Politik Doğruculuk 2 

-ve uzun bir dipnot!

“…mahalle ile semt arasındaki farkların kalın duvarlar ve korumalarla belirlendiğinin farkına varmamdan birkaç sene sonra bir grup “sosyalist” arkadaşla toplum ve sağlık sorunlarının “sosyalist” bakış açısıyla irdeleneceği bir dergi çıkarmaya karar vermiştik. Kendimizi-mesleğimizi ifade etmenin bir aracı olacaktı bu dergi ve alanla ilgili söyleyecek çok şeyimiz olduğunu düşünüyorduk! En azından ben ya da birkaçımız. Büro tutmadığımız için evlerimizde toplanıyorduk ve yazıların okunması, onaylanması redaksiyonu için telefonlarımıza gereksinim duyuyorduk. Anlaşılacağı üzere bir anı paylaşımı yapmak üzereyim; eşi ile birlikte bir komünist partide, kendi alanlarında “mevki sahibi”  yeni evli bir çiftte ekipteydi.  İletişim için telefonlarını istedim. Verdiler. O zamanlar cep telefonu yoktu ve ev telefonları da bulundukları bölgeye göre başlangıç numarası alıyorlardı. Gayriihtiyari –bir gaflet anım olsa gerek- bu numaraya bakarak “…’damı oturuyorsunuz, bana yakınsınız” deyiverdim. Kadın olanı “biz öyle mahallelerde oturmayız” deyiverdi ve konu kapandı. Bir tepede konuşlanmış bir rezidanstaydılar. Kadın olanı bilimini Amerikan Üniversitelerine erkek olanı ise ülkenin büyük sermaye üniversitelerine pazarladılar. Gerçekten bu ülkenin komünistleri çok iyi pazarlamacı olabiliyorlar!” 

Dostum Tardu’nun, “Çöplük Sözlük” adını verdiği kitabının “mahalle” maddesini okurken bu anılar bende de benzer bir çağrışıma yol açtı. Yıllar boyu emek verdiğim kendisini “üniversite” olarak adlandıran bir think-tank te dekanın (!) odasında çok katılımlı bir sohbeti ve devamında işittiklerimi anımsattı onun bu yazdıkları. Legal komünist partilerle de sıkı –sempatik- ilişkisi olan ve bu türden ilişkileri ile kongre, konferans, yayın vs. olası bütün kendini göstermeye aracılık eden her yolu kullanarak akademide yükselmeyi bir biçim/biçem haline getirmiş iki genç ile katıldığımız sohbette Romanların hakları ve kültürel uyum sorunları gündeme geldiğinde “böyle bir sorunu tanımlamanın bile ırkçılık olduğunu” söylemişler ve ırkçılık yapmakla suçlamışlardı beni. Bir kenara not etmiştim bu suçlamayı; politik doğruculuktansa ırkçılıkla suçlanmayı kabul edebilirim onların “teorik” dünyasında. 

Anılar anıları çağırıyor: çok daha önce henüz yeterince yaşlanmamışken sahil kasabalarından birinin kıyı kahvesinde biz solcular her zamanki gibi “akşama” hazırlanma sohbeti yapıyorduk. Yan masadan orta yaşlarda bir köylü “hocam” diye seslendi masamıza “bir şey sorabilir miyim?” Ne büyük mutluluk, halkla içiçeydik işte! “Tabii” dedik “sevinçli bir coşku” halinde kabul ettik onun bu talebini. “Hep teorik teorik diyorsunuz; teorik ne demek?” Kısa süren, çok kısa süren suskunluğumuz masadaki genç akademisyen arkadaşımız bozacaktı: “Kuramsal”. İşte bu “politik doğruculuğun indirgenmiş bireysel halinin varacağı noktaydı, başka bir şey değil. 

