Pandemide Kapitalizmin Mekansal Örgütlenmesi

Pandemide genel olarak kapitalizmin mekansal örgütlenmesinde ne tür farklılıklar yaşandı?

Covid-19 pandemisi dediğimizde, kapitalizmin bütünsel ve yapısal olarak mekansal örgütlenmesindeki dönüşümü gözleyebilmek için çok kısa bir dönemden bahsediyoruz. Pandeminin doğrudan kapitalizmin mekansal örgütlenmesini değiştirmesinden çok, öncelikle derinlerde var olan ve gündelik hayatta pek farkına varmadığımız mekansal ayrışma ve kategorileri, mekansal fay hatlarını daha görünür kıldı. Ama haklısınız, pandemi orta ve uzun erimde bu mekansal eşitsiz örgütlenme hatlarını daha da derinleştirme riski taşıyor.

Şekil 1:Temerçin/Aldırmaz,2017: İstanbul’daİmalat Sanayi’nde İşçiSayısı 2014 Verileri

İstanbul’un sosyal ve yaş profilini mahalle ölçeğinde yansıtan http://harita.kent95.org/istanbul sosyal haritaları ile, Hayat Eve Sığar (HES) uygulamasının Eylül başındaki risk yayılım haritasını çakıştırdığımızda gördüğümüz, salgının yayılımının oluşturduğu sosyal bir coğrafya var ( bknz: Avrupa Yakasına odaklı olan ve daha geniş İstanbul geneli). Pandeminin sosyal coğrafyası ile ilgili kabaca bir kaç -haliyle henüz epey ham olan- gözlem yapabiliriz:

  1. Güvenlikli Sitelerde Sınıf, İçine Kapanma: Nüfus yoğunluğunun düşük olması ile sosyo-ekonomik profil arasında, özellikle son yirmi yılda yoğunlaşan kapalı site, rezidans tipi konutların coğrafyası düşünüldüğünde sorgulanması gereken ilişkiler var. Örneğin Küçükçekmece’nin hala sanayi aksında yer alan doğudaki Halkalı ve çevresinde sanayi alanlarının yakınlarındaki mahalleler ile batıdaki Göl’e yakın kapalı site alanları (Atakent, Yarımburgaz) arasındaki enfeksiyon oranı farkı belirgindir. Güvenlikli sitelerin yoğun olduğu, orta-üst rayiç bedele sahip Atakent Mahallesi ile İkitelli Küçük Sanayi Sitesi güneyindeki sanayi kulvarını teşkil eden, irili ufaklı fason işyerlerine ev sahipliği yapan Halkalı, İnönü, Atatürk ve Mehmet Akif Mahalleleri arasındaki enfeksiyon risk oranı farkı çarpıcıdır. Güvenlikli siteler kentin doğasını çitleyerek, kısıtlı bir nüfus kesimi için salgından nispi korunma alanları yaratmışlardır.
  2. Küçük ve Orta Ölçekli İşyerleri ve Meskenlerin İç İçe Geçtiği Mahalleler: HES verisinin işlendiği adresler/konutlar ile özellikle imalat işkollarındaki işyerlerinin iç içe olduğu mahalleler ile işe gidiş-geliş trafiğinden kaçamayan transit mahallelerin salgın riski daha fazladır. İstanbul’un Avrupa yakasında ufak ölçekli işyerlerinin meskenlerle iç içe girdiği mahallelerde, farklı HES kayıtlarının alındığı dönemlerde hiç değişmeyen yoğun bir enfeksiyon kümelenmesi görülmekte. Avrupa Yakası’ndaki TEM ve E-5 yolları arasında bulunan Bağçılar, Bahçelievler, Güngören, Esenler ilçelerindeki imalat sanayi işyerlerinin yoğun olduğu alanlar ise çok erken bir dönemden itibaren salgın riski açısından iç içe geçmiş vahim bir ‘kırmızı ada’ haline gelmiş ve böyle kalmıştır. Örneğin 2014 İstanbul imalat sanayi verileri ile yapılan bir haritalama çalışması.[1] ile HES verilerini çakıştırdığımızda, İkitelli’den Halkalı’ya uzanan ve bunun batısındaki dört ilçeye yoğunca yayılan imalathaneler koridorunun
    Şekil 2: Harita: Murat Tülek

    kontürlerin örtüştüğü belirgindir (Şekil 1).

