3. Dünya savaşı mümkün ve yakın bir tehlikedir

Dünya savaşlarının kendine özgü öne çıkan ayırıcı dinamikleri genel ekonomik kiriz, pazar sorununun barışçı yöntemlerle çözme olasılığının zayıflaması ve emperyalist hegemonya krizinin varlığıdır. Bu genel kiriz içinde teknolojik yenilenmeyi başarabilenler, üretim kapasitesini arttırabilenler, artan üretim fazlası için dış pazarları ele geçirmek açısından daha avantajlı duruma geçiyor. Bu durum yükselen güçlerle, eskinin büyük ama şimdinin gerileyen güçleri arasındaki ekonomik, siyasi ve askeri mücadeleyi derinleştiriyor. Lenin’in devrimci durum ile ilgili tanımından esinlenerek söyleyecek olursak, eğer mevcut hegemonik güç eskisi gibi yönetemiyor, alternatif hegemonlar da artık eski hiyerarşi altında yaşamak istemediklerini ve dahası hegemonya tahtında gözlerini olduğunu eylemleriyle açık biçimde ortaya koyuyorlarsa, işte bu koşullarda yeni bir dünya savaşının eşiğindeyiz demektir. Zira bu çelişki tarihin hiçbir döneminde barışçıl biçimde çözülmemiştir. Bu çalışma boyunca değişik kereler vurguladığımız gibi bu çelişkinin çözümünün ebesi 30 yıl savaşları, 7 yıl savaşları ile Birinci ve İkinci Dünya Savaşı gibi büyük savaşlar olmuştur. Bugün karşı karşıya kaldığımız tabloyla, iki emperyalist savaşı önceleyen tablo “acaba yeni bir dünya savaşı kapıda mı?” sorusunun yaygınlaşmasına yol açacak denli birbirine benzemektedir. Teknolojik gelişme, finansallaşma, uluslararası gerilimlerin artması, faşizmin yükselişi, askeri harcamaların artması, sorunların çözümünde diplomasi yerine çatışma ve savaş politikaların ağırlık kazanması ve hegemonya krizi…

“Yeni Bir Dünya Savaşı Olmaz” Tezleri Üzerine

Bu tartışma gerekçeleri değişse de hep gündemde kalmayı başarmaktadır. Savaşların “modasının geçtiği” iddiası gerçekten de “modası hiç geçmeyen” bir iddia olarak hep gündemimizi meşgul etmektedir. Bu durumun kendisi bile söz konusu tartışmanın nesnel verilerden ziyade öznel tutumlardan kaynaklı bir tartışma olduğuna ilişkin bir veridir. Bu tartışmalar yalnızca liberal çevrelerde Marksist akademisyen ve siyasetçiler arasında da karşılık bulmuş ve ciddi tartışma ve ayrışmalara vesile olmuştur. Örneğin Kautsky ile Lenin, Bukharin, Lüksemburg gibi Marksistler arasında daha birinci emperyalist savaş döneminde buna benzer bir tartışma yaşanmıştı. Kautsky hem de birinci savaşın öngünlerinde, 14 Ağustos 1914’de yazdığı bir makalede “… silahlanma yarışına devam edilmesi için, silahlanmadan sağlanan bazı kazançları göz ardı edersek kapitalist sınıfın bakış açısından bile ekonomik gerekçe yok. Aksine, kapitalist sistem tam da bu tür çelişkiler yüzünden ciddi bir tehdit altındadır. Uzun erimli çıkarlarını görebilen her kapitalist şimdi diğer kapitalistlere şu çağrıyı yapmalıdır: Tüm dünya kapitalistleri, birleşin!’  diyordu. Kautsky ekonomik sürecin kapitalistleri enternasyonal bir birliğe doğru iteceğini ve bunun da özelde dünya savaşlarının sonlanması genelde ise savaşların ciddi biçimde azalması anlamına geleceğini iddia ediyordu.  Son dönemlerde Bill Warren, neo Kautskist bir yaklaşımla benzer bir tezi öne sürmüştür. Bill Warren, bu sonuca ikinci dünya savaşından beri üçüncü dünyada yaşananın, bağımlılık teorisini savunanların iddia ettiği gibi “azgelişmişliğin gelişmesi” değil; “kapitalist sosyal ilişkiler ve üretim güçleri açısından büyük bir ilerleme” kaydetmesi olduğu temel tezinden hareketle varmaktadır. Warren’a göre emperyalizm, dünyanın bir kaç gelişmiş kapitalist ülke tarafından hâkimiyet altına alınması ve sömürülmesi demektir. Oysa üçüncü dünyadaki gelişmeler artık bu tablonun değiştiğini ve emperyalizmin sona ermekte olduğunu ortaya koymaktadır. Üçüncü dünyada bile kapitalist gelişme anlamında ciddi bir sıçrama yaşanması nedeniyle karşılıklı ekonomik bağımlılık evrensel bir karakter kazanmıştır. Bu koşullarda üçüncü dünyayı emperyalist dünyaya bağlayan (ya da kontrolü sağlayan) şeyler geçtikçe azalmaktadır.  Karşılıklı bağımlılığın artması aynı zamanda emperyalizme özgü savaş ve çatışmaları da minimize edecektir.  Warren’ın emperyalizmi algılayış biçimi de, azgelişmişlik ve gelişmişlik ilişkisini kavrayış biçimi de en az Bağımlılık Okulu kuramcılarınınki kadar sorunlu gözükmektedir.