Neyse konumuza, şu komünist akademisyenlere dönelim. Tuttukları evden çıkmışlar yeniden kentte ev aramaya başlamışlardı; “şöyle imkanlı”. Bir ev buldum onlara, bence son derece kabul edilebilir şartlarda, istedikleri şartların tümünü yerine getiren; belki biri hariç! Tıpkı Tardu’nun anılarındakine benzer biçimde reddettiler; kızgınlık ve hafiften hiddet olabilirdi reddedişlerinde ama gördüğüm o ki haftalar önce yaptığımız küçük tartışmayı çoktan unutmuşlardı. “Orası Romanlarında yaşadığı…” üstelik Roman’da demiyorlardı, ben yazıya aktarırken “”ırkçılık yapmamak için” öyle yazdım; “yere yakın, orada rahat edemeyiz.”

Tıpkı “avrupamerkezcilik” karşıtlığı yaparken yaşamını Paris ya da Brüksel’de sürdürmek gibi! Tıpkı kalkınmacı ideolojileri eleştirirken dünya bankasının finanse ettiği kalkınmacı düşünce kuruluşlarında memurluk yapmak gibi!

Bir soru: “politik doğruculuk” daha çok orta sınıf solcularda belirti veren müzmin bir hastalık mıdır?

Müzmin: Arapçadan gelen bir kelime. Süreğen anlamında!

Meseleyi “bireyselleştirirsek” varacağımız yer, vargımız ve yargımız yeterince nesnel olmayacaktır. Diğer taraftan “politik doğruculuk” meselesinin nesnellik gibi bir sorunu da yoktur.

Nesnellik mi; demokrasiyi tıpkı liberallerin ve doğal olarak sosyalistlerin tanımladığı gibi tanımlayan (!) üstelik oldukça geniş bir yelpazede yer alan sol onu seçime indirgemekte, oldukça ağrısız sızısız kolay bir alan değil mi, varoluşunun meşruiyetini kanıtlama çabası içine girmekte bir sakınca görmemektedir. Üstelik olmayacağı, gerçekleşme olasılığının onların kazanma olasılığı kadar olan seçimler. Kuşkusuz bu saplantılı hallerinin bilişsel olmayan nedeni seçim “durumunun” onların yegane sığınağı politik doğruculuklarına sınırsız imkanlar sunması. Kaç seçim önceydi anımsamıyorum, ancak her seçimde gerçekleşme olasılığı yüksek; ülkedeki legal komünist partilerden birininin “lideri”, vasat bir pop şarkıcısının kurduğu fan kulübün daha fazla üyesi olduğunu not edelim,  seçimlerde oy oranını en fazla arttıran partinin kendilerininki olduğunu büyük bir mutlulukla ifade ediyordu. sanırsın “kışlık saray yolculuğu” başlamak üzere. Bir önceki seçimlerde yaklaşık otuzbin olan oy sayısını otuzsekiz bine çıkarak yüzde yirmialtı arttırarak bu başarıya imza atmışlardı. Doğru söylüyordu. 

Politik doğruculuk temel gerçeğin tahrifatı ve mistifiye edilmesidir.

Bir radikalist olarak öteden beri iddiam odur ki komünist bir devrimin seçimle, işçi-emekçi mücadelesi ile vesaire vesaire ile, o tarihten öğrendiğimiz vesairelerle gerçekleşme olasılığı yoktur. Bu dendiği anda soldaki “doğrucu” söylemlerin sahiplerinin tümünün düşmanısınız demektir. Topyekûn bir yıkım beklemek ya da o durumu devrime öncelemek onların politik doğruculukla varoluşlarını beyhudeleştirdiği için düşmansınız onlara artık! Neyse “komünist devrim” meselesine hiç girmeyelim; “ir küçük burjuva olarak haddim olmadığını” söyleyeceklerdir ki, işte bu doğrudur! Onların “doğruluklarını” kabul ettiğim zaman benden bekledikleri “taraf tutmamdır.” Tarafsız olmam onların hakkımdaki yargılarını meşru kılar çünkü. “bokla tezek arasında seçim yapmamamı” bir yere kadar anlayışla karşılıyor olsalar bile “daha ciddi mevzularda” tavrımı koymam beklenir; bekledikleri tavır en azından kaydıyla meseleye politik doğrucu olarak bakmam, beyanımı öyle vermemdir. Onlar öyle davranırlar.  Putin’mi daha iyi Zelenskiy’mi? Yanlış bir sorudur bu ve bu sorunun yanıtında ama’lara yer olmamalıdır. Bu ve benzeri sorulardaki ama’lı yanıtlar ideolojik çıkmazı gösterir ve bunu aşmanın yegane yolu eğilip bükülmeden gerçeğimizi tartışlmaya getirebilmek olmalıdır. Bu “geleneksel” -geleneksel bu bağlamda her ne demekse- sol söylemin çok kolaylıkla –ve politik doğruculuğuna sığınarak- gözden çıkardığı ve küçük burjuva olarak tanımladığı “tarza” dönmekle mümkündür. Mülksüz küçük burjuva radikalizmi ile yol alarak.

