Utanmazlığın Kökeni Üzerine

Biyolojiye kazınmış bir kültür

İçinde yaşadığımız dönemin belirgin bir yönü de utanmazlığın olağanlaşması olabilir. Çeşitli olanaklardan yararlanarak bir mevki edinmiş birçok insan söz ve eylemlerinde, kamusal ortaklaşmacılığın ruhuna aykırı şekilde ölçüsüz olabiliyor. Utanmazlığın özgürleşmeye aykırı olduğu ve bir yabancılaşma biçimi olduğuna kuşku yok. Şan, şeref, onur gibi kimi değerlerin yüceltildiği Orta Çağ’a kimi yönleriyle benzetilen yaşadığımız zamanın, bu yüceltilmiş kavramların yakınından bile geçmediği aşikar. Bizim zamanımızın ruhunu daha ziyade Can Yücel’in “Ne kadar kirlenirsek o kadar iyi” dizeleri dile getiriyor. Yazının başlığına “Utanmazlığın Antropolojisi” diyecektim ama o kadar iddialı olmadığını düşününce, utanmazlığın olağanlaşmasına vurgu yapan bir deneme olarak bu adı koydum.

Suçluluk ve utanma duygusu, kişinin ileride başına geleceklerin önünü almak için kendini cezalandırması olarak anlaşılabilir. Bu duyguların kökeni sosyal normların içselleştirilmesine dayanır. Utanma oluşturmayan, suçluluk oluşturmayan kabahatlerde kişi ileride, inanıyorsa ahrette, cezalandırılacağını düşünmemektedir. “Mahallede” bir sorgu konusu olmayacağına duyulan güven dolayısıyla bir suçluluk ve utanma ortaya çıkmaz. Ancak toplumsal normların yeterince içselleşmiş olduğu durumlarda güncellenmiş “günah” ve “sevap” tanımları ne olursa olsun utanma duygusu ortaya çıkar çünkü utanma duygusu, her ne kadar kültürel alanla kurulsa da biyolojiyle eşleşmiş vaziyettedir; utanan kişinin en azından yüzü kızarır.

Biçimsellikle telafi çabası

Peki insanların sosyal normları içselleştirmesinin altında yatan nedir? Tomasello, dışsal ödül ve ceza ile yetiştirilen çocukların sosyal normları içselleştirme sıkıntısı yaşadığını belirtiyor. Belli bir kimlik üstlense de ödül-ceza sistematiği içinde normların içselleştirilemediği gözlenmiştir. Bu tarzda yetişen insanlar daha ziyade, biçimsel/dışsal etkiye göre davranmaktadır. Görünmez iplerle bağlanmış gibi dışarıdan etkilerle, gerçeklik öyle olmasa bile “itibar” için davranma ortaya çıkar; yahut biçimsel olarak telafi edilmeye çalışılır. Hayat onun için bir tiyatro sahnesine dönmüştür, kendiliğindenlik söz konusu olmaz. Kişi tüm toplumsallığı da kendi üzerinden anlamaya çalışır, dolayısıyla sürekli bir kabukta yaşama durumu söz konusudur; sürekli kabukta yaşayan ise elmanın tadına varamaz.

Türkiye’de genel olarak çocuk eğitimi ödül-ceza dışsal etkisiyle sağlandığı için sosyal normların içselleştirilmesi ve sosyal normların kendiliğinden davranış yaratması konusu sorunludur. Çocuğun kültürel değerleri ve normları içselleştirmesi, girdiği etkileşimler ve doğrudan olmaktan ziyade; örnek alma, iletişim ve öğrenmeyle gerçekleşir. “İmamın dediğini yap, yaptığını yapma!” ifadesinin de tasdik ettiği gibi, realitede söylem ile eylem arasında büyük bir uçurumun olduğu kabul edildiği halde çocuklar ve gençler sürekli öğütlense de örnek alacak bir model yaşantıya rastlamak zordur. Bundan dolayı da oluşan büyük uçurum, sürekli olarak “söz” ile doldurulmaya çalışılır. İçsel boşluktan kaynaklı dışsal bir telafi öne çıktığından çeşitli kimliklerle aidiyet ilişkileri sorunlu olarak kurulur. Devlet, millet vb. soyut ideolojik bağlarla söylemsel bir tutunma çabası öne çıkar; “Strong Turkey” gibi içerinin boşluğunu dolduracak balonlar uçurulur.