  3. İşyeri Covid-19 Kümelenmelerinin Görünmezliği: Benzer bir konut-küçük/orta ölçekli işyerleri iç içeliğini arzeden Tuzla’da Tersaneler Bölgesi’nin güneyinde, gemi inşa sanayinin irili ve ufaklı fason işletmelerinin dağıldığı İçmeler ve Aydıntepe mahallelerinde enfeksiyon oranı daha yoğunken, HES verinin konut odaklı olması yüzünden sırf sanayi bölgelerini kapsayan alanlarda büyük boşluklar gözükmektedir. İstanbul’da halen büyük ölçekli sanayi alanlarının varlığını, yani aynı anda pek çok işçinin toplu taşıma kullanıp, bir araya geldiği işyeri Covid-19 kümelenmelerinin varlığını dikkate alan bir veri birimi, yani salgın politikası yoktur. Halbuki, HES haritalarında büyük boşluklar olarak gözüken (Pendik, Tuzla (Şekil 2)), çalışma adacıkları ölçekleri ve dayattıkları sürekli mevcutlu olma durumu yüzünden başlı başına birer enfeksiyon adasıdır. Başta Tuzla, Ümraniye, Küçükçekmece, Büyükçekmece olmak üzere bir Tersaneler Bölgesi, yirmiye yakın OSB ve Küçük Sanayi Sitesi, üç Serbest Bölge, büyük liman, lojistik, antrepo bölgelerine sahip İstanbul’un çalışırken enfekte olma haritası bilgisi tek paylaşılan mekansal veri olan HES uygulamasında üzeri örtülen bir veridir. Çalışma hayatı sanki yoktur, bir salgın dinamiği yaratmamaktadır! Halbuki sırf daha kolay gösterilebilir, imalat sanayi dışındaki işkollarında da işyeri kümelenmeleri, pek çok veri paylaşan ülkede gördüğümüz kadarıyla salgını hızlandıran baş unsurdur. Örneğin, SGK’nın Eylül 2020 İstanbul istatistiklerine göre kayıtlı faal olan, her türlü işkolundaki toplam 100 faaliyet kolunda toplam 544.000 işyeri bulunuyor. Bunların sadece %2’sinde, yani yaklaşık 10 bin civarı işyerinde, 50 ve daha fazla (deklare edilmiş) işçi çalışıyor. Resmen en az elli işçi çalıştıran yerlerde çalışan işçilerin sayısı 1.720.000’e yaklaşıyor. Sigortasız ve eksik sigorta ile çalıştırmanın yaygın olduğu Türkiye’de bu sayının çok daha fazla olduğunu tahmin edebiliriz. Bu ise, salgın açısından ciddi bir risk taşıyan ölçekteki işyerlerinde çalışan işçilerin oranının, kentteki istihdamın yüzde 40’ını geçtiğini ifade ediyor.
  4. Nanometrik Ölçekteki Virüs Küresel Kapitalizmin Kırılganlığını Ortaya Dökmesi: Esasında bu zoonotik, hayvan yoluyla bulaşan salgın hastalığın oluşması da, pandemi boyutunu alması da bizatihi kapitalizmin mekansal örgütlenmesi ile ilgili. Doğanın çitlenerek, kapitalist kar amaçlı üretim için madene, ormanın keresteye, büyük ölçekli tarım toprağına, hayvan fabrikalarında ete, genetiği ile oynanmış, ilaçlanmış tohuma, gıdaya çeviren; özel mülkiyet çitleriyle korunan işyerlerindeki kar amaçlı örgütlenme salgının mekansal oluşma koşullarını besledi. Bunun bedeli olan biyoçeşitlilik ve yaban hayat kaybı, endüstriyel hayvancılık, gezegensel kentleşme baki kaldıkça, kapitalizmin bu ekonomik coğrafyasının ana hatlarında bir değişiklik olmadığı sürece, 21. yüzyılda bizi bir değil, birden fazla farklı menşei olan (Amazonlar, eriyen buzullar…) pandemi bekliyor. Doğanın, insan ve hayvan bedeninin, yani mekanlarının kapitalist üretim süreci için girdi ve kaynağa dönüştüren sistemin ana unsurları radikal olarak dönüşmediği sürece, nanometrik ölçekteki bir virüsün küre ölçeğindeki kapitalizmi de afetlerle dönüştürme gücü devam edeceğe benzer.

DİSK-AR’ın yayınladığı çalışmada “İşçilerin Covid-19’a yakalanma oranı en az 3 kat daha fazla”olduğu ortaya çıkarıldı. İSİG Meclisi “Covid-19 Salgını Her Yönüyle Sınıfsaldır” başlığında bir basın açıklaması yayınladı. Bu araştırmayı ve başlığı açar mısınız?

