Burjuvazi, dinsel ve siyasal gözbağlarıyla üstü örtülü sömürünün yerine, apaçık, utanmaz, dolaysız, çıplak sömürüyü geçirmiştir.”[1]
Marks & Engels
Sınıf mücadelesi ya da sınıf savaşımı kavramı ilk kez 21 Şubat, 1848 tarihinde Karl Marks ve Friedrich Engels tarafından “Komünist Manifesto”da ele alınmıştır. Manifesto ’da şu ifadeler yer almıştır:
“Günümüze kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf mücadeleleri tarihidir. Özgür insan ile köle, patrisyen ile pleb, bey ile serf, lonca ustası ile kalfa, tek sözcükle, ezen ile ezilen birbirleriyle sürekli karşı karşıya gelmişler, kesintisiz, kimi zaman örtük, kimi zaman açık bir savaş, her defasında ya toplumun tümüyle devrimci bir dönüşmesiyle ya da savaşan sınıfların birlikte mahvolmalarıyla sonuçlanan bir savaş sürdürmüşlerdir.” [2]
İlkel Komünal yapının sona ermesiyle başlayan sınıflı toplumlar çağı günümüze kadar tartışmasız sınıf mücadelelerinin çağı olmuştur. Sınıf kavramı ilkçağlardan başlayarak üretim ilişkilerinin şekillendirdiği toplumsal yapıya uygun olarak ortaya çıkmıştır.
Tarihçesi
Sınıfların ortaya çıkışı, yazılı tarihte devletlerin ortaya çıkması ve mülkiyet ilişkileriyle eş zamanlıdır. Tarih boyunca yaşam mücadelesi veren insanlar, mülkiyet, statü ve iktidar gibi alanlarda toplum içinde eşitsiz bir şekilde konumları itibariyle dağılmışlardır. Bu dağılım toplumsal yapıya uygun bazen sosyal tabakayı, bazen de sosyal bir sınıf olarak ele alınmıştır. Sınıflar, tarih boyunca toplumların yapısının oluşmasında önemli rol oynamıştır.
İlkçağın Antik Yunan toplumu çoğunlukla özgür, yarı özgür, köleler, soylular ve çiftçiler ile esnaftan oluşuyordu. Köleler, birer metaydı. Kadınların vatandaşlık hakları yoktu. Antik Yunan düşünürlerinden Platon ideal devletinde; besleyiciler, koruyucular ve yöneticilerden oluşan üçlü ayırımdan söz etmişti. Öğrencisi Aristo’da alt, orta ve üst sınıflar olmak üzere üçlü toplumsal kategori sistemini geliştirmişti. Ne Platon’un ne de Aristo’nun sözünü ettiği sınıflar, sosyal sınıflar değil, sosyal tabakalaşmadır. Antik dönem ile ilgili sosyal sınıflardan bahsetmemiz mümkün değildir.
Antik Roma’da, patriciler (seçkin sınıf, soylular), plepler (halkın hemen hemen tamamı), köleler ve yanaşmacılardan oluşuyordu. Roma Cumhuriyeti döneminde bunlara yenileri katıldı. Bu ayırımlar da sosyal tabakalaşmayı işaret ediyordu. Köle isyanlarını analiz ettiğimizde mücadelenin sınıfsal bir karakter olduğunu görebiliyoruz. Diğer bir deyişle köle isyanları da sınıfsal bir mücadeledir.
Feodalitenin hâkim olduğu çağda sınıf kavramı tam olarak oluşmamıştı. Bu dönemde de daha çok sosyal katmanlar ve tabakaları çağrıştıran yapılar vardı. Bu dönemde egemen olan sınıf lordlardı. Yani toprak sahipleri. Feodal hiyerarşide “serf” veya köylünün üstünde bir “lord,” daha sonra “malikâne lordu” vardı ki bunlara “derebeyi” denirdi. Topraklarının kullanım hakkında belli bir sözleşme ile devreden toprak sahipleri, “senyörler” sınıfına dahil olurlardı. Ortaçağ Avrupa’sında Asiller denen Aristokratlar ki, bunların tamamı toprak sahipleriydi; Ruhban sınıfı denen rahipler, burjuva ve köylülerden oluşuyordu.
Osmanlı İmparatorluğunda sınıfsal yapı analizi başlı başına bir çalışmayı gerektiriyor. Bazı tarihçiler ve toplum araştırmacılarına göre Osmanlı toplumunun sınıfsal yapısı batıya benzememektedir. Sadece tabakalardan bahsedilebilir. Devletin kapitalistleşmeyi engelleyici tutumu, toprak mülkiyetinin devletin elinde bulunması, ticaret ve zanaat alanlarında da devletin bireysel mülkiyetin genişlemesini önlemesi, sınıfların ortaya çıkmasını engellemiş, sıkı vergilendirme politikaları merkezi devletin dışında bir alternatifin ortaya çıkmasına, üretim araçlarının belirli ellerde toplanmasına mani olmuştur. [3]
Yukarıda da bahsedildiği gibi Osmanlı döneminde de sosyal tabakalaşma ön plandaydı. Reaya denen halkın büyük kesimi: kentli, tüccar, esnaf, işçi, köylü, göçebe… Bunlar yönetilen sınıfı oluşturuyordu. Ulema, asker, zaimler, sipahiler, maaşlılar… Ve devam eder. Bunlar da yönetenler sınıfını oluşturuyordu. Bunlara da beraya denirdi. Hepsini birden yöneten hakanların hakanı padişah vardı. Osmanlı ilmiyesiyle, askeriyle, zaimleriyle, sipahileriyle, maaşlılarıyla ve reayasıyla padişaha bağlıydı. İster Antik Yunan’da olsun, ister Antik Roma, ya da Roma Cumhuriyetinde, Osmanlı’da temel karakteristik iki sınıf vardı. Bunlar ezenler ile ezilenlerdi. Ezenler geçmişten günümüze egemen sınıfı oluşturuyordu. Sınıflar, sanayi devrimiyle birlikte ortaya çıkan iki temel sınıf, yani ezenler kapitalist (burjuvazi) ezilenler de proletaryayı (işçi sınıfı) oluşturmuştur. Ezenler ve ezilenler bakımından tıpkı Antik Yunan’daki efendiler ve köleler, feodal toplumlarda ağa ve yanında çalışanları, yanaşmaları, Osmanlı’da beraya (yöneten) ile reaya, tebaa (yönetilenler) gibi… İster krallıkta olsun, ister derebeylikte, isterse imparatorlukta olsun hepsinin tepesinde ezenlerin safında yer alan kral, derebeyi, imparator, sultan ya da padişah bulunurdu. Diğer bir deyişle yönetim, sınıfsal yapıyla ilgilidir. Tüm yönetim biçimlerinde yönetilenler, ezilenler büyük çoğunluğu; yönetenler de ezenler yani mutlu bir avuç azınlığı oluşturuyordu. Marks,
