Hepimiz doğduğumuzdan beri doğa ile bir gelişim süreci içindeyiz. Tabiatın evrim kanununu doğa ile birlikte ölene kadar yaşıyoruz. Öldükten sonra da evrimimiz bitmiyor. Bedenimiz toprak altında evrimini doğaya geri dönüş olarak gerçekleştiriyor. Tabiat ananın içinde barındırdığı, canlı-cansız tüm varlıklar doğallığından bir şey kaybetmeden evrim sürecini devamlı olarak yaşıyorlar. İnsan bu evrim sürecinin içindeyken, doğallığını kaybetmek için uğraşan dikkat çekici tek varlıktır.
Beden olarak orijinalliğini kaybetmeyen insanoğlu, üretici yeteneğini doğayla olan uyum sürecinde; hem doğa aleyhine hem de kendi aleyhine kullanarak, belirli bir düzen etrafında gerçekleşen evrim dönüşümünü, doğanın yasalarını bozarak, düzensiz bir şekilde gelişimine neden olan eylemci bir varlıktır.
Tabiatın yasalarını değiştirmeye çalışarak gelişen insanoğlu; tecrübe denilen kavramın
genel tekrarlarını yaşayarak, kısır bir döngü içerisinde, gelişimin tüm alanlarını daraltarak, doğanın ve kendisinin gelişim koşullarını olumsuz yönde azalmaktadır.
Tecrübe dediğimiz kavram, ilkel insanlık döneminin doğa ile ilk ilişkilerinin başladığı ve ilk toplumsallaşma ilişkilerinin çoğaldığı; gelişim aşamalarının deneysel birikimleridir. Bununla birlikte, üretim süreciyle gelişen insan, yerleşik hayatla sağladığı artı ürünü, doğanın ve toplumun geri dönüşümü için tabiat kanunlarına uygun olarak üretmediği için, medeniyetler basamağında ezen -ezilen sınıflar çatışmasını doğurmuştur. Bu nedenle tecrübe kavramı, yaşanılan sınıf kavgalarının birikim dolu tekrarı olmaktadır.
Yaşadığımız medeniyetler dünyasında tecrübe bizler için bir olgunlaşma ve gelişme aşaması olarak kabul edilir. Medeniyetler dünyasında bu kavramı ilerleyen dünyayla sorguladığımzda, gelişen dünyanın, içinde bulunduğumuz koşullarla nasıl çatıştığını yaşadığımız pratiklerden anlayabiliyoruz. Tecrübe, ilerlemenin esas koşulu sayılmasına rağmen; insanların gelişip, ilerlerken her zaman bir yıkımla karşı karşıya kalmaları tecrübenin acı gerçeğini bizlere anlatmaktadır.
Modern dünyanın ‘’kader’’ ifadesi olarak zihinlerimize aşılanmış tecrübe; ezen sınıfın, ezilen sınıf üzerine hakimiyet kurması için uygulanan ideolojinin gerçekleşebilme koşuludur. Üretim ilişkilerimizin bize yabancılaştırılarak, emeğimizin bizleri ezen sınıfın egemenliği altına alması; ‘’metaların fetişizmini’’ bizlere tecrübe aldatmacısıyla pratik bir şekilde göstermektedir. Bu konuya bir örnek verecek olursak: Bir araba fabrikasında, araba üreten bir işçiyi düşünelim. Araba üreten işçi araba sürerken, trafik kazasında hayatını kaybettiğinde bu olaya toplum olarak ‘’kader veya takdir-i ilahi’’ diyoruz. Kazanın sebeplerini ise yaşanmış tekrarlar olan (hataların birikimine) tecrübeye bağlıyoruz. Trafik kazasının neden meydana geldiğini araştırdığımızda; ya kapitalist dünyanın insanlara özendirdiği aşırı hız ve yetersiz sürüş eğitimi ya da kaza alanında var olan ihmalsizliklerden dolayı kazanın gerçekleştiğinin farkına varmaktayız. Araba fabrikasında araba üreten işçi, ürettiğiyle kendi sonunu hazırlıyor. Modern dünyada ürettiklerimize yabancılaşmamız ve ürettiğimiz metaların kullanım koşullarının tam olarak sağlanamamış olması, insanın evrim sürecinde olduğu gibi, kendi yaşam sürecini kısıtlaması olarak bir kez daha tekrarlanmış olmaktadır. Bu olayda; kaderi ve takdir’i ilahiyi meydana getiren, araba üreten işçinin verdiği emeğe hakim olan ve sarf ettiği emeği kullanan ezen sınıftır ve bu sınıfın kamu ortamına kazandırmış olduğu toplumsal sorumsuzluk ve yine kamu ortamına vermiş olduğu yetersiz hizmettir. Böylelikle, üreten emekçi sınıf, her zaman ürettiği metalarla bütünleşemiyor ve ürettiği metaları olması gerektiği gibi kullanamıyor. Böylece üreten emekçi sınıf, medeniyetlerin son hali olan modern dünyada; hayatı yöneten ve şekillendiren egemen sınıfların, bozuk ve dengesiz sistemlerinin hem üreticileri hem de kurbanları oluyorlar.