Marksist çevrelerin dışında bu tartışma verili U.İ disiplini içinde de farklı boyutta ve çok daha naif biçimde, realistler, liberaller, kozmopolit demokrasi ekolü ve demokratik barış teorileri tarafından yürütülmüştür. Kısaca bu tartışmaya realistler ile neo Kantçı ekoller arasında bir tartışma da diyebiliriz. Realistler dışında kalanlar iki temel gerekçeye dayalı olarak ve Kant’tan esinlenerek “evrensel barışa” ulaşılmasını mümkün görüyorlardı. Birisi, serbest piyasa düzeni aracılığıyla ekonomilerin iç içe girmesi ve diğeri de devletleri bir araya getirecek uluslararası örgütlenmelerin inşa edilmesi… Serbest piyasa ekonomik entegrasyonu sağlayarak bu alandaki ortak çıkarların çatışan çıkarlara göre daha öne çıkmasını sağlayacak; uluslararası kuruluşlar ise devletlerin birbiriyle diyaloga girip birbirlerini daha iyi tanınması ve güven duymasını sağlayacaktı. Zira savaşların en önemli nedenlerinden birisi de devletlerin birbirinden duyduğu ve pek çoğu da temelsiz olan şüpheler ve buradan kaynaklanan güvensizliklerdi. Realist teori ise temel olarak dünya barışının hiçbir zaman tam olarak sağlanamayacağını devletler arasındaki ekonomik ve askeri güç mücadelesinin uluslararası ilişkilerin doğasını oluşturduğunu iddia etmekteydiler. Ve fakat bu yaklaşımla tutarlı olarak barışın bir ölçüde sağlanmasının da ancak en güçlü devletin uluslararası sistemde güçlü bir kontrol kurabilmesiyle olanaklı olduğunu söylüyorlardı. Bu duruma da “hegemonik istikrar” adını veriyorlardı. Bugüne kadar yaşananlar tam değilse de büyük ölçüde realistleri doğrular mahiyettedir. Yeni Kantçılar ise şu sıralar serbest piyasanın tam egemen olamamasının mı? yoksa uluslararası örgütlerin eşit ve demokratik temsile dayanmamasının mı? kendi düşüncelerinin hayata geçmemesinde temel etken olduğunu tartışmakla meşguller.