Emek ve artı-değer
Artı-değer, işçinin emeğinin, işgücü değerinin yarattığı ve kapitalist tarafından karşılıksız el konulan değerdir. Artı-değer, kapitalist ekonominin temel yasasıdır. Artı-değere el koymak; sınıfları ve sınıflar arası ilişkileri tanımlamanın ana kaynağıdır. İşçi, emek gücünü kapitaliste sattığı için, yarattığı değerin tamamı veya ürünün hepsi, bir süreliğine onun emek gücünün sahibi olan kapitaliste aittir. Örneğin işçi bir günde 100 liralık bir mal üretiyor ve kapitalist işçinin emeğinin karşılığı! olarak ona 40 lira veriyor. Aradaki fark olan 60 lira kapitalistin cebine iniyor. Bu eylemin her gün sürdüğünü düşünün. Buna artı-değer denir. Kapitalist üretim tarzı ve ücret sistemi, sermaye ile emek arasındaki bu değişim türü üzerine kuruludur ve işçiyi işçi olarak kapitalisti de kapitalist olarak yeniden üretmek zorundadır. Dolayısıyla kapitalizmin amacı salt kâr elde etmek değil, aynı zamanda kârı sermayeye dönüştürmektir. Yani kapitalist üretimin amacı sermaye üretmek ve yeniden üretmektir. Bu olgu kapitalizmin doğasından kaynaklanmaktadır. Ayrıca kapitalizm kontrolsüz üretim yaparak tüketici arama girişiminden çok sermayenin yeniden üretilebileceği piyasalar yaratmaktır. Burjuva ideologlarının tam tersine emek ve sermaye arasındaki çelişkinin yapısal dinamik karakteri, kapitalizmin tarihinde bu çelişkinin var olduğunu kanıtlar.
Marks, burjuva iktisatçılarının tam tersine, sermayeyi değişen ve değişmeyen sermaye olarak ikiye ayırmış ve artı-değerin üretilmesinde bu kısımların oynadıkları rolü açıkça ortaya koymuştur. Sermayenin üretim araçlarına yatırılan kısmını değişmeyen sermaye ve emek gücüne yatırılan kısmını ise değişen sermaye olarak nitelemiştir. Yaratılan yeni değerin kaynağı emektir ve üretim araçlarının değeri, ancak bu emek gücünün aracılığı ve üretim süreci sırasında değişikliğe uğramadan yeni ürüne aktarılmış olmasıdır. Emek gücüne yatırılan değişen sermayenin değeri ise sabit değil, emek süreci içerisinde artı değer yaratır ve büyür. Marks’ın sermayeyi ikiye ayırmasının altında yatan önemli bir nedeni ücretli emeğin nasıl sömürüldüğünün ayrıntılı bir çözümlenmesine olanak sağladığının altını çizmek ve sömürünün derecesini nicel olarak belirlemesini ve ifade etmesini kolaylaştırmaktır. Sermayenin emek gücünü sömürdüğü olgusu artı-değer ile yatırılmış bulunan sermayenin tamamı ile değil, yalnızca değişen kısmı arasında bir orantı ile anlaşılabilir. Marks, bunu artı-değer oranı ya da emeğin sermaye tarafından sömürülme derecesi olarak nitelemiştir. Marks öncesi ekonomistler de bu olguyu yani zenginlik ve yoksulluk gibi sınıflar arasında meydana gelen eşitsizliği gördüğü halde realiteden uzak hayali idealist bir yaklaşım sergilemişlerdir.
Sınıfsal yapıya bağlı eşitsizlik ve adaletsizlik kavramları, ister ekonomik açıdan olsun, ister sosyal açıdan, sınıflı toplumların tartışmasız özelliğidir. Bu nedenledir ki Marks’tan önce olsun, sonra olsun, ekonomistler, sosyologlar ve siyaset bilimciler, ağırlıklı olarak temelini bu “eşitsizlik” ilkesinden alan “iktidar yapısını” ve “güç ilişkilerini” inceleme ihtiyacını duymuşlardır. Bu ilişkilerde “sınıf teorisi” ile “elit teorisi”nden yola çıkarak ekonomik ilişkilerdeki sınıfsal farklılaşma temelini ortaya koymaya çalışmışlardır. Sınıf farklılaşmasından doğan iktidar, elit kadro dediğimiz egemen sınıf, bu kavramları tanrının ya da doğanın bir kanunu, lutfü gibi lanse etmeye çalışmışlardır. Bu hiyerarşi, akrabalık, başarı, zenginlik ve iktidar gibi özellikleri esas alarak sürdürmeye çalışmışlardır. Burada üzerinde durmamız gereken makalenin başlığında yerini bulan “sınıf mücadelesinin dayanağı olan teoriyi” kısaca gözden geçirmek olacaktır.
Karl Marks’ın özel olarak sınıfları ele alan bir çalışması olmamıştır. Buna rağmen çalışmalarındaki temel hareket noktalarından birisi de sınıflar olmuştur. Dolayısıyla sınıflarla ilgili görüşlerini yazılarında kullandığı argümanlardan çıkarabiliyoruz. Ekonomik analizlerini Emek Değer Teorisi’nden öğreniyoruz. Bu teori, sınıf çatışması, kapitalizmin başlangıcından sonuna kadar, düzenin siyasi ekonomisini oluşturmuştur. Marks’ın bu tercihinin nedeni toplumun, daha çok tarihsel bir kavram olarak gördüğü sınıfın karakteri ile bu karakterin oluşmasında önemli bir etken olan sınıf mücadelesi süreçlerinin tahlil edilmesiyle anlaşılabileceğini düşünmesidir. [4] Burada sözü edilen sınıf kavramı, salt toplumsal bir tabakalaşmayı değil, toplumun sosyal, ekonomik, siyasal ve ideolojik konumunu ve ilişkilerinin analizdir. Bunların tümünü anlatmak için ciltler dolusu kitapların yazılması gerekiyor.