Kadim tarihten bugüne, insanın geçirmiş olduğu tarihsel devrimler, üretim ilişkilerinin ilkel sosyalist yaşamdan uzaklaşarak; Tefeci-Bezirgân sistemiyle ilerlemesinin süreçleridir. Bu süreçler içerisinde insanlar, sömürü düzenin hakim olduğu uygarlıkların devletleşen kurumlarında yönü çizilmiş, nasıl yaşayacağı belirlenmiş uyruklar olmuşlardır. Böylelikle toplumlar doğaya, ürettiği ve sahip olduğu her şeye yabancılaşarak yaşayan; tekkerrür halinde devam eden hayatlarının, tarihlerinin ve bugünlerinin; rolleri belirlenmiş kader oyuncuları olmaktadırlar.
Tecrübe dedğimiz kavram, konuyu açtıkça gerçek yüzünü saklamadan açık bir şekilde kendini gösteriyor.
Tecrübenin yaşanması için ezen sınfın egemenliği ve bu egemenliğin sorgulanmaması için kaderin gerekliliği, olmazsa olmaz bir koşuldur.
Toplumların köleleşmesi, insanların öz irade ve bilinçten yoksun olmaları demektir. Tecrübe ve tecrübenin sonucu olan kader kavramının gerçekliğini, öz irade eksikliği ve bilinçlerin köleleşmelerinde aramalıyız.
Toplumların egemen bir sınıf tarafından yönetilmesi, yaşanmış ve yaşanacak olayların bir sonraki nesle aynen aksetmesi demektir.
Zengin bir ailenin çocuğu geniş imkânları sayesinde okuyup, mevki olarak çok iyi yerlere gelebiliyor. Bunun yanında fakir bir ailenin çocuğu, çok zekâlı olmasına rağmen ekonomik imkânsızlıklardan dolayı okuyamadığı için, iyi bir konuma gelemiyor. Bunun adına tecrübe ve kader demek, toplum bilincinde olayın ‘doğal bir neden’ olarak algılanmasını sağlayan bir mantıktır. Oysa ki, tecrübe ve kader olaylarının gerçeklik boyutunu düşündüğümüzde, bu olayın bir sınıf sorunu olduğunu görmekteyiz.
Bireysel ve toplumsal ilişkilerimizi belirleyen üretim ve tüketim ilişkilerimizi, sınıflı toplum düzeniyle yaşadığımız için, varolan sorunların ve gelişmelerin yeniden tekrarlanması, hayatımızın alışılmış bir düzen içerisinde, aynı kurallara bağlı olarak, neden-sonuç ilişkilerini, değişmeyen toplumsal çöküşlerle neticelendiriyor. Yaşadığımız bireysel ve toplumsal sorunlar tekrarların devamı olduğu için, sorunlarımızın çözümü de, kalıcı çözüm yöntemlerini bulamamış deneyimlerin devamı oluyor.
Modern dünyanın tecrübe aldatmacısıyla, bireyi ve toplumu sahip olduklarına yabancılaştırması, ezilen birey ve toplumun aynı potada yalnızlaşmasına, dağılmasına ve emperyalist sistem için yenilenen güç kitleleri yaratmasına neden oluyor. Modern ve uygar dünyanın kendini kalıcılaştırması, bireye ve topluma aşıladıklarıyla dengesini korumaya devam etmektedir.
Emperyalist sistemin istikrar dengesini korumaya çalıştığı bu sistemde, birey ve toplum bir kaosun içinde büyüyen sarsıntıları yaşayarak, hep aynı enkazın dibinde kalan tecrübe mağdurları oluyorlar.
Egemen- emperyalist güçlerin iktidarını sürdürebilmesi; toplumun tecrübe denilen kısır döngü içerisinde hayatlarını devam ettirebilmelerine bağlıdır.
Doğanın ve insanın evrimi engellenemez. Fakat tecrübe doğmasını birey kişisel devrimle, toplum, toplumcu devrim karakteriyle aşamazsa, mutlak olan doğanın ve insanın evrimi, doğanın ve insanın kendisini üretemeyen, yok olma sürecine yaklaşmasını sağlar. Modern ve sömrügeci düzenin tecrübe aldatmacısından, ancak bilimsel sosyalizmin kanunlarını öğrenerek ve yaşayarak kurtulabiliriz. Dünya ve insan varolduğundan beri gelişim sürecini yaşamaya devam ediyor. İnsanlar, gelişim sürecini yaşamaya devam ederken, değişim sürecinide, toplumsal ve evrensel bir tarzda ilerletmeye devam etmezse, var olan her şey, evrensel ve eşit bir dönüşüm gerçekleştiremeden, insanların geri dönüşü olmayan felaketleri olur.
- Devletin politika anlayışı - 1 Ağustos 2022
- Popülist siyaset - 25 Temmuz 2022
- Atatürkçülük - 18 Temmuz 2022