Yerel şizoid hallere ait bir örneğe girmeden “küresel” ancak fazla yakın birkaç örnek üzerinden yanıtını tartışmayacağım kışkırtıcı sorularla devam edelim: Mısır’dan; Müslüman Kardeşler mi, Sisi’mi yoksa Mübarek’mi? Müslüman Kardeşler bir demokrasi ürünü olduğu için daha mı “iyi”? Tarih okumalarımıza göre (!) güçlü ve örgütlü bir sol’a sahip olduğu düşünülen İran’da sol’un sonuç itibarıyla Humeyni’ye net bir şekilde yenilip tarihten silimesinin nedenlerinden biride onun hatalı olarak devrim olarak adlandırdığı süreçteki politik doğruculuğu olmasın?

Unutmadan bizim sol yurt dışındaki tüm hareketleri yorumlamakta politik doğruculuğundan vaz geçmediği için her seferinde –üstelikte çok kısa bir zaman aralığında- toslamaktadır. Bunun kanımca en güzel örneği “Arap Baharı” adı verilen özgül karşı devrim sürecini devrim zannetmesidir; emperyalizmin çoklu tarafgirliğinde onun belirlediği taraflardan birisinin “daha iyi” olduğuna dair yanılgı. 

Bir soru daha: sorun Filistin Sorunu mu, İsrail Sorunu mu? 60’lı 70’li kuşakların aradığı romantizm mi? Asıl soru şu; pek dillendirilmek ve politik doğruculuk yapmadan yanıt vermekten kaçınılan: Filistin “hareketi” ne kadar devrimciydi, bir harekete solcuların sempati duyması o hareketi devrimci kılar mı, sempati politik doğruculuğun bir dışavurumu mudur? Devrimci olduğu iddia edilen süreçten geçen Filistinliler HAMAS ile El-Fetih arasında, dinci faşizim ile emperyalist ricat arasında bir tercih yapmış bu iki “partiye” topyekûn biat etmişlerdir. Yanlış olan nedir; yoksa sadece benim sorum mudur doğru olmayan. Artık İsrail mi kötü, Filistin mi diye sorarken çekinmemek gerektiği düşüncesindeyim. 

(Tv’lerde bir alt yazı geçiyor şimdi; konumuzla doğrudan ilişkili gibi… “Rusya’dan petrol ithalatını yasaklayan ABD Venezüella’ya yöneldi” şeklinde. Bizim kimi solcuların o çok sevdiği,  üstüne üstlük anti emperyalist ve solcu zannettiği, ucuz politikacılığın  en düşkün en dibe vurmuş halinin cisim bulmuş hali Maduro, ABD’nin bu “jestine” iyi niyet gösterisi yaparak yanıt vermiş: darbe kışkırtıcılığı ve casuslukla suçladığı Amerikalıları serbest bırakmış!)

Dipnot yerine; şu “Suriyeliler” meselesi ve eski bir yazı yeniden güncel… 

Bir hekim grubunun paylaşımı, “Suriyeliler” meselesinin ele aldığım konuda iyi bir örnek olabileceğini düşündürdüı. Ortak gruba düşen fotoğraf olasılıkla ya Gaziantep’te ya da Antakya’da çekilmişti ve üç Suriye “kökenli” “hekimin” (hekimin kelimesinin neden ayrı tırnaklandığı konumuzla doğrudan ilgili) Aile Sağlığı Merkezi açarak bölge halkına –sadece Suriyeliler değil- hizmet vereceklerine dairbir afiş. 