Amacımız artı değer üzerinden bir sömürü aracı olan sermaye birikimi ile sömüren ve sömürülen sınıfların tahlilini içeren kapitalist sistemin açmazlarını, günümüz Türkiye’sinde olup bitenleri birkaç paragraf halinde ele almak, kitlelerin emek aracılığıyla eylemi, ilişkileri ve karşıtları temelinde ele alan yaklaşımı, değişen ve değiştiren dinamik bir sınıf kavramını irdelemektir. Marks’ın, tümünü en ayrıntılı yönleriyle bunları tahlil etmesi, aradan bir buçuk asırdan daha fazla süre geçmesine rağmen sınıf analizi, günümüzde tüm karmaşıklığını açıklama, yorumlama ve değiştirme yeteneği ve yöntemi hala değişmeden güncelliğini korumaktadır.
Marks, sınıfların varlığını üç şekilde dile getirmiştir. Bunlar: “Sınıfların varlığı, sadece, üretimin belirli tarihsel gelişme aşamalarıyla bağlıdır; diğeri sınıf mücadelesi zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne götürür ve son olarak, bizatihi bu diktatörlük, bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız topluma geçişten ibarettir,” şeklinde ifade etmiştir. [5]
İfade edilen sınıfların varlığının belirli tarihsel aşamalara bağlı olması ve etkileşim halinde şekillenmesiyle mümkündür. Bu etkileşim keyfiyetten çok, miras yoluyla mümkün olmaktadır. Tarihsel koşullarda etkileşim sonucunda ortaya çıkan sınıflar, yine belirli tarihsel koşulların gelişmesiyle ortadan kalkmış olacaktır. Diğer bir deyişle tarihsel materyalist yaklaşıma göre sınıfların ortadan kalkmasıyla sınıfsız ve sömürüsüz bir topluma geçilmiş olacaktır. Bu olgu kendiliğinden değil, işçi sınıfının sınıf mücadelesi sonucu içinde bulunduğu ve miras aldığı üretim ilişkilerinin değiştirilmesi sonucu gerçekleşecektir.
Marks’ın emek kavramı anlayışı burjuva ideologlarının tam tersine, insan varlığını sürdürmek için zorunlu ihtiyaçlarını karşılamak üzere belirli toplumsal üretim ilişkileri içerisiyle mümkündür. Üretime dâhil olurken, onun nasıl üreteceği, içinde bulunduğu tarihsel koşullarca ve geçmişten miras alınan sosyal ilişkiler, üretim araç, gereç ve teknik bilgi düzeyi temelinde belirlenir. Dolayısıyla emek faaliyeti sıfırdan başlamaz, tarihsel olarak biriken ve miras alınan teknik ve sosyal koşullar temelinde gerçekleşir. [6] Bu nedenle sınıf ilişkileri tarihsel bir olgudur. İnsanın emek aracılığıyla toplumsal üretim faaliyetine katılması, onun hem doğa ile hem de diğer insanlarla ilişkiye geçmesini zorunlu kılar.
Yerleşik düzenden kopan ve zorunlu emek piyasasına giren emekçi, kendi emek gücünü kapitalistlere sattığı ya da kiraya verdiği andan itibaren artık hem kendisi hem de üretim araçlarının sahibi özsel olarak değişmiştir. [7] Emekçi bu itibarla üretim araçlarının sahibi için emek harcayarak üretime katılır. Geçmişte olduğu gibi artık kendi toprağının sahibi olan emekçi değil, üretim araçlarının sahibi için çalışan ücretli bir köledir. İçinde bulunduğu ilişkiler, onun salt doğayı ve eşyayı değiştirirken aynı zamanda kendisini de değiştirmiştir. Alışkın olduğu gelenek ve görenek ile toplumsal yaşam tarzı değişmiş, üretim araç ve gereçlerinin sahibi yanında çalışan diğer emekçilerin ortak kültürlerini almış ve harmanlamıştır. Diğer bir deyişle proleterleşmiştir.
Parası çok olan bir kişi tek başına kapitalist sayılmaz, hatta bu parayı çoğaltıp zengin bir kişi de olabilir, elindeki üretim araç ve gereçleri de tek başına sermaye değildir. Her çalışan kişi de proleter değildir. Bir toprak sahibi, zor bela geçinip aldığı traktörü ve toprağı da sermaye ya da işletme değildir. Tohumu, sulama sistemleri ve diğer araç ve gereçler bu durumda sermaye sayılmaz. Aynı toprak sahibi çiftçi, toprağını büyüterek ya da ticari bir şirketle anlaşarak ücret karşılığındı işçilerle toprağını işletmeye çalıştığı zaman artık küçük burjuva olmaktan çıkmış, ücretli işçi ile kurduğu ilişki sonucu artı değere el koyan bir kapitalist haline gelmiştir. Kullandığı üretim araçları örneğin traktör, tohum, sulama sistemleri ve diğer araçlar artık sermaye sayılır. Çalışan işçiler de köyünden yoktan var olmadığına göre kendi toprağını kaybettiği, bu nedenle kapitalistin yanında çalışmak zorunda kaldığı için emeğini satmak zorunda kalan proleter konumuna girmiştir. Emek aracılığıyla toplumla kurduğu ilişki kapitalist sistem ilişkisidir. Çünkü bu emek faaliyeti kapitalist toplumsal koşullarda gerçekleşmiştir. Dolayısıyla bu ilişki bireyin bir sınıf üyesi olarak varlığını biçimlendirir. Emeğini satanların oluşturduğu sınıf işçi sınıfı, Marksist tanımlama ile proletaryadır.
Sınıflar
Kapitalist sistemin temel sınıfları olarak işçi sınıfı ile kapitalist sınıfı işlerken bunlarla birlikte çeşitli sınıf fraksiyonlarından söz edebiliriz. Günümüzde mevcut esnaf, sanatkâr, tüccar, çiftçi, memur, aracı, komisyoncu ve benzeri işlerle uğraşanlar küçük burjuva sınıfını oluşturuyor ki, küçük burjuvazi hiçbir zaman temel sınıfı oluşturmamıştır. Duruma göre kendisini hangi sınıfa yakın görüyorsa, burjuvazi ya da işçi sınıfı; o sınıfa doğru eğilim gösterir. Bazen sıçrar, bazen düşer… Devrim zamanlarında işçi sınıfı saflarında yer almakla birlikte, hep işçi sınıfına ihanet etmiştir.