Evet, DİSK’in pandemi döneminde konfederasyona üye sendikalılar arasında yaptığı çalışma hayatı raporlarına baktığımızda, İSİG Meclisi’nin basın açıklamasının başlığını destekleyen ilk ham verileri görüyoruz. Neredeyse tüm işkollarından üye işçileri olan DİSK’in Nisan ve Temmuz ayları arasında üyeleriyle yaptığı toplam dört anketin sonuçları birbirine benziyor. Dediğiniz gibi sendikalı özel sektör işçileri gibi çalışma hayatı hiyerarşisi içerisinde en aşağıda olmayanlarının bile, ülke ve çalışma çağındaki nüfus ortalamasının iki ila üç misli oranda Covid-19’a yakalanmış olduğu görülüyor.[2]

Keza dokuz şubesinden altısı İstanbul ve İstanbul’un sanayisinin yayıldığı yakın çevrede bulunan Birleşik Metal-İş Sendikası’nın, örgütlü olduğu işyerlerinde, salgının başından beri derlediği verilerle 20 Kasım’da paylaştığı rapor çarpıcı.[3]

Sendikanın örgütlü olduğu işyerlerinde 9-16 Kasım 2020 haftasında aktif vaka sayısı 771 ile, beş hafta öncesinin vaka sayısının yaklaşık 9 katına ulaşmıştır. Raporda, aktif vaka sayısında bu dönemde yaşanan artışın, üye yoğunluğunun olduğu, Gebze ve İstanbul Anadolu yakasında bulunan işyerlerindeki artıştan kaynaklandığı, bu bölgelerde rakamın 39’dan 347’ye fırladığı, tanı konulmuş işçi sayısının %30’a ulaşan işyerleri olduğu belirtilmiştir. Örgütlü olduğu işyerlerinin dörtte üçünde Covid-19 tanılı aktif vaka bulunması ve salgının başından beri tüm hastalanan işçilerin sendikanın toplu sözleşme kapsamındaki işyerlerinde işçi sayısının yüzde 7,3’üne denk gelmesi, Türkiye ortalaması ve Türkiye’nin çalışan nüfus ortalamasındaki vaka oranlarının üzerinde seyreden bir ‘faal ev dışında çalışan hastalığının’ varlığını düşündürtmektedir.

İstanbul İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi, Nisan 2020’den beri aralıksız olarak aylık raporlarında Covid-19 kaynaklı ölümlerin bir numaralı iş cinayeti sebebine dönüştüğünü bildirmekte. Ocak 2021 başında açıklanan 2020 İş Cinayetleri raporunda ise, iş cinayetleri raporlarının tutulup, kamuoyu ile paylaşılmaya başladığı 2011 senesinden bu yana, en yüksek iş cinayeti kayıtlara geçmiştir. Bu sene en az 2427 işçi hayatını kazanmaya çalışırken, canını vermiştir. Covid-19 bu iş cinayetlerinin %31’inin nedenidir. Bu tekil rakam bile Covid-19’un çalışma hayatı, üretim öncelikleri, yani “sınıf” ile ilişkisini göstermektedir (Şekil 3).

Salgın sınıfsal, çünkü var olan sınıfsal fay hatlarında hareket ediyor. Salgın sınıfsal, çünkü var olan sınıfsal mekansal kümelenmelerini takip ediyor. Salgın dönemindeki sosyal politikalarda da sınıfsallığı okuyabiliyoruz. Salgın politikaları emek, çalışma hayatı, işyeri kavramlarının yokluğu ile sınıfsal. Emek alanındaki pandemi dönemi politikaları, pandemi öncesi sosyal politikalar ile süreklilik arz ediyor. Çalışma hayatı kamu politikalarının alanı değilmişçesine, sermayedarların kâr öncelikli amaçlarına göre şekilleniyor. Esasında pandemi döneminde de, pandemi öncesinde olduğu gibi çalışma hayatı odaklı bir sosyal politika mevcut değil. Resmi sosyal politikanın araçları, çalışan bedenlerimiz üzerinden değil, “muhtaç bedenler” üzerinden kurgulanıyor. İşyeri mekanları ve ‘vatandaşın’ çalışan hali, hem salgına karşı korumanın nesnesi, hem de sağlık ve yaşam hakkı talep eden özne olarak alana dahil edilmiyor. İlk dışlanma veri, bilgi ve bellek alanında, ikincisi somut politika adımları alanında farklı şekillerde gerçekleşiyor. Genel halk sağlığı yasaklarından müstesna tutma, genelleyici tanımlamalar, her türlü riske rağmen ekonomik zor ile çalışmaya mecbur edecek koşulların devamını sağlama ve işyerine dair koruyucu mevzuatın uygulanmamasına -örneğin iş teftişlerini tamamen askıya alarak- göz yumma örnekleri yaşanıyor. Tüm bunlar ‘çalışma toplumları’ teşkil eden toplumlarımızda, salgının öncelikli bulaş mahallinin -sistemin sorgulanmayan üretim önceliğine paralel olarak- işyerleri olduğunun bilinmesine rağmen gerçekleşiyor. Resmi salgın politikalarında sınıfın, işyerlerinin, çalışma hayatının bu kadar göz ardı edilebiliyor olması; işte bu sınıfsal!