Yeni iddialar…

Geçtiğimiz 50 yıllık süreçte hâkim olan iki sistemli dünya  -ve güçlü ABD hegemonyası -dönemine bakarak pek çok kişi dünya savaşları döneminin artık kapandığına dair farklı gerekçelerle benzer hükümlerde bulundular. Başka bazıları ise dünya savaşlarının sonlanmadığı aksine biçim değiştirerek süreğenleştiği düşüncesindeydiler. Bu yoruma göre,  dünya savaşları artık vekâlet savaşları biçiminde gerçekleşmekteydi. Bu nedenle de eski türden dünya savaşları artık olmayacaktı(1). Bütün bu değişik versiyonlar aslında aynı kapıya çıkıyordu. Zira dünya savaşının diğer savaşlardan kategorik farkı, büyük emperyalist güçlerin dolaylı taraf olmakla kalmayıp doğrudan karşı karşıya geldikleri bir savaş biçimi olmasıdır. Bu anlamda vekâlet savaşları emperyalistlerin bir biçimde dahli olduğu savaşlardır ama bir dünya savaşı olarak tanımlanamazlar. Bu yaklaşımlar hem emperyalistler arası çelişkilerin uzlaştırılabilir ya da dizginlenebilir olduğuna dair açık-gizli kanaatlere dayanmaktadırlar hem de çok erken hükümlerdir. Enikonu tüm bu yaklaşımların ortak özelliği, doğrudan ya da dolaylı biçimde bizlere bundan sonra yeni bir dünya savaşı olmayacağı müjdesini vererek, bilincimize tatlı bir rehavet şırıngalamalarıdır(2).

Öncelikle bu yaklaşımların unuttuğu şey  hegemonik ara dönemlerin aynı zamanda “barış dönemleri” olmasıdır. Britanya hegemonyası döneminin aynı zamanda Britanya Barışı, Amerikan hegemonyası dönemi ayrı zamanda Amerikan barışı olarak anılması boşuna değildir. Ama nasıl bir barış? Büyük güçler arasında doğrudan savaşın önlenmesi anlamında bir barış… Bu çalışmamızın ilk bölümünde hegemonik gücün varlık sebebi ve misyonunu anlatırken bu durumu şu şekilde tanımlamıştık: “Hegemonik güç, aynı zamanda dünya sistemin ürettiği savaşları nispeten kontrollü hale getiren, gerektiğinde sistemin tek tek unsurları arasında sistemi zora sokacak ‘serseri savaşları“ dizginleyen ve fakat genel olarak kapitalist sistemin, özel olarak da emperyalist hegemonik işleyişin yeniden üretimine hizmet eden savaşları organize eden bir “dünya jandarması” ve “emperyalist barış gücü”dür. Tüm savaşların değilse de büyük güçler arasındaki savaşların dizginlendiği bir dönemdir söz konusu olan..”

Amerikan hegemonyası dönemi bu açıdan çok daha etkiliydi. Bu güçlü hegemonik etkinin iki önemli nedeni vardı. Birincisi, iki dünya savaşı, yalnızca  kaybedenleri açısından değil kazananları açısından da çok ciddi kayıplarla sona ererken, bu süreçten bir tek ABD minimum kayıp ve maksimum kazançla çıkmıştı. Ayrıca ABD, olası güçlü rakipleri olan Almanya ve Japonya’yı, 2. emperyalist savaşın sonunda silahsızlandırmıştı. İkincisi ise, Avrupa’nın burnunun dibine kadar gelmiş sosyalizm tehdidiydi. ABD’nin ekonomik ve askeri desteği diğer büyük güçler açısından yaşamsal bir önem taşıyordu. Bu ikisi diğer emperyalist güçlerin ABD hilafına davranışta bulunma marjını neredeyse sıfırlamıştı. Dahası iki sistemli dünyada, ABD ve SSCB arasında birbirinin alanına doğrudan müdahalede bulunmamak konusunda zımni bir anlaşma vardı. İki blokta yer alan tekil devletler ise bu iki ana güçten özerk hareket edebilecek durumda değillerdi. Bu koşullar altında çıkar çatışmaları, iki süper gücün açıkça karşı karşıya gelmekten imtina ettiği yaygın ama yerel savaşlar biçiminde tezahür ediyordu. Yani vekâlet savaşları biçiminde. Vekâlet savaşlarının yaygınlığının nedeni artık emperyalist dünya savaşları olasılığının ortadan kalkması değil bu özgün denge durumuydu. Ayrıca vekâlet savaşları hegemon güçlerin bir hegomonik aparatıdır ama hegemonyanın kaybedilmesi ya da elde edilmesini sağlayacak aparatlar değildir. Zira hegemonik kiriz dönemleri asil ve vekil ilişkisindeki zemini de kayganlaştır ve bu alandaki merkez kaç eğilimleri de kuvvetlendirir. Asli kuvvetler işe dâhil olmadan ve galebe çalmadan yalnızca ya da temelde vekillere dayanarak hegemonya krizinin çözülmesi ve yeni hegemonik gücün tahtına oturması olanaklı değildir.

