Yalan düşecek…

Sarıldığımız fay hatlarıyla her gün bir yerlerimiz kırılıyor, depremlerde ölüyor, sellerde boğuluyoruz. Kader diye diye Tanrı’yı da kızdırdılar, gözden çıkardı ülkeyi! Yaşamak zorunda bırakıldığımız konutlar toz duman. Rantın karanlığında acı tanımlayamıyor kendini. Özgürlüklerin, demokratik hakların olmadığı bir yerde kolay kolay sağlam yapı kurulamıyor. Ahlak silindi haritadan. Vakitsiz, uykusuz gidenlere zerrece utanmayan bir pişkinlik, bin yüzsüzlük. Çoktan unutuldu kediler, köpekler. Birkaç saat öncesinin mutlu bebekleri, annelerinin memelerinde yitik. Keşke yeni hikayeler çıkmasaydı buradan, yarım kalan anıların şiirleri yazılmasaydı, yeni cümleler kurulmasaydı! Olmasaydı!

Bugüne kadar türban duyarlılığımızı depreme ayırsaydık; on binlerce insanımızı, hayvanımızı, düşlerimizi çürük yapılar mezarlığına gömer miydik? Sadece bunu yapsaydık! Kendi ihtiyaçlarını önceleyen kirli paranın çıkar sevdasına verdik kolumuzu, bacağımızı. Neyimiz varsa hepsini. Kör oldu gözlerimiz. Günlerce kurtarılmayı bekleyen umutlarımız göçüklerden çıkamıyor. Milyonlarca anılar…

Yer kabuğu devingen, deprem jeolojik bir gerçek. İnsanı, hayvanı, bitkisiyle en büyük yaşam evimizi (dünyayı) her gün daha çok kirletenler, bilim ve teknolojinin önerdiği çözüm ve önlemlerden uzaklaştıkça acılarımız katlanıyor. Doğa yanlışı, açgözlü betonlaşmayı affetmiyor. Korkunç tahribatın çarkları içine sıkışıp kaldık. Şehirler devrildi üzerimize. Coğrafya bozuldu, kültürler yok oldu, ekosistem yıkıldı. Halkın dayanışma duygularının birleştirici gücü bir yanda, en basit barınaklar kuramayan yetersizliğin mimarları öte yanda. İnsanı yaşatma görevi unutulup doğa olaylarının sosyal felakete dönüşü seyrediliyor. Yetersiz iş makinaları zamanında gelmiyor. Kesici bir makas bile bulunamıyor. Çadırlar parayla satılırken, karavan ve konteyner beklentileri boşa düşüyor. Dayanışan iyiliğin önünde yığınla engel… Hasta sosyolojide distopya karakterleri olduk.

Çürük yapılar bilinirken, deprem tatbikatları yapılmıştı bu ülkede. Çok geçmedi üstünden. Şimdi; göçüklerde kaybolan “yardım edin” çığlıkları, kefensiz, kimliksiz yolculuklar. “Bir yudum su”, “bir parça ekmek”, “çadır istiyoruz” sesleri. Yıkıntılar çöplüğünde yitip gidiyor her şey. Ağır yaralı konutlar kanamaya devam ediyor. Flama olan çocuk bezleri, toza bulanmış oyuncaklar… Enkazlarda kaybolan çocuğunun bir parça eşyasını bulmak için çırpınan ana babalar…

Tek elde toplanan otorite tehdit ve yasaklarla suçlarını gizleyemiyor. Hazırlıksızlık çaresizliğe dönüşüyor. Nazım Hikmet’in sesi yankılanıyor kulaklarda; “Tavşan koktuğu için kaçmaz, kaçtığı için korkar.” Büyüyen öfkeyle her gün daha çok gidiliyor korkunun üstüne, kaçılmıyor. Çocukların kalbine temiz girmek isteyenler; deneyimlerden öğrenmeyen, bilimi hiçe sayan siyaseti sorguya alıyor.

Yalan düşecek.

Muzaffer YEGÜL
Latest posts by Muzaffer YEGÜL (see all)