Pandemide en fazla hak ihlali olan işkolları hangileridir? Ne tür hak ihlalleri yaşanmıştır?

İSİG Meclisi’nin 2020 raporunda iş cinayetlerinin en fazla can aldığı işkollarında, pandemi öncesi ile bazı süreklilikler gözüküyor. Tarımda -mevsimlik- işçileşme, kitlesel olarak taşınırken hayatını kaybetme, şantiyelerde ekseriyetle yüksekten düşerek ölümler, bunlar hiç bir rapordan ırak durmayan süreklilikler. Fakat sağlık çalışanlarının ve ticaret iş kolunda çalışanların iş cinayetlerinde, beklenebildiği şekilde ciddi bir artış var. Ama henüz işkollarında -farklı koşullarda ve statülerde- çalışan işçi sayılarına göre oranlanmış güvenilir bir algı ve mücadele verilerine sahip değiliz. Fakat çalışan toplumun salgına maruziyette, evde kalıp güvenceli bir işe sırtını dayayabilenler ile sabah Covid-19’lu toplu taşıma araçlarına binip, bulaşın yoğun olduğu işyerlerinde çalışanlar arasında ikiye bölündüğünü söyleyebiliriz.

Kimler, nerede çalışırken, daha çok salgına maruz kalıp, ölüyorlar sorusu, bir başka ile soru ile iç içe geçiyor: İşçi sağlığı, halk sağlığı, çevre sağlığı ister istemez toplumsal öncelikleri, neyin “elzem işkolları, üretim alanları” olduğunu tartışmaya açan alanlardır. Üretim devam edecek, doğanın sömürüsü Covid-19’u ortaya çıkaran şartlarda devam edecek demek. Covid-19 sebebiyle hayatını kaybedenlerin içinde işçilerin, çalışanların oranının yüksek olması, üretim araçlarının pandemi şartlarında da kesintisiz girişini sağlamaya çalışan bu üretim faşizminden geliyor. Toplumcu Meclis de haritalamış, “Korona günlerinde bitmeyen ve yeniden başlayan beton işleri” diye isabetli bir başlık altında. Bu işlerin hangisi elzem? Hangisi ekolojik-toplumsal yeniden üretim için faydalı?