Bu yaklaşımların bir diğer sorunlu yanı ise hegemonik dönemleri kural hegemonik kriz dönemlerini ise istisnai görmeleridir. Dolayısıyla eğer hegemonik dönemler kural çelişkilerin öne çıktığı süreçler istisnai ve geçici bir ahraz durumu ise; bu koşullarda kapitalist dünya sisteminde emperyalistler arası çelişkilerin yumuşatılması ve bastırılması, yani genel bir savaşa ihtiyaç duyulmadan çözülmesi de kural demektir. Oysa tarih bize iki hegemonik dönemin arasında çelişkilerin serbest kaldığı, dolayısıyla çatışma ve savaşların egemen olduğu çok daha uzun dönemlerin yer aldığını göstermektedir. Dolayısıyla kapitalist dünya sisteminde kural olan çelişkilerin baskılandığı hegemonik dönemler değil çelişkilerin serbest kaldığı ve uluslararası ilişkilerde kuralsızlık ve çatışmaların egemen olduğu sert rekabet dönemleridir. Ve bu dönemleri belirleyen de emperyalist barış ve istikrar değil, istikrarsızlık, çatışma ve savaşlardır.

Yeni bir dünya savaşı olmayacağına dair bir başka önemli tez de bu savaşın kazananı olmayan bir nükleer bir savaş olacağı, dolayısıyla taraflardan hiç birinin kendi yok oluşuna da neden olabilecek olan böyle bir savaşı göze alamayacağıdır. Bu tez mantıksal açıdan güçlü gözükmektedir İki sistemli dünyayı belirleyen “soğuk barış”ın arkasındaki önemli faktörlerden biri de blokların başına çeken iki süper güç olan ABD ve SSCB’nin aynı zamanda nükleer silahlara sahip olmalarıydı. Ne var ki bu gerçeğe rağmen o dönemin istikrarlı koşullarında bile dünyanın birkaç kez nükleer savaşın kıyısından döndüğünü de unutmamak gerekir. O dönemden farklı olarak bugün nükleer silahlara sahip ülke sayısı epeyce artmış bulunmaktadır(3). Bu ülkelerin kayda değer bir bölümü de muhtemel bir dünya savaşının stratejik bölgeleri olan Ortadoğu, Pasifik ve Orta Asya da yer almaktadır. Bu durum başlı başına geçmiş döneme göre nükleer savaş riskini artırmaktadır.

