Bugün AKP hızla kemik tabanına doğru daralıyor. O tabanın takriben %20’lik bir toplama denk düştüğünü söyleyebiliriz. Kendini Erdoğan ile var eden, yalnızca yandaş kanallardan haber, yorum takip eden, AKP giderse küçük büyük elindekini yitireceğini düşünen bir %20 bu. Diğer AKP seçmeninin büyük bir kısmı merkez sağ kökenli ve bir süredir kendine yeni adres arıyor. CHP’ye oy vermeye eli gitmeyen, İyi Parti’ye türlü nedenlerle meyletmeyen seçmen grubu AKP’nin çekirdek oy oranından fazla bir toplama karşılık geliyor. Kamuoyu araştırmalarına göre her üç AKP seçmeninden biri kurulacağı ileri sürülen yeni partiye sıcak bakıyor. Tek başına bu sonuç bile AKP’nin rıza üretemediğini ve siyaseten kaybetmeye mahkûm olduğunu özetliyor.
Bununla beraber AKP’nin erimesi kendisinden çıkacak bir siyasi oluşumun başarılı olacağının garantisi değil. Kol kırılır yen içinde kalır diyerek yıllarca susan ve o karşılığında hayatına pürüzsüz devam eden AKP’lilerin şimdi konuşması haklı olarak “daha önce neredeydiniz” tepkisiyle karşılanıyor. Davutoğlu’nun “ben Erdoğan’a söylemiştim” çıkışlarının bu nedenle toplumsal bir karşılığı yok. Kuracağı partinin, adres arayan AKP’lilere cazip gelme ihtimali de fazlasıyla düşük. Üstelik yeni parti teşebbüsü yalnızca AKP’den kopan seçmenle siyasi hayatta iddia sahibi olamaz. Babacan-Gül kanadı bu gerçeği gördüğünden vitrininde liberallerin ve hatta sosyal demokratların olduğu “ANAP tipi” bir projenin peşinde.
Hem Erdoğan’ın hem de AKP’nin güç kaybetmesi farklı tepkilere neden oluyor. Bunlardan biri yaşanan gerilemeyi inkâr etmek ve Erdoğan sanki eski gücündeymiş gibi “makyaj” tazelemek. Sözünü ettiğimiz tavrın bürokraside de parti kadrolarında da örnekleri var. 15 Temmuz anmasını Erdoğan ve AKP için propagandaya çeviren Yozgat valisi ya da 30 Ağustos’un halkın genelini ilgilendirmediğini ileri süren ve İslamcı rövanşizme kaldığı yerden devam eden Bursa BB Başkanı “kaybetmedi” gibi yapanlardan… Fakat aldıkları tepki dahi ülkenin 23 Haziran öncesinden farklı bir yerde olduğunu gözler önüne seriyor.
AKP’nin “devlet ile milleti barıştırmak” dediği şey aslında parti-devlete gidiş hikâyesiydi. Ne de olsa onların nazarında devleti temsil eden bürokrasiydi ve o bürokrasi “halka yabancı” çünkü laikti. “Ceberut devlete karşı sivil toplum” tezini tekrarlayan liberal kanat AKP’nin bürokrasiye diz çöktürme vaadini destekledi. Yüksek yargıyı da orduyla aynı “vesayet” torbasına attı. Hâlbuki o yargı neoliberal politikaların fütursuzca uygulanmasına set çeken tek mekanizmaydı. Fethullahçı destekli 2010 referandumu yürütmeyi yargı denetiminden büyük ölçüde azat ederek çalışanların haklarını ve kamu yararını gözeten yargı kararlarını da sınırladı.
Tek adam rejimi kurulurken yüksek yargının başındakiler Saray’a biat ettiler. Bu yalnızca Erdoğan’ın önünde cüppe kapatmak değildi aynı zamanda yandaş sermaye başta olmak üzere Saray’ın çevresi lehine karar vermek demekti. Bürokrasiyi bir tehdit olarak gören AKP kendi bürokrasisini inşa edince devletin milletle kucaklaştığını iddia etti. Ama bu “kucaklaşma” halkın soyulması, fakirleşmesi, özgürlüklerinden olmasıyla eşanlamlıydı.
İktidar blokunun sallandığı şu günler, bürokrasi içinde özellikle de yargıda tek tük itirazların duyulmaya başladığı bir döneme işaret ediyor. İstanbul seçimlerinin gasp edilmesine şerh düşen YSK üyeleri belki de bir başlangıçtı. AKP’nin gözde sermayesi Cengiz İnşaat’ın AYM başvurusunun reddedilmesi, Yargıtay Başsavcılığı’nın Cumhuriyet çalışanları için beraat talep etmesi “rüzgâr döndü mü” sorusunu sordurtuyor. Buna evet demek için henüz çok erken. Ancak 23 Haziran’ın haklar ve özgürlükler anlamında İstanbul’u aşan olumlu etkileri olduğu yadsınamaz.
İktidardaki gerilemeyi S-400 ve Doğu Akdeniz krizinde olduğu gibi Amerikancı bir restorasyonla ikame etmek isteyenler her geçen gün çoğalıyor. “Muhalif” görünen uluslararası medya egemen güçlerin sözcülüğünden öteye gitmiyor. Rus yanlıları Erdoğancılık oynuyor diğerleri kemer sıkma politikalarıyla tüm krizin yükünü halka yıkmak isteyen iktidarın alternatifi olarak IMF’cileri işaret ediyor. Yani birbirlerinden farkları yok. Gerçek manada bağımsızlıkçı solun sahada olması bu oyunu bozabilecek tek olasılık, ya bu gücü büyüteceğiz ya da “normalleşme” diye sağcılaşma hikâyesi anlatanlara meydanı bırakacağız.
- Yönetim krizinde son perde: Acemilik, kibir ve öfke - 14 Nisan 2020
- Özgür bir memleket için boykotun ötesine geçelim - 10 Şubat 2020
- Bir kuşak laikliğin değerini bu iktidar yüzünden öğrendi - 14 Ocak 2020