Yakınlarda kaybettiğimiz, Occupy Wall Street hareketinin de eylem ve fikir insanlarından, antropolog David Graeber’ın, son kitaplarından biri Bullshit Jobs, yani “Gereksiz”, “Uydurma”, “Saçma”, “Yararsız İşler” veya bildiğin Zırva İşler” burada bahsedilenler. Graeber bunları daha çok “vasıflı, finans sektörünün büyümesi vesilesi ile şişen beyaz yakalı” işler olarak tanımlıyor; bilişim, finans, halkla ilişkiler, pazarlama, insan kaynakları, sigortacılık, iletişim, akademi ve sağlık yönetimi, hukuk ve mali müşavirlik gibi. Yani kötü ücretlendirme değil bir işi zırva, bullshit yapan; anlam ve kolektifte atfedilebilecek bir fayda yoksunluğunun doğurduğu manevi şiddet. Bir yandan da toplumu ayakta tutan, son derece faydalı ve anlamlı, pandemi döneminde de tekrar “elzem/yararlı işler/ çalışanlar” olarak öne çıkan hemşireler, öğretmenler, bakıcılar, sosyal hizmet çalışanları, ambulans, metro, otobüs şoförleri, kasiyerler, depo işçileri, gıda işleyen işçiler, tamircilere, kuryeler, çöpçüler, mevsimlik tarım işçileri, çiftçilere çok daha az toplumsal değer atfediliyor ve topluma kattıklarının tam zıddı olan düşüklükte bir maddi ve manevi getiri elde ediyorlar. Graeber “bakım verenler sınıfı” (caring class) diyor bu kesime. Çoğu zaman doğrudan bir şey üretmekle değil, insanlar, hayvanlar, ekosistem ve üretilenlerin hayatta kalması, bakımı, ‘tamiri’, taşınması ile uğraşanlar. “Her anlamda başkalarının özgürlüğüne, otonomisine katkıda bulunanlar” diye tanımlıyor bu kesimi. Emeğin anlaşılması için “bakım” kategorisini, aynı feministlerin yaptığı gibi merkeze koyuyor. Pandemi dönemi çıplak bir şekilde ortaya döktü: toplumun yeniden üretimi için, şu anda içtiğimiz su, yediğimiz yemek, evde dururken dışarıdan alabildiğimiz haber, çalışan bir elektrik hattı, çocuğumuzun toplumda ayakta durabilecek bilgilerle donatılması, kaza yaptığımda bir ambulans şoförünün beni hastaneye taşıması… Bütün bunları sağlayan ama toplumun yeniden üretilmesi için bu elzem katkılarını tam tersi, maddi ve manevi geri dönüşleri kıt kalanların realitesini yeniden önümüze getirmiş oldu. Yani “zırva olmayan”, “elzem” iş alanlarında daha

büyük kayıplar yaşandı. Yakınlarda bu iki kesimin ortadan yarılmışlığını çok iyi ifade eden bir infografik inceleme fırsatım oldu. Covid-19’a maruziyet, meslek alanları ve senelik ortalama geliri iki eksen üzerinde dağıtan ve zıtlıklar ile yakınlıkları gösteren bir infografik bu: “En yüksek Covid 19 riski taşıyan meslekler” başlığını taşıyor.


Şekil 4: Veri Müşterekleri İçin Ağ Haritalama Heckatonu (21Mart-18 Nisan 2020) kapsamında ‘Covid 19 ve Çalışma Dünyası’ çalışma grubu tarafından derlenmiştir

Bir de ifade ettiğiniz gibi sadece can kayıpları değil, envai türlü hak ihlalleri de yaşandı. Bir grup araştırmacı olarak ilk kapanma döneminden ilk normalleşme dönemine kadar twitter mecrasına yansımış emekçi hakkı ihlallerini tarayıp, derlediğimiz zaman ise toplam 11 farklı türde hak ihlali ile karşılaştık. Bu çalışmayı şu anda derinleştirmeye çalışıyoruz:

Bu süreçte evde kalanlar ve kalamayanlar nasıl etkilendi? Pandemi döneminde evde kalamayanların çalışma hayatları nasıl değişti?

Evde kalamayan ve bulaşın yoğun olduğu ulaşım araçlarına binmek zorunda olan, işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemleri “normal şartlarda” alınmayan, bu alana yatırımları bir lüks olarak gören işyerlerinde çoğu zaman yan yana, kötü havalandırılmış, hastalanan çalışma arkadaşlarının yerine daha yoğun ve uzun çalışmak zorunda bırakılan, iş müfettişleri geri çekildiği için işyerleri denetlenmeyen işçilerin “çalıştığını gösterir belgeler”, onları toplumun geneli için geçerli yaşlardaki seyahat kısıtlamalarından bile muaf tutuyor. Yirmi yaşın altındaki bir gencin kendi ve toplumun sağlığını korumak için dışarı çıkması yasakken, yirmi yaşın altındaki çalışanlar da dahil tüm çalışanlar etkin sosyal koruma politikaları uygulanmadığı için yaşamı pahasına çalışmaya zorlanmaya devam ediyorlar. Hız keseceğine, artan salgın bir kere daha işçi sağlığının halk sağlığı anlamına geldiğini acı bir şekilde kanıtlamış oldu.