Ama bu “mantıklı” tezi tartışmalı kılan en önemli veri, dünya savaşı nasıl ve ne zaman çıkar? sorusunun yanıtındadır. Silahlanma artışı, genel ekonomik kiriz, hegemonya krizi bir dünya savaşının en temel belirtileridir. Eğer bu zemin üzerinde büyük güçler arası çatışma dinamikleri ve olasılıkları da artmış ve her yerel çatışma beraberinde büyük güçlerin sürece dâhil olabileceğine dair güçlü emareleri de içermeye başlamışsa o vakit bir dünya savaşının “her an için mümkün” olduğu bir tarihsel konjonktüre girilmiş demektir. Bugünkü tablo da böyledir. Muhtemel bir dünya savaşı biri ya da birilerinin bilinçli biçimde düğmeye basmasıyla değil bölgesel bir savaşın kontrolden çıkmasının bir sonucu olarak çıkacaktır. Ukrayna Savaşı bu anlamda ilk ciddi risktir. Tarafların nükleer savaş tehdidine karşın geri adım atmaktan ısrarla imtina etmesi, bu savaşın hegemonya savaşı açısından taşıdığı kritik stratejik ve simgesel anlamı nedeniyledir. Artık her bölgesel savaş potansiyel bir dünya savaşıdır. Ve her hangi bir taşın devrilmesi domino etkisiyle hızla yayılacaktır. Her ne kadar Rusya-Çin blokunun mevcut güçleri ABD ile kesin hesaplaşma için henüz yetersizse ve ABD henüz ilk adımda hegemonyasını kaybedecek kadar güçsüz değilse de, savaş dinamikleri böylesi “makuliyetler”le beslenmez. Yerel savaşlar değil ama genel savaşlar tıpkı devrimler gibi “en makul”, “en olgun” hali bekleyen değil, “erken” harekete geçen ve bu anlamda herkesi bir kaçınılmazlıkla karşı karşıya bırakan dinamiklere sahiptir. Bu yüzden hem büyük savaşlar hem büyük devrimler çok sıradan/ yüzeysel nedenlerin tetikliyiciliğiyle aktörlerinin bile beklemediği, karar için düğmeye basmadığı bir anda “patlak” verirler. Zira her ikisi de kaosun, yani denetlenebirliğin ve öngörülebilirliğin minimize olduğu bir sürecin meyveleridir. Bir nükleer savaş hepimizi mahveder diye düşünülerek ertelenecek ya da vazgeçilecek bir masa planlamasının bu süreçte hükmü yoktur.  Dünya bir anda ve muhtemelen hiç kimsenin de iradesine bağlı olmadan kendini büyük bir savaş içinde bulacaktır. Ve o süreçten sonra bu işin nereye kadar gideceğini silahları gücü ve maalesef belki de nükleer silahların gücü belirleyecektir.

Özetle, genel olarak hegemonik dönemleri ve özelde de iki sistemli dönemin çok özel bir ürünü olan güçlü ABD hegemonyası sürecini veri alarak artık eski anlamıyla dünya savaşları olmayacağı sonuca varmak öznel bir yargıdır.  Bundan sonra yeni bir dünya savaşının olup olmayacağı hakkında konuşmak için en azından bir hegemonya krizinin barışçıl biçimde çözülebildiğini görmek gereklidir. Bu olmadan varılan her yargı nesnel temelden yoksun ve açıklayıcı olmaktan uzaktır.  .

Dünya Savaşı Açısından Üç Güncel Tehdit: ABD, Rusya ve Bazı Orta Düzey Ülkeler

Yükselen güçler olsalar da ne Rusya’nın ne Almanya-Fransa hattının ne de Çin’in şu anda ABD ile açık bir hesaplaşmayı göze alacak güçleri yoktur. Ama ABD’nin zayıflaması bazı yerel alanlarda bu güçlerin eskisine göre daha cesur hamlelere yönelmesini de teşvik etmektedir. Zaten yükselen güçler kural olarak öncelikle ekonomik gelişmeye odaklanırlar. Askeri güç, ekonomik olarak hegemon olabilecekleri kanaatine sahip oluncaya kadar onlar açısından ikincildir. Dolayısıyla yükselen güçler ekonomik alanda en azından liderle eşit duruma gelinceye kadar ve ardından askeri anlamda da kendilerini yeterli hale getirinceye kadar savaşı gündemlerine almazlar ve genel olarak yumuşak güç stratejisi izlerler.  Öte yandan ABD gibi, zayıflamakla birlikte hala hegemonik güce sahip olan güçler, hele hele askeri bakımdan diğer adaylardan misliyle güçlüyken. zayıflama sürecini tersine döndürebilmek için yükselmekte olan güçleri erken hesaplaşmalara zorlarlar. ABD’nin Ukrayna meselesindeki tutumu, bu temel kuralı bir kez daha teyit etmiştir.