Sınıflardan söz ederken, gelir düzeyine göre bazı yanlış anlaşılmalara mahal vermemeye özen göstereceğiz. Örneğin, yüksek ücretli işçiler, orta sınıf ya da küçük burjuva değildir, proleterdir. Aynı şekilde geçimini zor kazanan bir avukat ya da muayenehane işyerinin kirasını ödeyemeyecek durumda olan bir doktor, proleter değil, küçük burjuvadır. Çok düşük gelirli de olsa, bir terzi bir dükkân sahibi küçük burjuvadır. Ancak bu tür iş ve meslek dağılımına konu olanlar, kendilerini proleterlerin üstünde görme alışkanlığına sahiptirler. Kapitalist kadar zengin olan bir avukat, mühendis ya da doktor kapitalist değil, küçük burjuvadır. Bir proleterin ailesi de proleterdir. Yine aynı şekilde çalışma gücünü kaybetmiş yaşlılar, emekliler, çalışma döneminde hangi sınıfın mensubuysalar, emeklilik döneminde de o sınıfa mensupturlar. Emekli işçiler, işçi sınıfının önemli bileşenlerindendir. Bu hususu belirtikten sonra sınıflarla ilgili analizlere geçebiliriz.
Marks, sınıfları bölüşüm ilişkileri ile tanımlayan klasik yaklaşımları eleştirerek şu soruyu sorar: “Ücretli emekçileri, kapitalistleri ve büyük toprak sahiplerini üç toplumsal sınıf haline getiren şey nedir?” [8] Sınıfların gelir çeşitlerine göre bölünmesinin yüzeysel yaklaşımı ile ilgili soruya verdiği cevapta şu ifadeyi kullanır: “İlk bakışta gelirlerin ve gelir kaynaklarının özdeşliğidir.” Marks’a göre bu doğru değildir. Eğer doğru olsaydı; “… tabipler ve devlet memurları, iki ayrı toplumsal gruba ait oldukları… için iki ayrı sınıf oluşturmaları gerekir”di. “Aynı şeyin, toplumsal işbölümünün, emekçileri olduğu kadar, kapitalistler ile büyük toprak sahiplerini de -örneğin bu sonuncuları, bağ bahçe sahipleri, çiftlik sahipleri, orman sahipleri, maden sahipleri, dalyan sahipleri gibi- sonsuz türde çıkar ve statü gruplarına parçalanması için geçerli olması gerekir.”di. [9] Marks’a göre gelir kaynağı sınıfların oluşumunda neden değil, sonuçtur. Bunu söylerken de sınıflar içindeki çıkar grupları ile statülerini göz ardı etmemiştir. Sömürü ilişkilerini temel alan yaklaşımı, statü, çıkar ilişkileri ve katmanları aşan bir sınıf kavrayışını gerektirmektedir. Burjuva ekonomistlerine göre yoksulluğun çaresi, işçi sınıfının lehine yapılacak bir takım yasal tedbirlerle mümkündür. Bu takdirde her şey güllük gülistanlık olur. Oysa bölüşüm ilişkileri bağımsız, kendi kendini belirleyen bir ayırım değil, onun üretim ilişkilerinin bir türevi ve sonucudur. Dolayısıyla yoksulluğun ve sınıflar arasındaki eşitsizliğin üretilen zenginliğin bölüşümüne indirgenemez. Bölüşümün genel perspektifini ve karakterini üretim araçlarının mülkiyeti tarafından belirlenen üretim ilişkileridir. Diğer bir deyişle sınıflar arasındaki eşitsizliğin kaynağı üretim ilişkileridir. Sınıflar kaldırılmak isteniyorsa bölüşüm ilişkilerinde yapılacak değişiklikle değil, köklü değişikliklerle ortadan kaldırılabilir ki bu da Marksizm’in sınıf analizinin temelidir.
“Sınıflar, tarihsel olarak belirlenmiş bir toplumsal üretim sisteminde işgal ettikleri yerle, üretim araçlarıyla olan, (çoğu durumda sabit ve yasayla formüle edilmiş) ilişkileriyle, emeğin toplumsal örgütlenmesi içindeki rolleriyle ve dolayısıyla, kullandıkları toplumsal zenginlik payının boyutları ve bunu elde etme biçimleriyle birbirinden ayrılan geniş insan gruplarıdır.”
Lenin, sınıfları belirleyen 4 unsura vurgu yapmıştır.
- Tarihsel olarak belirlenmiş bir toplumsal sistemdeki yerlerine,
- Üretim araçlarıyla olan ilişkilerine,
- Emeğin toplumsal örgütlenmesindeki rollerine,
- Elde ettikleri toplumsal zenginlikteki paya ve bu payı elde ediş yöntemlerine.
Lenin’e göre temel gösterge, bir sınıfın üretim araçlarıyla olan ilişkisidir. Bir toplumsal grubu, her türlü ayrıcalığa sahip bir sınıf haline getiren üretim araçları sahipliğidir. Üretim araçlarına yabancılaşma ise bir toplumsal grubu, çoğunluğun yoksullaşıp, haklarından mahrum bırakıldığı ezilen bir sınıfa dönüştürür.
1848 tarihli Komünist Manifesto’da kapitalizmle birlikte toplumsal üretimin etkin hale gelen modern sınıfların tanımlanmasında şu ifadeler kullanılmıştır:
“Feodal toplumun çökmesiyle oluşan modern burjuva toplumu, sınıf karşıtlığını ortadan kaldırmış değil. Yalnızca, eskilerin yerine yeni sınıflar, yeni ezme koşulları, yeni mücadele biçimleri getirmiştir.