İthal ikameci sosyalist entelektüellerin Arap Baharı ya da  “devrim” diye adlandırdıkları süreç Suriye’de boka sarınca kem kümler başlamış Brüksel’deki abilerinden ya da La Monde Diplomatique şarapçılarından fikir desteği bekler olmuşlardı. Beklenen destek gelmedi, aslına bakarsanız onlarda ne diyeceklerini bilemez olmuşlardı anımsayın; hal böyle olunca politik doğruculuk imdatlarına yetişti ve kadim dostlarına başvurdular: insan hakları, halkların kardeşliği, ırkçılık, emperyalizm vs. vs. Ancak ne derlerse desinler mülteci konusunda olabildiğince az konuşmaya abartılı bir özen gösterdiler. Milyonlarca mülteci –gerçek sayı hakkındaki en doğru bilginin Beşar Esad’da olduğunu düşünüyorum- ülke sınırları içinde kontrolsüzce dağıtıldı ve bu sürece küresel emperyalizminin AB, Dünya Bankası, IMF, Dünya Sağlık Örgütü gibi uzantıları maddi ve manevi destek sunmakta imtina etmediler. Kuşkusuz eninde sonunda bu “savaşı” kazanacaklarını düşünüyorlardı.

Sonuçta Türkiye halkı Suriyeli mültecilerle –sayıları 5 ile 8 milyon arasında olduğu tahmin edilen- başbaşa kaldı. Şimdi iki soru: Türkiye’ye gelen Suriyelileri (tüm sonuçlarıyla birlikte) “istememek” ırkçılık mıdır. Örnek olsun; ülkesindeki savaştan “kaçarak” Türkiye’deki 100 nüfuslu X iline yerleştirilen ya da kendiliğinden bu ilde yaşamayı tercih eden ve bu tercihe onay verilen tümüyle farklı (dil, yaşam biçimi, kültür, görgü-görenek vs.) 20 nüfuslu Suriyelileri yaşadığı kasabada istememe hakkına sahip olamaz mı? Ülkesindeki savaştan kaçıp bir başka ülkedeki bir bölgeye-kasabaya-ile vs. yerleşen Suriyeli için bu yerleşim/göç bir insan hakkı olarak tanımlanıyorsa, onların yerleştikleri yerde yaşayanların üstelik kendi yurtlarında onları istememelerinin neden bir hak olarak tanımlanmaz hemen ırkçılık olarak damgalanır. Ve bağlantılı bir soru: bu ırkçılık damgalamasını yapan insan hakları guruları kanaat önderleri kendi ülkelerinde nasıl semtlerde yaşayıp nasıl bir yaşam sürmektedirler?

Bu yazının yazıldığı günlerde hekim camiası “giderlerse gitsinler, başkalarını buluruz, genç hekimler bize yeter”gibi bir beyanla sarsıldı.  Alışkın olmadıkları bir dışlanma. Bu kadarını da beklemiyorlardı. Politik doğruculuğa sımsıkı sarılan TTB (Türk Tabipleri Birliği / Türkiye değil!) bu sözler karşısında doğru bildiği yoldan şaşmayarak beklenilen tepkiyi tek tek ve kurumsal olarak vermekte gecikmedi. Öyle sanıyorum ki, boşalan hekimlerin yeri “Suriyeli hekimlerle” pekala doldurulabilir! TTB’nin politik doğruculuğundaki ısrarı nedeniyle buna itirazı olmayacağını sanıyorum. Ama sırf bu nedenle TTB ve DSÖ gibi örgütlerin soramadığı soruyu sormak isterim: gerçekten hekim mi bu kişiler?