Evden çalışabilme oranının en fazla yüzde yirmi beşlerde hesaplandığı Türkiye genelinin[4] İstanbul için biraz daha yüksek yansıdığını düşünsek bile, bu 4 milyondan fazla insanın “evde kalma lüksü olmadan” ve bunlardan ciddi bir kısmının da salgının daha hızlı yayılmasına neden olan ölçeklerde çalıştığı anlamına gelecektir. İstanbul dışında bu oranın daha düşük olduğunu düşünebiliriz. Dediğim gibi, evde kalmak evde yeni bir iş aramadan kalmaya tekabül ediyorsa, güvenceli bir iş ile evde kalma ise başlı başına bir ayrıcalık salgın koşullarında. Daha önce çok belirgin olan ‘hayatını kazanmak için hayatını ve sağlığını tehlikeye atma’ eğilimi de, taşınan risk de -ekonomik kriz ve borçlanma kıskacının da bastırması ile- daha da artmış olmalı. Bir nevi ‘gabin ve doğrudan zor koşullarında’ çalışma oranı artmış olmalı.

Evden çalışanlar, kayıtdışı ve yevmiye bazında çalışanlar, küçük işletmelerde kendi hesabına çalışan esnaf ve zanaatkarlar, kapanan veya cirosu sert bir şekilde düşen hizmet sektörü işletmelerinde çalışan işçiler, ev işçileri, bu haritalarda başta ‘sağlık donatısı’ (sonra ticaret ve eğitim donatısı) olarak işlenen noktalarda toplumu ayakta tutan elzem işleri ifa eden çalışanlar, bu metropoliten haritada hiç yeri olmayan gıda zincirini ayakta tutan mevsimlik tarım işçileri ve çiftçiler, ikamet adresi olmayan mülteciler/göçmenler… Tüm bu resim içinde Covid-19’da ekosistemin krizini fırsata çevirmeye çalışan sermaye birikimi sürecinin, ortaya çıkan yeni/yenilenmiş mekansal düzenlemelerinin (fabrikaya kapama pratiklerinin meşrulaştırdığı mutlak çalışma kampı tipi düzenler, izole üretim üsleri, verimlileştirilmiş ve takip süreçleri teknolojikleştirilmiş evden çalışma, mekandan bağımsız ‘kullan-at’ işçilikler…) hangilerini nasıl korumaya çabalayacağı da bir başka, temsil etmesi zor soru olarak karşımızda durmakta. Çalışma hayatının yeni mekansal düzenlemeleri, elbette ki beyaz/mavi yakalı, güvenceli/güvencesiz, evde kalabilen/kalamayan, elzem olan/olmayan, çalışma riski yüksek/düşük ikilemlerin yeniden ve mücadeleler içinde tanımlanmasını getirecek.

Pandemi döneminde kimi iş kolları evden çalışmaya geçti evden çalışma mekanlarının örgütlenmesini ve işçilerin gündelik hayatını nasıl etkiledi? Bağlantısızlık hakkı uygulanabiliyor mu?

Pandemi evin sadece yeniden üretim, tüketim ve kültür üzerinden dolaylı olarak değil, doğrudan artı değer üretim süreçlerine entegre edilmesi sürecine yeni bir ivme kattı diyebiliriz. Pandemi, en nihayetinde hareketlilik artınca riskin arttığı küresel bir bulaşıcı hastalık. Bu durum tüm dünyada ciddi bir ikiye yarılma yarattı dedik, evde kalabilenler ve evde kalamayanlar. Güvencesizler/ güvenceliler, beyaz yakalılar/mavi yakalılar ayrımından çok daha keskin dönemsel bir ayrım oldu bu. Burada evde kalıp da kendini/ailesini geçindirebilmeye devam edebilenlerin, şu veya bu şekilde sağlık alanında bir sosyal ayrıcalıkları olduğunu görüyoruz.

Aynı zamanda ev de ev değil. Yani konut dediğiniz de konumu, büyüklüğü, altyapısı ve içindekileri ile sınıfsal olarak ayrışmış bir yapı. Pandemi ile daha fazla hanenin işyeri haline gelmesi ile burada da takip, denetim, kontrol, verimlileştirme, beden ve zihnin standart kullanımı, daha uzun saatleri çalışmaya ayırma, çalışma hayatındaki toplumsal cinsiyete bağlı eşitsizliklerin artması gibi eğilimlerin ortaya çıktığı şimdiden görgül olarak da öncül çalışmalarla anlaşılıyor. Koç, Google, Facebook, Twitter gibi pek çok büyük sermaye grubunun, holdingin, pandemiden sonra da evden çalışanların oranını artıracağına dair açıklamaları yayınlandı.

