganlığı kişiselleştirmek hatalıdır; kırılganlık bir neden olmayıp bir sonuçtur. İnsan-toplum ilişkisinin, insan-insan ilişkisine  dönüşmüş halidir. Devlet vatandaşı anlamak yerine, vatandaşın devleti anlamasını bekliyor; yöneten, yönettiği kitleleri anlamak yerine, kitlelerin yönetenleri anlamasın bekliyor; sömüren sınıf, sömürdüğü sınıfı anlamak yerine sömürülenlerin sömüreni anlamasını; öğretmen öğrencisini anlama yerine , öğrencisi tarafından anlaşılmayı; anne baba çocuklarını anlamak yerine , çocukları tarafından anlaşılmayı bekliyor, dolayısıyla herkes karşısındakini anlamak yerine kendisinin doğru anlaşılmasını bekliyor. Bunun sonucunda özeleştiri  devre dışı kalıyor  ve onaylanmak, toplumun temel beklentisine dönüşüyor. Onaylanmayınca da kırılıyor, inciniyor ama kırılmasına incinmesine neden olan söylem ve davranışı reddetme yerine aynı söylem ve davranışla karşılık veriyor, dolayısıyla karılma-kırma, darılma, alınma döngüsü kuşaktan kuşağa sürüp gidiyor.

Sonuç olarak:

i)Yetersizlik, alınganlığı ve kırılganlığı besliyor; alınganlık ve kırılganlık da yetersizliğin çapını ve derinliğini artırıyor.

ii)Sağlıklı bilgiden yoksun fikir tartışmaları ve doğru-yanlış arasına sıkıştırılmış tartışma yöntemleri, kişilerin ne söylediklerini anlamak yerine, söyleneni çürütme eğilimleri demokratik bir kültürün oluşmasına en büyük engel oluşturuyor.