(Bir parantez açalım yanıta geçmeden; önümüzdeki günlerde TTB “yeter artık” diyerek bilmem kaçıncı kez, bilmem kaçıncı kez grev olmayan grevleriyle hak talebinde bulunacaklar. Böyle grev olmaz; bunlar TTB yöneticilerine meşruiyet kazandırmaktan başka bir işe yaramaz. Ve bu şekilde olmayan şekliyle grev sadece politik doğruculukta ısrardır; bu bağlamda gelen eleştirilere yanıt verirken ellerini güçlendirdiklerini sandıkları! Tıkandıkları noktada ise gelsin “Hipokrat Yemini”. Hipokrat yemini bir retoriktir ve bu bağlamda politik doğruculuğu örnekler. Onlara yanıtım ise “Hipokratın Pers kralına yazdığı mektubu okumaları” şeklinde olmaktadır.)

Türkiye’ye göçen Suriyelilerle ilgili bir DSÖ projesinde gözlemci-izleyici olarak yer aldığım için bu soruma yanıt vermekte herhangi bir çekince görmüyorum: “hayır”.

Yaklaşık üç yıl önce yazılmış ve üç farklı dergi ve gazetede yayınlanmış bu yazı ilgili taraflar tarafından okunursa tepkilerini çekeceğimi bilmeme rağmen neden “hayır” dediğimi ilgili süreçteki gözlemlerimi paylaşarak açıklamak isterim.  Paylaşımım “DSÖ Laboratuvarı Olarak Türkiye” başlıklı eski bir yazımdan kısaltarak olacaktır.

…Söz etmek ya da paylaşmak istediğim konu aslında DSÖ’nün en başından beri bu savaşta taraf olduğunu kanıtlayan/doğrulayan ve Türkiye’yi söz edeceğimiz konu bağlamında bir laboratuar olarak kullanan bazı projeleri hakkında rastlantısal olarak şahit olduğum ve Gaziantep, Hatay ve Mersin’de çalışan hekim ve sağlık çalışanı arkadaşlar aracılığıyla doğrulama fırsatı bulduğum bu proje hakkında bilgi vermek, sahip olduğum bilgileri paylaşmak.

Bölge illerinde pek göz önünde olmayan otellerde yapılan bir “eğitim” organizasyonuna rastlamam ve “eğitim” programının içeriğini sorgulamamla başlar bu rastlantı. Mısır’dan gelen ve tıp doktoru olduğu iddia edilen ve adı özenle gizli tutulan bir kişinin yaptırdığı bir eğitimdi bu. 20-30 kişilik, “hekimlerden oluştuğu” söylenen gruplara bir hafta süreyle savaş tıbbı üzerine eğitim yapılıyordu. Eğitimin sürecinin düzenlemesini yapan firmalar aracılığıyla yaptığım kısa bir sorgulamada katılımcıların neredeyse tümünün Suriye’de savaştığını (!) ve eğitimlerinin tamamlanmasının ardından tekrar görevlerini ifa etmek üzere Suriye’ye geçeceklerini öğreniyordum. Rahatlıkla söyleyebilirim ki katılımcıların tamamı Esad muhalifi/ÖSO/IŞİD taraftarıydı; bellerinde silahla otel lobisinde dolaşan ve hekim olduğu iddiasıyla savaş tıbbı eğitimi alan bu kişiler yoksa neden düzenli olarak “şehit olduğunu” iddia ettikleri ÖSO/IŞİD militanları için cenaze namazı kılsınlar! Konumuz özelinde ekleyeceğim bir husus daha var o da bu süreci tümüyle DSÖ’ nün finanse etmesi ve programlamasıdır.

Oldukça rahatsız edici bu konuyu irdelediğimde Türkiye’nin de (Sağlık Bakanlığı –SB- aracılığı ve kontrolünde) onay verdiği bir “laboratuar işlevi” olan çok daha geniş kapsamlı ve vahim sonuçları olabilecek olan bir başka ve “DSÖ projesi” ile tanıştım.