Yalancılıkla utanmazlık birbirine çok uzak olmayan iki durum. Utanmazlık yanında sıra sıra yalanlar taşır. Gezi sırasında abartılı Kabataş Yalanı herkesin malumu: “Deri pantolonlu ve belden yukarısı çıplak onlarca adam, bebek arabasıyla kaldırımda yürüyen bir annenin üzerine işediler.” denmişti. Türkiye’de gündelik yaşamda deri pantolonlu, belden yukarısı çıplak onlarca adamın sokakta bulunmasının sıra dışılığı bir tarafa, bebeğiyle gezen bir annenin üzerine işenmesi gibi bir davranışın söz konusu olmasının gayrı makul bir durum olacağı düşünülmeden uydurulmuş bir senaryoydu ve açıkça bir utanmazlık durumuydu. Dahası bu olayın görüntülerinin olduğu ve onları izlediğini söyleyenler olmuştu. Burada utanmazlık açık bir yalancılık olarak ortaya çıkmıştı; şunu unutmamalı ki Aziz Augustinius’un dediği gibi, “Utanmazlık kadar utanç verici bir şey yoktur.”

Utanmazlığın ortaya çıkışında “biz” duygusunun aşınması kuşkusuz çok önemlidir. Biz’in dışında kalandan utanılmaz. İnsanların kendi oluşturdukları kurumsallıklarda yaşadıklarını biliyoruz; ancak utanmazlık, bu kurumsallığı hiçe saymak anlamına da gelir. Aslında bir’in tek başına kolayca girişebileceği bir şey değildir utanmazlık. Destek gördüğü, pekiştirildiği veya şişirildiği bir “farklı” toplumsallık çoktan oluşmuş demektir. Bu da bize her utanmazlığın bir kolektif utanmazlık olduğunu düşündürtür. Kabataş Yalanı’nı hatırlayalım, geniş bir kesimin inanarak destekleme durumu söz konusu olmasaydı kesinlikle girişilmeyecekti böyle bir yalana. Yalanın karikatürize olması bile çok önemli görülmemiş ki fazlaca kulağı burnu büyük bir çizimdi. Kuşkusuz utanmazlık bir istismardır.

Utanmanın biyolojik eşliği olduğu için utanmazlar için “ar damarı çatlamış” denir. Türkçede “utanma” kelimesi, “od/ot-anmak yani kızarmak, ateş gibi olmak”tan gelir. Utanılınca istemsizce kızarıldığında göre utanma bir reflekstir, biyolojik kökenle irtibatlanmış bir bilinç durumu olduğu tartışılmaz, bilinçsiz olsaydık utanma diye bir şeyden de söz edemezdik. Kültürel kökenli olduğu halde biyolojiye kök salması, utanmayı Bhaskaryen bir kavram olan “beliriverme” (emergence) ile açıklayabiliriz. Utanma hem aktüel düzeyde hem de reel düzeyde karşılık bulur; biyolojiye gömülü olmasına karşın utanmayı biyolojik bir olgu sayamayız, toplumsal yaşamı karşılıklı ve birlikte oluşturmanın bir boyutunu içerir. Hem biyolojik hem de kültürel evrimin bir getirisi olarak utanma, vicdan dediğimiz toplumsallığın parçasıdır. Çoğu hayvanın benzer biçimde geliştiğini göz önüne alsak da insan kültürünün benzersiz olduğundan kuşku duymuyoruz; utanma bir sosyal öğrenmedir kuşkusuz, diğer hayvan türlerinde utanmadan veya utanmazlıktan söz edemeyiz. İnsan kültürünün benzersizliğinden söz ediyorsak bunu (1) kültürel evrimin birikimli olması, (2) sosyal kurumların varlığı sayesinde söyleyebiliyoruz (Tomasello, 2019: 12)[1] Bu oluşumların temelinde ise insan türüne özgü ortaklık kurabilme yetisi bulunur. Eğer insanda ortaklık güdüsü olmasaydı, insan sosyal kurumlar geliştirip kültürel bir birikim sağlayamayacaktı. Şu halde, utanmazlık işte bu sosyal kurumsallığın ve kültürel birikimin inkarına dayanır diyebiliriz.