“Ne var ki burjuvazinin dönemi olan çağımızın başlıca özelliği, sınıf karşıtlıklarını basitleştirmiş olmasıdır. Giderek toplumun tümü birbirine düşman iki safa, birbirine doğrudan karşıt iki büyük sınıfa ayrılıyor: Burjuvazi ile proletarya.”[10] Manifesto’nun son baskısında Engels şunları söylemişti: “Burjuvazi deyince, toplumsal üretim araçlarının mülkiyetini elinde bulunduran ve ücretli emeği sömüren modern kapitalistler sınıfını anlıyoruz. Proletarya, deyince ise, kendi mülkiyetinde üretim aracı bulunmadığından, yaşayabilmek için işgücünü satmak zorunda olan modern ücretli işçiler sınıfını anlıyoruz.” Manifesto’da proletarya ve kapitalist sınıf hakkında bilgi verildikten sonra arada kalanlar hakkında da şu ifadelere rastlıyoruz: “Bugüne kadarki küçük orta kesimler, küçük sanayiciler, küçük tüccar ve rantiyeler, zanaatçı ve köylüler, tüm bu sınıflar, kısmen küçük sermayeleri büyük sanayiye yetmediğinden büyük kapitalistlerle rekabet edemedikleri için, kısmen de ustalıkları yeni üretim tarzları karşısında değer yitirdiği için, proletaryanın içinde bulurlar kendilerini. Böylece proletaryaya, toplumun her sınıfından katılım olur.” Bu nedenle kapitalist üretim ilişkilerinin yeniden ürettiği küçük çapta meta üreticilerinden tutun da ara sınıf, tabaka ve diğer fraksiyonlar varlığını korumaktadır. Küçük burjuvayı oluşturan küçük toprak sahibi, küçük esnaf, tüccar vb. kesimlerin kapitalist tekelleşme sonucunda işçi sınıfına dönüşme eğilimindedirler. Küçük bir kesimi de eğer başarabilirse burjuvaziye kayma eğilimini gösterebilirler.
Marks, üretim ilişkileri içinde üretim araçlarının sahipliği temelinde gelişen karşılıklı ilişkileri temel almıştır. Bu açıdan İngiltere özgülünde yaptığı çalışmalarda üç ana sınıfa dikkat çekmiştir, bunlar işçi sınıfı, kapitalist sınıf ve toprak sahibi sınıftır. [11] Yanında işçi çalıştırmadığı halde sermaye birikimine dâhil olan küçük meta üreticileri, kendi küçük mülkiyeti üzerinden kendi emeği ile üretim yapan “küçük burjuvazi” sınıfı, ara sınıf olmakla birlikte geçmişten günümüze güncelliğini korumaktadır. Küçük burjuvazinin varlığı, burjuva demokratik devrimini tamamlamamış sömürge ve yarı sömürge tipi ülkelerde küçümsenmeyecek boyuta ulaşmıştır. Günümüzde kapitalizm, Marks’ın işaret ettiği gibi sermaye birikimi açısından iki temel sınıftan oluşmaktadır. Bunlar işçi sınıfı ile kapitalist sınıftır. Bu iki sınıf arasında temel olmayan bir sınıf daha vardır. Bu sınıf giderek iki temel sınıfa doğru hızlı adımlarla koşan küçük burjuvazidir. Marks, hiçbir zaman orta sınıftan bahsetmemiştir.
Devlet Bürokrasisi
Marksizm’in vazgeçilmez kazanımlardan biri, devletin sınıf karakterini kuşkusuz biçimde ortaya koymuş olmasıdır. Devrimci proletaryanın sınıf mücadelesi açısından bu nirengi noktasıdır. Kapitalist bir ülkede burjuva devletinin yıkılmasını hedef olarak almayan hiçbir hareket, işçi sınıfının ve onunla birlikte toplumun emekçi ve ezilen çoğunluğunun kurtuluşunu sağlayamaz. Devlet hizmetinde maaşlı/ücretli çalışanlar “devlet bürokrasisi” kavramı içinde yer alır. Bürokrasi, devletin yetki ve gücünü kullanırken devlet adına karar verme yetkisine sahip yöneticilerden oluşmaktadır. Bir müsteşar veya genel müdür, yargıç, savcı, vali, kaymakam, polis müdürü, belediyenin üst düzey yetkilisi, özel sektör içinde kamu işletmesi işçisi, vergi memuru, tapu müdürü/memuru veznedar, öğretmen, hemşire, otoyol gişe görevlisi, hizmetli vb. kişiler bu kategoride yer alır. Devlet adına karar alma yetkisi müsteşarlar, genel müdürler, yargıçlar ve savcılar, valiler ve kaymakamlar, polis müdürleri vb. grupta yer alan yetkililere aittir. Sadece bunlar devlet bürokrasisi tanımına uygun yetkililerdir. Bürokratik hiyerarşi yukarıdan aşağıya doğru indikçe, sınırlar giderek daralır. Örneğin ordu, jandarma, polis türü militarist güçler içinde bürokrasi kategorisine dâhil unsurların bir hayli alt kademesine kadar uzanır. Oysa üniversite, okul, hastane vb. bürokrasi hiyerarşinin yalnızca üst kademeleri ile münhasırdır. Bu nedenle devlet bürokrasisinde hiyerarşi sınırı oldukça karmaşıktır. Aşağıda bir sınıf olarak görülen proletarya tartışılırken, kamu işçisinin ve devlet memurunun önemli bir bölümünün proletaryanın bileşenleri olduğu kuşkusuzdur. [12]
Devletin merkezi Engels’in deyimiyle “silahlı adamlar”dan oluşur. Ordu, polis, istihbarat ve cezaevi sistemi, devletin çelik çekirdeğidir. Subaylar, polisteki rütbeliler, istihbarat elemanları, vb. devlet bürokrasisinin birer unsurudur. Bu salt merkez ile sınırlı değil, taşra teşkilatı da bu unsura dâhildir.
Kapitalist sistemin hâkim olduğu toplumlarda devlet bürokrasisi, burjuvazinin egemenliğini korumak, onun emrinde ve hizmetinde olan bir toplumsal bir katmandır. Tıpkı devletin bizzat kendisi gibi bürokrasisinin maddi çıkarları burjuvazinin hâkim olduğu toplumun işlevini ve bekasını korumakla görevli olduğu gibi… Çünkü burjuva devletinin bekası, kapitalist sisteminin bekasına ve geleceğine bağlıdır. Dolayısıyla ulusalcı sol kesim, revizyonistler, sol liberaller, sosyal demokrat geçinenler, sol gösterip sağ vuranlar bilerek ya da bilmeyerek bu bekanın idamesi anlamında Türkiye’de solun bulanıklaşmasında önemli rol oynamışlardır. Aslında bu olgu, Osmanlıdan gelen bir gelenektir. Osmanlıdan bu yana devlet bürokrasisi bu temel üzerinde kurulmuştur. Osmanlı bürokrasisi, sosyo-ekonomik temelleri farklı olan toplumsal bir gruptu. 1923 tarihinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti tüm birimleriyle kapitalist bir devlet bürokrasisidir.