Proje son derece “insancıl” bir retoriğin arkasına gizlenmişti. “Suriye’den Türkiye’ye göçen –bu arada bu göçlere/göç uzunca bir süre uluslararası hukuki bir tanımlama/adlandırma yapılmadığını da anımsatalım- milyonlarca kişiye sağlık hizmeti verilmesi” bu retoriğin temel dayanağını oluşturmaktaydı. Göç eden nüfusun çokluğu ve yaşam şartlarının olumsuzluğu kuşkusuz sağlık hizmeti sunumunu ve aciliyetini zorunlu kılıyordu. Burada bu “proje” devreye girdi; önce temel sorunlar insancıl bir söylemle tanımlandı; bunlar 1) Türkiye’de yaşayan üç buçuk dört milyon kadar “Suriyeli” vardı 2) Yaşam şartları, yoksunlukları ve yoksullukları özel planlanmış bir sağlık hizmetini gerekli kılıyordu 3) Türkiyeli hekimlerin ve sağlık çalışanlarının bu gruba hizmet vermesi zordu. 4) Bu zorluğun nedenlerinden birisi “dil sorunuydu” 5) Diğer bir sorun Türkiye sağlık örgütlenmesindeki yetersizliklerdi… vs.

Bu temel başlıklarla tanımlanan sorunların çözümü için “proje” devreye sokuldu. Geniş kapsamlı bu deney projenin finansı DSÖ ve bu savaşa bizzat taraf olanlar ve savaşı çıkaranlar tarafından sağlanacaktı.  Ve tekrarla projenin kâğıt üzerindeki amacı son derece akılcı görünmekteydi: Suriyeli “misafirlerimiz” sağlık hizmetlerini onlarla birlikte Türkiye’ye gelen Suriyeli hekim ve Suriyeli sağlık çalışanlarından alacaklardı…

Şimdi öğrenebildiğim ve izleyebildiğim kadarıyla bu projenin sürecinin aşamalarını özetleyeyim:

Bu “fikrin” ortaya atılmasının ardından çeşitli kanallardan ya da kurulan ilişkiler aracılığıyla Türkiye’ye göçen Suriyeli hekim ve sağlık çalışanlarına bir çağrı yapılır; çağrıda çeşitli eğitim süreçlerinin ardından Suriyeli hastalara bakmak üzere oluşturulacak merkezlerde maaş karşılığı çalışabilecekleri söylenir. Maaşlar uluslararası finansörlerin DSÖ/AB aracılığıyla aktardığı kaynaklarla ödenecektir. Burada ilk –ve çok ciddi- sorun ortaya çıkacaktır ve bu sorun aynı ciddiyetle örtbas edilir. İki ülke arasında savaş durumu olduğu için diploma eşdeğerliliklerinin saptanması olanaksızdır, diğer taraftan birçoğu da “alelacele kaçtıkları için” diplomalarını yanlarına alamadıklarını söylerler! Bu durum sürece dahil olan görevlilerce anlayışla karşılanır, kendilerine “beyanlarının değerlendirileceği” söylenir. Evet, yanlış okumadınız: hekim olduğunu ya da sağlık çalışanı olduğunu beyan edenlerin bu durumları özel koşullar dikkate alınarak değerlendirilecektir. 

Değerlendirme şu şekilde yapılmıştır: başvurular yoğun nüfusun olduğu illerde belirli merkezlerde toplanmış buraya giden 3-4 kişilik “hoca/akademisyen” ekibinin kısa bir sözlü sınavına –başarısız deme olasılığının “çeşitli” nedenlerle az olduğu- alınan ve bu sınavı geçenlerin hekim ya da diğer sağlık çalışanı olduğuna karar verilerek mesleğini icra etmek üzere sonraki başlangıç eğitimlerine katılmalarına karar verilmiştir. Yaklaşık olarak üç bine yakın kişinin mesleki yeterliliğinin bu şekilde onanmış olması skandal ötesi bir durumdur. Nitekim izleyen zamanlarda birbirlerini tanıyan göçmenler arasında şikâyet ve ihbarlarla hekim/sağlık çalışanı olmadığı iddia edilen –olmayan-  birçok vaka görülmüştür. Aynı zamanda bu kişiler arasında IŞİD militanı olduğu için gözaltına alma ya da ülke dışına çıkarılma olayları da görülebilecektir. Aynı şekilde “eğitim” sırasında Işıd militanları için toplu cenaze namazı kılma gibi gösterilerin olması ya da “eğitime” katılanların “biz Türkiye’ye hilafeti getireceğiz” vb. sözlü saldırıları şaşırtıcı olmamaktadır. Ama genel izlenimler örnek olsun hekim olmayan kişilerin bu süreci bir şekilde –yakalanmadan, tanınmadan, itelenerek vs- tamamlayarak hekimlik yapacağı doğrultusundadır!