Bu açıdan bakınca emperyalist blok içinde ABD bugün askeri çatışma ve savaşlara en mecbur güçtür ve olası bir dünya savaşını tetiklemeye en yakın aday durumundadır. Bugün için ikinci önemli tehdit ise Rusya’dır. Ekonomik gücü zayıf ama hatırı sayılır askeri ve siyasi gücü olan Rusya bu dönemde erken hesaplaşma hamlesine karşılık verme olasılığı en yüksek aktördür. Ki zaten bunu son Ukrayna krizi sırasında açık biçimde ortaya koymuştur. Başta Ukrayna olmak üzere post SSCB bölgesi, Rusya’nın emperyalistleşme serüvenine daha etkili bir aktör olarak devam etmesi ya da bu iddiasını kaybedip yeniden varlık-yokluk kaygısını öne alan bir çevreleşme tehdidiyle yüzyüze kalabilmesi ikileminde yaşamsal önem taşımaktadır. Nitekim Rusya sonuçta ve beklendiği gibi Ukrayna konusunda sıcak çatışmayı göze alarak, ikinciye razı olmayacağını ve emperyalizm iddiasından dön geri etmeyeceğini deklare etmiştir. Bu iki emperyalist gücün konumlarını korumaları ve geliştirmeleri, içinden geçtiğimiz süreçte atacakları adımlara, yapacakları hamlelere sıkı sıkıya bağlı. Mevcut tablo bu iki gücün emperyalist hegemonya savaşında yakın vade açısından çok daha aktif bir tutum içinde olmaya mecbur taraflar olduğunu gösteriyor.

Dünya Savaşını tetikleme açısından yakın vade açısından bir diğer önemli tehdit Hitlervari figürlerin pek çok ülkede iktidar ya da iktidar adayı olmasıdır. Kimi yorumcular Trump’ın ve diğer Hitlervari liderlerin savaş naralarını “çapsız” kişiliklerinden kalkarak ciddiye alınabilir bulmuyorlar. Oysa tam aksine bu tür cahil, ama hamaset erbabı “kurnaz” siyaset simsarlarının pek çok ülke iktidarında boy göstermeleri, bizatihi bir kaos ve savaş işaretidir. Bu liderler artan ve çözülemeyen sorunlar yumağının ürünleridir. Alamet-i farikaları halklarını, ülkelerinin iç ve dış düşmanlar marifetiyle krize sürüklendiğine ve ancak güçlü ve kararlı bir liderlikçe ülkelerinin yeniden eski büyük/şanlı günlere döndürülebileceğine inandırabilmeleridir. Militarist bir dil en temel ortak özellikleridir. Yalnızca ABD’de değil pek çok Avrupa ülkesinde ve tabii ki orta ve azgelişmiş diğer ülkelerde de bu türden çapsız savaş hamasetçisinin iktidarda olması ya da iktidara yakın bulunması tesadüf değildir. Bu figürler İki dünya savaşı öncesi görülen faşist yükselişin bugünkü varyantlarıdırlar.

Bir başka önemli güncel dünya savaşı tehdidi de özellikle bugün için en hassas bölgeler olan Ortadoğu ve Pasifik’te yer alan bazı orta gelişmişlikte ülkelerdir.  Bu ülkeler hegemonya krizinin yarattığı boşluğu, “alt emperyalistleşme” hayalleri için bir fırsat olarak görüyorlar. Bu nedenle de giderek artan biçimde kendi bölgelerinde askeri maceralara atılıyorlar ve bölgelerindeki çatışma dinamiklerini körüklüyorlar. Bazılarının nükleer silahlara da sahip olması(3) bu ülkelerin, bir emperyalist savaşı harlayacak serseri bir kıvılcım olmaları ihtimalini daha da yükseltiyor.