Çoğu aydın geçinen yazarlarımızın iddia ettiklerinin tam tersine devlet bürokrasisi bir sınıf değildir. Sınıf, üretim araçları üzerindeki mülkiyet temelinde tanımlanır. Mülkiyeti olanlar kapitalist, olmayanlar ve bunu emeğiyle çoğaltan, artı-değer katan proletaryadır. Dolayısıyla bürokrasi mensuplarının üretim araçları üzerinde mülkiyet hakkından yoksun olmaları nedeniyle konumlarını her an yitirme tehlikesiyle karşı karşıyadırlar. Burjuvazi geleceğini miras yoluyla kendi soyuna üretim araç ve gereçlerini aktarma hakkına sahiptir. Miras hakkı özel mülkiyetin asli unsurudur. Önemli bar mevkide oturan bürokratın kendi konumunu miras yoluyla kendi soyuna aktarma hakkı yoktur. Bürokratın maaş ve ücretlerin dışında başka bir maddi geliri yoktur. Ancak Sungur Sarvan’ın deyimiyle yolsuzluk bürokrasinin burjuva toplumuyla bütünleştirilmiş ana mekanizmasıdır. Devlet bürokrasisinin tüm alan ve kademelerinde nimetlerinden yararlanmanın sistematik yolu ancak yolsuzluktur. Devlet adına karar verme kriterinin yanına yolsuzluk/maaş oranını ekleyebiliriz. Türkiye’de tek adam rejiminde yolsuzluk, rüşvet, irtikâp had safhaya ulaşmıştır. Gerçi tek adam yönetimi öncesinde de vardı. Ancak “yeter artık!” dedirtecek durumu bugünlerde net bir şekilde görebiliyoruz. Yolsuzluk oranı ne kadar yüksekse memuru bürokrat olarak nitelemek anlamlı olur, ne kadar düşükse o kadar sıradan bir kamu çalışanı olarak görülebilir. Dolayısıyla yukarıda da bahsettiğimiz gibi bürokrat, emek gücünü satarak değil, kendini, yetkisini ve kişiliğini satarak zenginleşir.
Burjuva işçiler ve İşçi Bürokrasisi
Lenin’in Engels’in bahsettiği işçi aristokratlarına verdiği addır, burjuva işçiler… 1840’lar ve müteakip yıllarda İngiltere’de işçi sınıfının belirli katmanları işverenlerle anlaşarak ve hatta sömürge ülkelerden yapılan yağmalardan kemik artığını alarak düşük ücretle satan işçi temsilcilerine verilen addır. Aynı şekilde I. Emperyalist Paylaşım Savaşı ile birlikte bu katmanlar tamamıyla düzenin yanında yer almaya başladı. Lenin, düzenin saflarına geçen fırsatçı, reformist, sosyal şoven akımının maddi temelini emperyalist ülkelerin işçi sınıfının aristokratlarında buluyordu. Lenin’in işçi aristokrasisi kavramı geldiğimiz 21. Yüzyılda hala bütün güncelliğini koruyor. Bugün Türkiye gibi ülkelerde hala milyonlarca işçi kayıt dışı ve sağlık koşullarından yoksun, karın tokluğuna çalışıyorsa, en büyük sorumlu farklı bir görünüm arz eden bu katmanlardır. Bunlar ister kamuda, isterse özel sektörde olsun, ileri teknolojiyle çalışan sendikalaşmış büyük işyerlerinde istihdam edilen kadrolu işçilerden oluşmaktadır.
İşçi bürokrasisi farklı bir katmandır. İşçi sınıfının bir parçası olmakla birlikte sınıfın üstüne yükselmiş bir katmandır. Burada bahsetmek istediğimiz işçi sendikalarıdır. İşçi sendikaları Türkiye gibi sömürge ve yarı sömürge tipi ülkelerle emperyalist ülkelerde işçi sınıfının devrimci sınıf mücadelesi yürütmesinde işçi partileriyle birlikte hareket etmesi gerekirken ne yazık ki işçi sınıfını düzen adına kontrol altında tutan gerici siyasal bir odak haline gelmiştir. Kraldan daha çok kralcı bir tavır sergilemişlerdir. Sahip olduğu ayrıcalıklardan kaynaklı olarak mevcut düzenin sürmesinde etkin rol oynamaktadır.
Sendika bürokrasisi yalnızca işçi hareketinin ekonomik temeldeki hak alma mücadelesini baltalamakla kalmayıp, onu burjuva politikalar etrafında saflaştırmaya ve siyasal bilincinin gelişmesinde duvar görevini görüyor. İşçi sendikalarının yasaların ve sendika tüzüğünün işleyişi, eğilimleri üzerinden güvence altına alınan ve düzen tarafından sunulan maddi ve manevi ayrıcalıklarla mensubu olduğu sınıfa ihanetten başka bir işlevi yoktur. Bunlar sadece işbirlikçi değil, aynı zamanda uzlaşmacı, kendi sınıfına ihanet eden, mücadeleden kaçan türlerdir. Bu tür sendika başkanlarının maaşları aylık 30.000 ile 50.000 lira arasında değişmektedir. Yani bir bakanlık müsteşarından daha fazla maaş almaktadırlar. Altlarındaki lüks makam araçları da cabası. Bu türlerin işçilere ve mensubu olduğu işçi sınıfına ne gibi yararı olabilir? Türkiye’nin yapısına uygun sendika ağaları tanımı yerinde kullanılmıştır. Bu sendikalar olduğu sürece işçi sınıfı kendi demokratik hak mücadelesi, grev ve gösteri haklarından tamamen yoksun, burjuvazinin kölesi olarak çalışmak zorundadır. Bu nedenle sendikaların demokratik bir işleyişe kavuşturulmadan bu bürokrasi belasından kurtulması düşünülemez.