İş Hukukçusu Murat Özveri’nin TTB Covid-19 İzleme Kurulu’nun çıkardığı 6. ay izleme raporundaki çalışma hayatı ile ilgili kapsamlı yazısını takip ederek hukuki alana bakınca, şimdi adına evden çalışma, uzaktan çalışma ya da tele çalışma dediğimiz şeyin, İş Kanunu’nda -istisnai bir iş ilişkisi olarak- 14. maddede çoktan düzenlenmiş olduğunu görüyoruz.

İşverenin sürekli erişilebilir olma beklentisi ile dijital kontrolü ve ofiste yüz yüze çalışma masraf ve risklerinden tasarrufu bize anımsatılan uzaktan çalışmanın hukuki zemini hiç de öyle değil: Haftalık 45 saat çalışma süresinin üstünde fazla mesai ödeme mecburiyeti, günlük çalışma süresinin fazla çalışmalarla beraber 11 saati aşmama yasağı, bayram, resmi ve hafta tatillerine riayet edilmesi, ara dinlenmelere uyma mecburiyeti, hafta tatilinde ulaşılamama hakkı, yemek, giyim, sağlık yardımı, ikramiye, yol ücreti gibi sosyal hakların ve ücretin tam olarak verilmeye devam edilmesi ve internet, telefon, bilgisayar, tablet gibi gerekli iş aletlerinin gerekli kalitede sağlanma mecburiyeti, ücretsiz çalıştırma yani angarya yasağı, işçi sağlığı ve iş güvenliği tedbirlerinin ve ev ortamında da olası kazaların ve hastalıkların bu kapsamda değerlendirilmesi, bunların hepsi kazanılmış haklar. Aynı zamanda nasıl ki işyeri sınırlarında çalışırken, işveren çalışanın kişisel bilgilerine dokunamıyorsa, örneğin alıp telefonuna bakamıyorsa, özel alanına giremiyorsa, evden çalışırken de, iş süreci kontrolünü bu boyuta vardıramaz, özel hayat ihlaline giremez. Peki bunların ne kadarına uzaktan çalışmanın fiiliyatında uyuluyor? Çok küçük bir kısmına büyük bir ihtimalle.

Fakat herhangi bir alanda düzenlemeler var ise, bu yönde verilen mücadeleler de var demektir.  Evde çalışma alanının da bir mücadele belleği var. Mesela Uluslararası Çalışma Örgütü’nün, 1996 tarihli 177 no’lu Evde Çalışma Sözleşmesi var. Tele Çalışma İle İlgili Avrupa Çerçeve Anlaşması var. Türkiye, İLO’nun Evde Çalışma Sözleşmesi’ne taraf olmadı, ama buradaki maddeleri kendi İş Kanunu’na transfer etti. Biraz önce sıraladığımız hukukilik kriterleri İş Kanunu’na girdi.

“Evden çalışma” tek bir sınıf konumuna işaret etmiyor çünkü. Mesela iş çevrelerinin bazı dergilerinde şöyle ifadeler görüyoruz: “Evden çalışma devri bitti, istediğin yerden çalışma devri başlıyor!”. Bildiğimiz esnekleştirmeyi güzelleme söylemleri yani. Evden çalışma, bir nevi özgürleşme, bireysel özgürlüklerin artması diye lanse ediliyor.  Bu durum, hayat stili vurgusuyla da paketleniyor.

Fakat daha fazla evde çalışma, tek başına çalışma, iş üzerinden daha az yüz yüze sosyal temas, işyeri denetim sürecinin özel hayat alanı olan eve sirayet etmesi, ulaşılamama hakkının kullanılamaması, eşitsiz paylaşılan ev ve bakım işleri ile iş işlerinin üst üste binmesinin kadın, vasıflı beyaz yakalılar üzerinde yaptığı ek baskı gibi unsurların, çalışanların psiko-sosyal risklere olan mâruziyetini ne duruma getireceğini ciddi bir şekilde takip etmek gerekiyor.