Artan Silahlanma Harcamaları

Silahlanma alanındaki gelişmelere bakıldığında, dünya üçüncü dünya savaşına mı hazırlanıyor sorusu insanın ister istemez aklına geliyor.  Batı dünyası, özellikle ABD ve Almanya, eş zamanlı olarak İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana görülmedik bir şekilde silahlanmaya, askeri bütçelerini artırmaya odaklandılar. İngiltere ve Fransa da aynı yolda. SİPRİ’nin(4) verilerine göre silahlanma grafiği 1990’ların son yıllarından itibaren düzenli olarak yukarı doğru hareketlenme içinde.  Dahası askeri harcamalardaki bu artış eğilimi ne 2000’lerin başındaki resesyondan ne de 2007/8 finansal krizinden, “büyük durgunluktan” olumsuz yönde etkileniyor. Örneğin 2008’de 1.5 trilyon dolar olan askeri harcamalar 2010’da 1.7 triyon dolara çıkıyor. Artış eğilimi 2011-2013 arasında yavaşlıyor, sonra yeniden bu kez hızlanarak artmaya başlıyor, 2022 yılına gelindiğinde ilk hesaplamalara göre, bu yıl 2 trilyon doları aşması bekleniyor.

ABD Senatosu, Beyaz Saray’ın ve Pentagon’un talep ettiğinden 45 milyar dolar daha fazla olan bir savunma bütçesini, 858 milyar dolarlık Ulusal Savunma Yetkilendirme Yasasını (NDAA) ezici bir çoğunlukla onayladı. 858 milyar dolarlık 2023 bütçesi, 2016 Pentagon bütçesine kıyasla askeri harcamalarda %30’luk artışa karşılık geliyor. Japonya, askerî harcamasını 7 milyar dolar artırarak, 2021’de 54,1 milyar dolara çıkardı. Bu, yüzde 7,3 oranında bir artışı ifade ediyor. Sipri, bunun, 1972’den bu yana en yüksek yıllık artış olduğuna dikkat çekti. Japonya 2027 yılına kadar yıllık 320 milyar dolarlık bir savunma bütçesine ulaşmayı hedefliyor. Çin, askerî harcamalar bakımından yıllık 293 milyar dolarla ikinci sırada bulunuyor. Bu, bir öndeki yıla kıyasla yüzde 4,7’lik bir artış anlamına geliyor. Sipri, Çin’in askerî harcamalarının aralıksız 27 yıldır üst üste artmasına dikkat çekti. Bununla birlikte hâlihazırda ABD’den sonraki en büyük askeri harcamayı yapan ülke olan Çin’in de 2030’lu yıllara doğru savunma bütçesini 500 milyar dolara çıkarması bekleniyor. Hindistan, yıllık 76,6 milyar dolarla dünyada üçüncü sırada bulunuyor. Hindistan, askerî harcamalarını 2020’den 2021’e sadece yüzde 0,9 artırdı ama 10 yıllık artış yüzde 33’e ulaşıyor. Rusya, 1,5 milyonluk dev bir orduyu silah altına almak için mega seferberlik başlatacağını duyurdu. Rusya’nın askerî harcamaları, 2021’de yüzde 2,9 artışla 65,9 milyar dolara çıktı. Sipri’ye göre, bu, üç yıldır askerî bütçenin arka arkaya artışı demek. Rusya’nın askerî harcamaları böylece, 2021’de GSYİH’nin yüzde 4,1’ine çıktı.  Silahlanma yarışında Almanya da boş durmuyor. Alman Parlamentosu Bütçe Komisyonu, ABD’den nükleer kapasiteli F-35 savaş uçaklarının satın alınmasını onayladı. Şansölye Scholz, 100 milyar euroluk özel fonun savunma yatırımları ve silahlanma projeleri için kullanılacağını açıkladı.