İşçi aristokrasisi karşı-devrimci bir güç değildir. Buna karşılık işçi bürokrasisi, özel olarak da sendika bürokrasisi, maddi varoluş tarzı nedeniyle işçi sınıfının üzerinde yer almaktadır. Proleter yaşam tarzının dışına çıkmıştır. Düzene sıkı bağlarla bağlanmıştır. İşçi sınıfının talepleri doğrultusunda mücadele etmek zorunda kalsa bile kapitalist düzenle bütünleşmiş olduğundan dolayı karşı-devrimci bir güç haline gelmiştir.
Türkiye’de mevcut koşulların işçi aristokrasisinin oluşmasını mümkün kılmamakla birlikte bunun yerine sendika bürokrasisinin devreye girdiğini görüyoruz. Sendika bürokrasisi, burjuvaziyle işbirliği içinde olduğu günümüzde fazla masrafa da mahal vermiyor. Ayrıca Burjuva hükümetleri de işçi aristokrasisin tüm görevlerini eksiksiz yapabiliyor. Bir milletvekilinin ya da bir devlet yetkilisinin devreye girmesi sorunu giderebiliyor. İşçi sınıfı siyasal iktidar ya da temsilcileri aracılığı ile kapitalist sınıfa peşkeş çekilebiliyor. Bu arabuluculuk işlemlerinin burjuvaziye çıkardığı fatura oldukça düşüktür. Geçtiğimiz aylarda Ankara’ya yürümek isteyen maden işçilerini ikna eden bir milletvekiline verilen villa, araba ve cep harçlığı işveren için fazla pahalı sayılmamalı.
Konunun fazla uzamaması ve dağılmaması için orta ve alt kademe yöneticiler, yarı proleterler, işsizler ve kent yoksulları, lümpen proletarya, özel toplumsal kategoriler içinde yer alan aydınlar ve öğrencilerle ilgili analizleri bir başka makalede ele alacağız.
Sınıfsal mücadele
Sınıfları bir iki paragrafla özetleyecek olursak: İşçi sınıfı olarak adlandırılan “proletarya” emperyalist ülkelerde ezici bir çoğunluk sağladığı halde bizim gibi ülkelerde saflarını genişletmeye yatkın bir görünüm arz ediyor. Proletarya, devrimin motor gücüdür. Birçok toplumsal katman her ne kadar proletaryanın bir parçası olarak görünse bile başka sınıfın konumlarının baskısını üzerlerinden atamamıştır. Proletarya tek parça ve baştan bileşik bir sınıf da değildir. Proletarya emeğini satmak zorunda olan, özel mülkiyeti, üretim araç ve gereçleri olmayan emekçi sınıfıdır. Üretimdeki ekonomik rolü nedeniyle bütün emekçi ve sömürülen kitlelerin önderi olma yeteneğine sahiptir. Kapitalist toplumun tek devrimci ve ilerici sınıfı olarak sanayi proletaryası, köylülüğün emekçi kitlelerini ve nüfusun tüm sömürülen tabakalarını kendi etrafında toplama ve devrim yapma gücüne sahip yegâne sınıftır.
Devrimin motor gücü olan proletaryaya karşı burjuvazinin dört yıldızlı generali konumundaki küçük burjuvazi bir karşı devrimci olarak kullanılmaya çalışılmıştır. Fransız devriminde burjuvazinin dükkânlarını yağmaladığı, senetlerini icraya verdiği küçük burjuvazi, proletaryayı arkadan hançerlemiştir. Konumu itibariyle küçük burjuvazi proletarya ile burjuvazi arasında sıkışmış ara sınıftır. Mülk sahibi olması itibariyle bir yandan kapitaliste, diğer yandan ise kendi işgücünü harcadığı için de işçiye benzemektedir. Modern sanayi toplumunda küçük burjuvazi, yapısal özellikleri, yaşam tarzı ve standartları açısından oldukça karmaşık bir sınıftır. Küçük burjuvazi ya proletaryanın ya da kapitalistlerin peşinden gitmek, bu iki temel sınıftan birinin hegemonyası altına girmek durumundadır. Ancak orta yol çırpınışları hala devam etmektedir. Maksim Gorki, küçük burjuvalar üzerine kaleme aldığı yazısında kişilik bozuklukları olarak kabul edilen paranoya veya şizofreni gibi kimi psikolojik hastalıkların aslında kapitalizmin yarattığı bir toplumsal sorundur ve bundan en çok mustarip olan kesim de küçük burjuva kesimidir, demişti.
Burjuvazi yukarıda bahsedildiği gibi artı-değer ile geçinen, işçi sınıfını iliklerine kadar sömüren ve günümüzde egemen konumunda olan bir sınıftır. Marksizm iki temel sınıftan bahseder, bunlardan biri proletarya, diğeri kapitalist sınıftır. Burjuvazi, kapitalist sınıfın ta kendisidir. Mülkiyeti, üretim araç ve gereçlerine sahip büyük sermayedarlardır. Türkiye’de büyük kapitalist sınıf, emperyalist ülkeler gibi değilse bile ticarette, inşaat sektörlerinde, aracılık ve komisyonculukta uluslararası tekelci burjuvazi bağımlı ya da yarı bağımlı egemen bir sınıfı oluşturmaktadır. Burjuvazinin yönetim aygıtı devlettir. Devlet, sınıfsal özellik olarak kapitalist sınıfının elinde, işçi sınıfını, köylü kesimini boyunduruk altında tutmak ve ezmek için bir araçtır. Bu yönüyle devlet kapitalist sınıfının yürütme kuruludur. Burjuva anayasası, mülk sahibi sınıfların işine gelen ve onlar için yararlı olacak toplumsal koşulları pekiştirmeyi amaçlar. Kapitalist toplumun temelini, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti, kutsal dokunulmaz ilan eder. Emeğin, sermaye tarafından sömürülmesi düzenini korumak ve pekiştirmek için bütün araçlarla çaba gösteren unsur, burjuvazinin diktatörlüğünün ta kendisidir.
Burjuva sınıfı ve Burjuva devleti ile ilgili ayrıntılı irdelemeyi bir başka makaleye bırakarak, sınıf mücadelesine dönelim.