Mevzuat alanından taban hareketlerine geçersek, evde çalışmanın arttığı bugünkü durumda geri dönüp hatırlanması gereken, sizin sorduğunuz, Türkçe’ye “bağlantısızlık hakkı” olarak çevrilen hareket. Fransa’da 2000-2001’de başlayan bir tartışma bu. Günün hangi saatinden sonra ben çalışan olarak bana yollanan e-maile cevap vermek zorunda değilim? Emsal bir dava üzerinden başlıyor bu tartışma. Bu emsal davada işçi lehine karar veriliyor. Kararda mealen deniyor ki: Çalışma saatlerinin dışında erişilir olmaması beklenemez ve bu saatlerde oluşan işin gecikmesi ile ilgili kaybın sorumlusu çalışan değildir. Sendikaların da sahip çıkması ile “bağlantısızlık hakkı” denen madde, 2017’de Fransa İş Kanunu’nun bir maddesine meşhur “7. paragraf” olarak ekleniyor. Madde detaylı olmasa da bağlantısızlık hakkının ilkelerini tanımlıyor. Bu hak, Fransa’da da Almanya’da da, ciddi iş günü kaybına yol açan çalışan depresyonlarıyla, işyeri stresi ile psiko-sosyal risklerle mücadele etmenin bir yolu olarak lanse ediliyor. Sadece sendikalar tarafından değil, pek çok kamu kurumu hatta bazı büyük şirketler tarafından da, işçinin sürekli bağlantıda olma stresini taşıdığı durumda, veriminin de düşeceği savlanıyor. Türkiye için bu hak talebi çok uzak gözükse de, taşıyıcı kapsayıcı bir irade olduğu durumda tahmin edilemeyecek kadar hızlı destekçi bulacak bir harekete dönüşebilir. Bunun evde çalışan işgücü açısından bir insan altyapısı var. Yani ikilikler üzerinden düşünüp, sadece dışarıda çalışanlara, evde kalamayanlara, klasik tanımı ile “işçilere” odaklanmamamız, evde çalışanlara da bakmamız gerekiyor. Ortaklıklar kurarak nasıl bu çelişkileri, daha az üreten, adil, biyoçeşitliliği koruyan ve onun içinde hareket eden, yavaş ve derin bir ömür ve dünya kurmak için konumlandırmalıyız, onu düşünüp, o yönde uğraşmalıyız.

Aslı Odman: Sosyal bilimci, İstanbul İSİG Meclisi, MSGSÜ Öğretim Görevlisi, Kent Araştırmacısı

Bu yazı, Toplumcu Mühendisler ve Mimarlar Meclisi yayını olan, Toplumcu Meclis Bülteni ‘Toplumcu Seçenek Şubat 21 sayısından alınmıştır (2021)


Kaynaklar

* Bu sorulara cevap verirken, Eylül – Aralık 2020 arasında kaleme aldığım aşağıdaki farklı yazı ve mülakatlardan da faydalandım:

  1. TTB Covid-19 İzlem Kurulu 6. Ay Değerlendirme Raporu çerçevesinde, kent araştırmacısı Murat Tülek ile gerçekleştirdiğimiz araştırma; Aslı Odman ve Murat Tülek, COVID-19  Pandemisi döneminde sosyo-mekansal eşitsizlikler ve veri / halk sağlığı ilişkisi, 17 Eylül 2020
  2. Emeğin Yeni Kontrol Mekanizmaları, Çevre Katliamının Yeni Dönemine Dair de Bir İşaret Fişeğidir 1 ve 2, El Yazmaları, 24 ve 26 Eylül 2020
  1. Türk Tabipler Birliği Covid-19 İzleme Kurulu,
  2. Ay Değerlendirme Raporu, s. 10ff (5 Aralık. 2020).
  3. Salgın Politikalarının İstisna Hali: Çalışan Yurttaşlar, Saha Dergisi, 7. Sayı, Aralık 2020.
  4. Pandemide Çalışmak Zorunda Olmak: İşçi Sağlığı Yoksa, Halk Sağlığı Da Yok!, İstanbul İSİG Meclisi 2020 İş Cinayetleri Raporu içinde

[1] TTB Covid-19 İzlem Kurulu 6. Ay Değerlendirme Raporu çerçevesinde,  kent araştırmacısı Murat Tülek ile gerçekleştirdiğimiz araştırma; Aslı Odman ve Murat Tülek, COVID-19  Pandemisi döneminde sosyo-mekansal eşitsizlikler ve veri / halk sağlığı ilişkisi, 17 Eylül 2020

[2] Emeğin Yeni Kontrol Mekanizmaları, Çevre Katliamının Yeni Dönemine Dair de Bir İşaret Fişeğidir 1 ve 2, El Yazmaları, 24 ve 26 Eylül 2020

[3] Türk Tabipler Birliği Covid-19 İzleme Kurulu, 8. Ay Değerlendirme Raporu, s. 10ff (5 Aralık. 2020).

[4] Salgın Politikalarının İstisna Hali: Çalışan Yurttaşlar, Saha Dergisi, 7. Sayı, Aralık 2020.

Aslı ODMAN