Bir zamanlar Türkiye’de anti-komünizm ile Rus düşmanlığı aynı şey haline gelmişti. Halbuki Osmanlı imparatorluğundan bugünkü sınırlar içinde bir Türkiye Cumhuriyeti kurulabilmesi, konjonktürel olarak Rusya’da 1917 Ekim devrimine ve bu hareketin liderliğinin Kemalist hareket yanlısı tavrına borçludur. Bolşevik önderlik 2. Dünya savaşına kadar esas olarak Türkiye yanlısı politikasını sürdürdü.
Ta ki, TC dümeni NATO ve ABD’den yana kırıncaya kadar. Bu andan sonra anti-komünizm ve Rusya düşmanlığı iç içe geçti, bir ve aynı şey haline geldi.
Bunun karşıtı olarak Türkiye’de sol ve sosyalist akımlar esas olarak Kemalizm’den büyük darbeler almalarına karşılık, SSCB’nin uluslararası ölçekteki Kemalist Türkiye’yi kayıran dış politikasına uyum sağlayarak, bu dış politika prağmatizmini, kendi siyasetinin doğruları olarak canla başla savunur oldular.
Bu Türk solunun “milliliği” ile de örtüşen bir karakter haline geldi.
1968’in dünyada yarattığı devrimci dalga ile sosyalist hareketteki değişik akım ve kamplaşmaların Türkiye’ye de yansımasına tanık olduk. SSCB’nin hiç de idealize edildiği gibi bir sosyalist kuruluş içinde olmadığını, içerden dışarı tüm politikalarını sorgulayan SSCB’yi sosyal-emperyalist olarak tanımlayan akımlar gelişti.
Bu sol içindeki en büyük çatışma ve ayrışma konusuydu. Merkezde duran akımlar ise SSCB’ye karşı mesafeli ama onu hedefe de koymayan bir tutum takınmışlardı.
Kürt devrimci akımlarında ise SSCB’nin desteği olmaksızın ulusal kurtuluş hareketlerinin başarılı olamayacakları tesbiti üzerine yükselen ve SSCB’yi karşıya almayan bir yaklaşım egemendi. Fakat bu SSCB’nin özellikle Kemalizmi, Baasçılığı destekleyen tavrından dolayı daha biraz soğuk ve temkinli bir yaklaşımdı.
1990’larda SSCB tamamen dağılıp artık hiçbir sosyalist öz kalmamasına, hatta demokrasi ve insan hakları kriterlerinin yerlerde süründüğü bir RUSYA bulunmasına karşılık, Türkiye’deki SOL AKIMLARIN büyük bir kısmının halen RUSYA’yı “BÜYÜK AĞABEY” gibi takip ettiklerine, Rusya’nın dış politikasına hizalandıklarına ve onu rasyonelleştirdiklerine tanık oluyoruz.
Rusya’nın Suriye alanına bir oyuncu olarak girmesinden sonra onu adeta orada ABD emperyalizmine karşı savaşan İLERİCİ-DEVRİMCİ bir güç gibi değerlendirmeler yaptıklarını, bu politikalardan beklentileri olduğunu görüyoruz.
Ve tabi ilginç biçimde bunların içinde daha birkaç on yıl önce SSCB’yi sosyal-emperyalist gören akımların; Stalin sonrası her şeyin revize olduğunu savunan akımların olduğunu görmek mümkün.
Sadece bunu çok açık ve pervasız biçimde örnekleyen PERİNÇEK değil, çoğusu böyle…
Bugünkü Rusya-severliği; ideolojik bir duruş gibi algıladıklarını; bir zamanlar sosyalist anavatanın mirasını savunmak gibi hatta Putin’in sert liderliğinde Stalin’i gördüklerini söylemek bile mümkün. Elbette hepsinin harcında “milli sol!” olmak var.
Bu akımlar tıpkı bir zamanlar sosyalizmin ana kumanda merkezinin her yaptığı şeyde keramet bulan müritleri gibi Rusya hangi yönde hareket ediyorsa, bu tarafın “anti-emperyalist, devrimci” tavrı yansıttığını sanıyorlar.
Suriye’deki alan değerlendirmelerinden sonra Karabağ ve Kafkasya ile ilgili değirmelerini gördükten sonra buna daha çok ikna oldum.
Birileri, onların düşünce dünyalarının bir zaman dizgesinde takılı kaldığını; Rusya’nın emperyalist-kapitalist sistemin en gerici ve yoz parçalarından birini oluşturduğunu; geliştirdiği ittifak ve siyasetleri itibariyle de dünyada demokrasi ve toplumsal ilerlemeye değil gericiliğe hizmet etmekte olduğunu anlatsa iyi olur.
En azından Türkiye’de madem halen “muhalif” olduklarını sanıyorsa, Rusya’nın TC’deki Türk-İslamcı diktatörlüğün en iyi müttefiki olduğunu hatırlamaları yeterli olabilir.
- Ağrı Kesiciler ve Uyuşturular - 12 Mart 2023
- Yardım Ekipleri Ayrılırken - 14 Şubat 2023
- Ukrayna işgali, Tarihin Aynası - 26 Şubat 2022