Bu arada bir dünya savaşını tetiklemek açıdan kiritk sayılan iki bölge de de hararetli bir silahlanma, daha doğuruşu silahlandırma faaliyetleri yoğunlaşmış durumda. Ukrayna, askerî harcamalarını 2014’ten bu yana yüzde 72 artırdı.  Ukrayna ABD tarafından Patriot Hava Savunma Silah Sistemleri de dâhil bir silah deposu haline getiriliyor. ABD; sadece birkaç ay içinde Ukrayna’ya M777 çekili obüs, HIMARS uzun menzilli füze sistemi, M109 Paladin kundağı motorlu zırhlı top, HARM anti-radar füzesi ve NASAMS hava savunma sistemi de dâhil olmak üzere en gelişmiş silah sistemlerini birbiri ardına sevk etti.  ABD ayrıca, Hint-Pasifik’teki Çin ile gelecekteki olası bir çatışma doğrultusunda bölgedeki müttefiklerini silahlandırıyor. Avustralya da 2021’de 31,8 milyar dolarla askerî harcamalarını yüzde 4 artırdı. Avustralya, İngiltere ve ABD arasında oluşturulan üçlü Aukus güvenlik anlaşması Avustralya’ya nükleer güçle çalışan sekiz Amerikan denizaltısının satılmasını öngörüyor. Bunların toplam değeri 128 milyar dolar. ABD, aynı bölgedeki Tayvan’a ilk kez 10 milyar dolarlık doğrudan askeri fon sağlıyor. Tayvan’ın Çin açısından “kırmızı çizgi” olduğunu biliyoruz.  Biden’ın da göreve geldikten bir müddet sonra “kimsenin kırmızı çizgisini tanımayacağız” mealinde bir açıklama yaptığını da hatırlıyoruz. ABD yönetiminin, Rusya’ya karşı Ukrayna’nın sahaya sürülmesine benzer şekilde, Çin’e karşı da Tayvan yönetimini cesaretlendirmeye çalıştığı görülüyor. Bu koşullarda ve yakın bir gelecekte Tayvan ve Çin arasında dünya savaşını tetikleyebilecek ciddiyette yeni bir savaşın patlaması çok şaşırtıcı olmayacaktır.


NOTLAR

  • Arrgihi de, Modern dünya sisteminde son hegemon merkez olan ABD’nin yapısı ile ilk merkez olan Holanda’nın yapısı arasında çok büyük farklar olduğu ve ABD’nin üstünlüğünün dünya sisteminde bir asitmeri yarattığı görüşünden kalkarak, meydana gelen bu farklılığın savaş mantığını da değiştirdiği görüşündedir. Arighi’ye göre, ABD hegemonyası döneminde simetrik savaşların yerini asitmetrik savaşlar almıştır. Asimetrik savaş, güçsüz olan askerî birliklerin daha güçlü olan askerî birliklere karşı yürüttüğü gayrinizami harp unsurlarını da barındıran savaş yöntemidir. Arrighi doğrudan ABD hegemonyasının çok güçlü olmasıyla ilişkilendirdiği bu görüşünde haklıdır. Arrighi’nin yaklaşımı ile yukarıda eleştirdiğimiz yaklaşımlar arasında hiçbir benzerlik yoktur. Kaldı ki kendisi hegemonik değişimlerin dünyasal bir savaşla olacağı görüşünü zaten sıklıkla dillendirmektedir.
  • 2-ABD, Rusya, Birleşik Krallık. Fransa ve Çin’in yanı sıra Hindistan, Pakistan ve Kuzey Kore nükleer silahlara sahip… İsrail, Güney Afrika ve İran’ın da nükleer silahlara sahip olduğu tahmin ediliyor…

 

 

Mahmut ÜSTÜN