Her ne kadar bu kişilerin sadece Suriyeli hastalara bakacakları söylense de TC vatandaşlığına geçmeleri ve Türkçe sınavını vermeleri halinde Türkiye’de hekimlik yapmalarının önünde hiçbir engel bulunmamaktadır. Nitekim İstanbul’daki arkadaşlar aracılığıyla öğrendiğim bir bilgiye göre bu süreçleri tamamlayan İstanbul’da birçok Suriyeli göçmen “hekim” aile hekimliği yapmaya başlamıştır.    

Bu ön görüşmenin ardından ya da sözlü sınavın başarıyla geçilmesinin ardından Suriyeli -“beyanla”- hekim ya da sağlık çalışanı olanlar nüfusun yoğun olduğu illerde Türk sağlık sisteminin anlatıldığı 3-4 günlük teorik eğitime tabi tutulurlar, çevirmenler aracılığıyla yapılan eğitimin durumu meşru kılmak amacı dışında bir işlevi olmadığı söylenmektedir. (Bir diğer ara not, bu kişilerin önemli bir kısmının köktendinci/rejim muhalifi olmalarıdır.) Benzer illerde beş yıldızlı otellerde düzenlenen bu organizasyonlarda “seçilmiş/yandaş” akademisyenler katılmakta ve ders başına binlerce lira almaktadırlar. Sadece bu süreçte DSÖ/Fonlar aracılığıyla harcanan para bile birçok sağlık sorununun çözümüne destek olacak miktardadır. Ancak yoktan sağlıkçı var etmek gibi şaşırtıcı bir DSÖ/SB projesinin laboratuar sürecine değer olduğu düşünülmektedir.  

Bu sürecin tamamlanmasının ardından pratik eğitime geçilir! Suriyeli nüfusun yoğun olduğu yerlerde kurulan “göçmen sağlığı etimim merkezi” adı verilen yerlerde ilk iki aşamayı geçen hekim ve sağlık çalışanları iki aylık pratik eğitime alınırlar. Pratik eğitim çoklukla mecburi hizmeti yapan Türkiyeli genç hekimlerin gözetiminde gerçekleşir. Burada en temel tıbbi bilgilerden ve beceriden yoksun olduklarının kesin bir şekilde görülmesine rağmen, hekim olmadığına inanılan birçok kişiye de –işin içine tehdit unsuru da girdiğinden-  başarısız denilemez. (Zaman zaman değerlendirme yapacak olan Türkiyeli hekimlerin Suriyeliler tarafından bu bağlamda tehdit edildiği de edindiğim bilgiler arasında yer almaktadır.)   Bu süreci başarılı olarak tamamlayanlar artık Suriyeli hastalara bakmak üzere oluşturulan birimlerde çalışmaya başlayacaklardır. (İlginç bir diğer konuda bu hizmetin sadece Suriyeli göçmenlere verilmesidir. Diğer ulus ya da etnik gruplardan olan göçmenlerin DSÖ tarafından planlanan bu projeden yararlanamadığı da tarafıma aktarılan bilgiler arasında yer almaktadır.) Beyanla başlayıp tehdit ile tamamlanan bu sürecin ardından hukuki sürecin getirdiği zorunluluklar tamamlandığında bu kişilerin Türkiye’nin herhangi bir yerinde hekimlik, hemşirelik vs yapmalarının önünde hiçbir engel bulunmadığını tekrarlayalım.  


Şimdilerde ise Suriyelilerle ilgili olarak önümüze getirilen söylem ise “seyreltme”.  “Concantration camp” ları anımsatan bir kelime birebir aynı anlamı içeriyor. Ve net bir şekilde ırkçılığı niteliyor.