Utanmazlığın kaynakları

Geçtiğimiz günlerde Validebağ Korusu’na çeşitli gerekçelerle girip imara açmanın yollarını denemelerinden birini yapmış, insanların yürüyüş ve gezinti kullanımını engellemek üzere koruya geçiş noktalarına moloz dökmüş, bölge halkının tepkisi yankı yapınca Belediye Başkanı açıklama yapmak zorunda kalmıştı. Yaptığı açıklama, bir özür ve geri adım atmadan ziyade açık bir inkar ve utanmazlık örneği sayılabilir: “Yürüyüş yollarına ve koruya daha önceden dökülen moloz kalıntılarının temizlenmesi ve vatandaşların rahat yürüyebilmeleri ve spor yapabilmeleri için ince topraktan oluşan doğal bir zemin sabah saatlerinde yürüyüş yoluna serilmek istenirken bir grup tarafından ekiplerimize müdahale edilmiştir.” Konu hakkında bilgisi olmayanlar açısından makul bir açıklama olsa da uzun bir zamandır Validebağ’ın Belediye’den korunması için gece gündüz nöbet tutan bölge halkının karşısında, bu ifadeler, onların dış’landığını, yok sayıldığını gösteriyor. Çünkü oraya molozları döken bizzat belediye ekipleridir hem de koruyu aktif olarak kullanan insanların oraya rahat girmesini engellemek içindi. Burada bir “ortaklık” niyetinden söz edilemeyeceği gibi, karşı karşıya kalınan grubun “yaptırım gücünün yetersizliği”nin farkında oluş söz konusudur. Belediye Başkanı, söylediklerinin karşılığında belli bir grup tarafından ayıplansa da belli bir destekçi grup tarafından olumlanmakta olduğu için çekincesiz davranabilmektedir. Çıkar ilişkileri, toplulukla ortaklık kurma niyetinin önüne geçebilmekte ve yıkımcı bir gücü devreye sokabilmektedir. İnsan, özü itibariyle kendi türünden varlıklarla etkileşim kurmaya açıktır ve bundan haz duyar, çünkü bir gruba ait olma, her bir üyeye bir “güç” katar, bu ilgiyle insan özel bir kültürel zekaya sahiptir. Utanmazlıkta ise bir gruba ait olma niyetinden söz edilemez, tam tersi dış’lanan grubun aşağılanması, hiçe sayılması söz konusudur. Bu reddetmenin temelinde, çok basit ama yaygın bir anlayış olarak “insanın doğuştan bencil ve yardımlaşmadan uzak olduğu” dolayısıyla insanın çiğ süt emmişliği nedeniyle her koyunun kendi bacağından asılacağı fikriyatı bilinçaltında gezinir; özü itibariyle de yetişme dönenimin bütün deneyimlerinin, ödül-ceza dışsallığında kalması dolayısıyla bütün yaşamı, tiyatro sahnesi gibi yaşar utanmaz. Sanırım bu “utanmaz adam” tipini en iyi anlatan Hüseyin Rahmi Gürpınar’dır. Utanmaz Adam adlı romanında olağan işler yaparak başarılı olamayan bir adamın hırsızlık, üç kağıtçılık, dolandırıcılık gibi her türden yolsuz işler yaparak zengin olmasını anlatır. Utanmazlık burada bir “hınç” alma biçimi olarak sahne alır. Bu romanda da okuyacağımız gibi, utanmazın bir şekilde “yüzünü yırtması” gerekir.

Yalanın yolu güvendir

İnsanın doğruyu söylemesi dilin doğal imkanıyken yalan söylemek, özel deneyimler sonrasında öğrenilebiliyor. İnsan özgeciliğinin en önemli yanlarından biri de “bilgilendirme”dir. Bebeklerde yapılan gözlemlerden anlaşılıyor ki bilgi paylaşımı küçük çocuklarda bile kendi doğallığında ortaya çıkıyor ama yalan söyleme daha sonraki yaşantılarla kazanılan bir durum. Yalan söylemeyle ilgili olarak Tomasello’nun vurguladığı ilginç durum şu, yalan söylemenin ortaya çıkmasına insan türüne ait ortaklaşmacılık ve güven duygusu neden oluyor: “Eğer insanlar birbirlerinin yardımseverliğine güven duyma eğiliminde olmasalardı, yalan söyleme diye bir şey zaten ortaya çıkamazdı.” (Tomasello, 2019: 34). Buradan da anlaşılacağı gibi hem sosyallik hem de sosyal varlığın oluşumu diyalektik bir sürecin içinden geçmektedir.

İngilizcede utanma, embrassment yahut self-consciousness (farkında olma) kelimeleriyle ifade edilir ki, utanmayı bir duygu olarak kabul ettiğimizde, kaynağının kendinin farkında olmayla ilgili olduğu görülür. Utanma duygusu, kişiyi “doğru” şeyi yapmaya yönlendirmede işlevseldir ki, bu “doğru”, toplumsallığın ortaklaşma, yardımlaşma kültürünün tayin ettiği bir niteliği taşır. Utanmazlık ise bir “kendini bilememe” durumu olarak ortaya çıkabilir ve toplumsal ortaklaşmaya, dayanışmaya haliyle de özgürleşmeye aykırıdır. Yüzyıllar öncesinden Plautus bu konuda noktayı koymuş aslında: “Utanması olmayanın, kendisi de yoktur.” Utanmazlığın var oluşu tek bir işe yarar, kötü örnek olarak göstermeye. Utanmazlık olmasa hiciv yazarlarının işinin daha zor olacağı kesindi.


[1] Michael Tomasello (2019), Neden Ortaklıklar Kurarız?, Alfa Yayınları.