Modern kapitalist çağda proletarya yoksa emek sömürüsü de yoktur, artı-değer de yoktur, sermaye de yoktur. Sömürü, işçi sınıfıyla burjuvazi arasındaki ilişkinin temelidir. Sömürü, işçinin ağır koşullarda çalıştırılması, yokluğa ve yoksulluğa düşürülmesi pahasına başvurulan bir yöntemdir. İşçi sınıfının yaşam koşullarını iyileştirmek için ayrıca bir mücadele vermesi zorunludur. Sınıf mücadelesi, yaşam ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi mücadelesinden ibaret değildir. Engels, proletaryanın temel mücadele biçimlerini sınıflandırırken ekonomik, ideolojik ve siyasal mücadeleyi temel almıştır. Komünist Manifesto, “her sınıf mücadelesi, siyasal bir mücadeledir” düşüncesini ileri sürerek, bu mücadelenin ulus çapında bir mücadele halini alması gerektiğini işaret etmiştir.
İşçi sınıfının mücadelesine ekonomik ve siyasal mücadele olarak baktığımızda temel özelliklerinden söz etmeden geçemeyeceğiz. Ekonomik mücadele, sendikalar ve meslek örgütleri aracılığı ile yürütülür. Buna, ekonomik mücadele biçimi, toplu sözleşmeler, grevler vb. gibi eylemler dâhildir. Diğeri siyasal mücadeledir. Bu mücadeleyi de proletaryanın sınıf savaşımını organize eden partidir. Parti, işçi sınıfının nitelikli unsurlarını, deneyimini, devrimci ruhunu, proletarya davası uğruna örgütlü bir mücadele yürütür. Parti olmadan işçi sınıfının burjuvaziye karşı savaşımı mümkün değildir. Militarizme karşı verilecek mücadele de siyasi mücadele kapsamında irdelenebilir. İdeolojik mücadele iki karşıt sınıfın iktidar olma mücadelesi veren iktidar olma mücadelesidir.
Sonuç olarak, burjuvazi ve proletarya, kapitalist toplumun ana sınıflarıdır. Kapitalist üretim tarzı var olduğu sürece bu iki sınıf birbirine kopmaz şekilde bağlıdır: Burjuvazi, ücretli işçileri sömürmeden yaşayamaz ve zenginlik sağlayamaz; proletarya, kapitalistlerin yanında çalışmak zorundadır. Aynı zamanda proletarya ve burjuvazi, çıkarları birbirine karşıt düşen ve uzlaşmaz olan antagonist sınıflardır. Kapitalist toplumun egemen sınıfı, burjuvazidir. [13] Kapitalizmin gelişmesi, sömürücü azınlıkla sömürülen çoğunluk arasındaki sınıf mücadelesi, kapitalist toplumun çelişkilerinin derinleşmesine yol açar. Proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesi, kapitalist toplumun itici gücünü oluşturur.
Tarih sınıf mücadelelerinin tarihiyse, diyor Marks, yalnızca sınıf mücadelesi buna son verebilir. [14]
“Eğer proletarya, burjuvaziyle savaşımında, koşulların zorlamasıyla, kendisini bir sınıf olarak örgütlemek zorunda kalacak, bir devrim yoluyla kendisini egemen sınıf durumuna getirecek ve egemen sınıf olarak eski üretim ilişkilerini zor kullanarak ortadan kaldıracak olursa, o zaman, bu ilişkilerle birlikte, sınıf karşıtlıklarının ve genel olarak sınıfların varoluş koşullarını da ortadan kaldırmış ve böylelikle bir sınıf olarak kendi egemenliğini ortadan kaldırmış olacaktır. Sınıflarıyla ve sınıf karşıtlıklarıyla birlikte eski burjuva toplumun yerini, her bir kişinin özgür gelişiminin herkesin özgür gelişiminin koşulu olduğu bir birlik alacaktır.” Diğer bir deyişle sınıf mücadelesinin zorunlu sonucu sınıfsız toplumdur.
Sömürüsüz bir dünya ancak işçi sınıfının burjuvaziye karşı mücadelesinin zafere ulaşmasıyla kurulabilir. Proletarya, bütün ezilenleri ve tüm insanlığı ancak örgütlü mücadelesi ile kurtaracaktır.
Sınıfsal mücadele, sınıfsal öğreti ve sınıf bilinci temeli üzerine kuruludur. Sınıf bilinci olmadan sınıf mücadelesi düşünülemez. Sınıfsal bilinç bireysel bir sorun değildir. Sınıfın maddi üretim yapısındaki konumuyla ilişkili bilinç durumudur. Dolayısıyla toplumsal bilincin yerleştirilmesi konusunda örgütlenme olgusu temel ilke olmalıdır. Sınıf bilinci ayrı bir konu olarak incelenebilir.
Not
Bu makalede “sınıf mücadelesi” genel çerçevede özet olarak verilmiştir. Sınıf savaşımında temel alınan ekonomik, politik ve ideolojik mücadeleyi bir başka yazıda irdelemeye çalışacağız.
[1] Karl Marks ve Friedrich Engels (1998) Komünist Manifesto, Çev. Yılmaz Onay, Evrensel Basım Yayın, İstanbul, sf. 9.
[2] Karl Marks ve Friedrich Engels, Komünist Manifesto (s.116)
[3] İsa Demir, Türkiye’de sınıflar (syf. 15)
[4] Anıl Başaran, Sınıf Kavramının Kökeni ve Politik Ekonomik Bir Mukayese (Politik Ekonomik Kuram, 2017, Cilt 1 s. 231)
[5] Karl Marks (1995) “Joseph Weydemeyer’e mektup / 5 Mart 1852”, Seçme Yazışmalar, Karl Marks ve Friedrich Engels, Çeviren: Yurdakul Fincancı, Ankara: Sol Yayınları, sf. 72-76.
[6] Arif Koşar, Marks’ın sınıf kavrayışı, temel çizgileri ve güncelliği (Teori ve Eylem Dergisi, 9 Mayıs 2018)
[7] a.g.e s.6
[8 Karl Marks, Kapital cilt 3, sayfa 775
[9] Karl Marks, a.g.e sayfa 776
[10] Karl Marks, Engels, Friedrich (2016) Komünist Manifesto s. 43
[11] Arif Koşar, a.g.e
[12] Sungur Savran, Sınıfları haritalamak: Sınıflar birbirinden nasıl ayrılır?
[13] Bir kavram: Burjuvazi (Evrensel Gazetesi, 17 Kasım 2016
[14] Karl Marks ve Friedrich Engels, a.g.e nihai bölüm.
- Irkçılık - 31 Aralık 2022
- Azgelişmişlik Üzerine (3) - 26 Kasım 2022
- Azgelişmişlik Üzerine (2) - 12 Kasım 2022