Osmanlı İmparatorluğu

Bu bölümde, yukarıda daha çok teorik düzlemde anlatılan toplumsal dönüşüm ve değişimin toplumumuzdaki yansımalarına bakabiliriz. Bunu, daha çok Osmanlı İmparatorluğu üzerinden yapmak niyetindeyiz. Buna ise Osmanlı Bey-

liği’nin bir uç beyliği olduğu tespitini yaparak ve bu tespitle de uç bölgesindeki bu küçük beyliğin nasıl kısa zamanda imparatorluk olduğunu sormakla başlamakta yarar vardır. Osmanlı İmparatorluğu üzerinde çalışan araştırmacılar Osmanlı’nın imparatorluk oluşu ve yıkılışının nedenleri hakkında farklı görüş bildirirler. Neden diğer beylikler değil de Osmanlı Beyliği imparatorluk olma imkânını yakaladığı sorusu araştırmacıların öteden beri özellikle merak ettikleri bir olgudur. Bu soruya farklı cevaplar veren araştırmacılar ve onların temsil ettiği ekoller, diğer bir söyleyişle onların hangi nedenlere vurgu yaptığına baktığımızda, Paul Wittek, Joseph Hammer, Fuad Köprülü, Halil İnalcık ve İlber Ortaylı ilk akla gelen 5 araştırmacıdır. Paul Wittek gaza ruhuna vurgu yapar.

Joseph Hammer ise aynı mantıktan hareketle ama daha çok İslam’ın fetih geleneğiyle Osmanlının gelişimi arasında bir ilişki kurar. Bunlara karşın Fuad Köprülü daha çok Selçuklu imparatorluğundan alınan teşkilat geleneğinin Osmanlının imparatorluk olmasında belirleyici bir etken olduğunu ileri sürer. Bu sayılanlardan farklı olarak Halil İnalcık Osmanlının dışa yönelmesini, onun sınır bölgelerindeki savaş başarılarında kritik bir neden olduğunu yazar. Ve son olarak İlber Ortaylı Osmanlının imparatorluk oluşunda feodalite, aile birliği üzerine kurulu dayanışma yerine, ta baştan beri akılcı ordu düzeni, devşirme-kapıkulu gibi sistemlere verilen önem üzerinde durur. Türklerin teşkilat özelliği, köylüyü fazla vergilerle bezdirmeme, fethedilen yerlerdeki din ve dil gibi kültürel motiflere müdahale etmemeleri Ortaylı’nın özellikle öne çıkardığı nedenlerdir. Ortaylı’ya göre Osmanlı, bilinenlerin tersine köylüyü topraklandırma siyaseti güttü. Osmanlı bununla da kalmadı, ama aynı zamanda var olan beylikler/devletler arasındaki çatışmaları da kendi lehine kullanabilme siyasetini güttü. Ayrıca da Osmanlı hem var olan geleneklere, örneğin İslami, Kur’an kökenli kanunlarına sahip çıktı, hem de kimi alanları sultani kökenli kanunlarla düzenlenme iradesini gösterdi.[1]

Zaptetmek ve Yönetmek

Neden diğer beylikler değil de Osmanlı Beyliği’nin imparatorluk olabildiği olgusunu anlamın bir yolu, onu tarihsel gelişim süreci içinde incelemektir. Bir diğer yol ise, bu olguyu onunla aynı uzamda var olan ve ona yakın başka bir olguyla karşılaştırmaktır. Bu bağlamda İlber Ortaylı “Türkiye Teşkilat ve İdare Tarihi” adlı kitabında Nikola Machiavelli ve Ogier Chiselin von Busbecque’nin Osmanlı İmparatorluğu hakkında aşağıdaki yargıda bulunduğunu yazar:

Hükümdarın lütfu ile yönetici olanların yönettiği Osmanlı İmparatorluğu’nun her parçası hükümdarın otoritesine sıkı sıkıya bağlıdır. Böyle bir ülke zapt edilemez. Ancak, edilirse idaresi çok kolaydır. Oysa bir sürü feodal lordun krala kafa tuttuğu bir Fransa kolayca zapt edilebilir. Ama orada tutunmak müstevli için çok zordur.”[2]

Bu yargı, merkezi yönetimin güçlülüğünü bir yandan feodalitenin yaygın baskıcı gücünün ve öte yandan da taşranın merkezkaç, bağımsızlıkçı eğilimi arasında orantısal ilişkisi olduğu varsayımına dayanıyor. Konunun anlaşılması için bu yargıyı aşağıda biraz daha açarak yorumlamakta yarar olduğu düşünülmektedir. Bunu ise öncelikle bu orantının doğru olduğu kanısından hareketle yapmak istiyorum. Bu orantısal ilişkinin doğruluk varsayımı bize bir yandan Osmanlı İmparatorluğu yönetim biçimi diğer yandan da feodalite ve taşranın bağımsızlığı ile merkezi güç arasındaki kimi bilgiler veriyor. Bunları ise şöyle sıralamak mümkün: Bir; bu yargı, varsayım her şeyden önce Osmanlı yönetim biçiminin karşılaştırmalı mantığa göre merkezi bir yapıya sahip olduğunu söylüyor. Avrupa’da dağınık, merkezden özerk, farklı ve küçük krallıklar, şehir ve din bazlı yönetim türleri baskınken, Osmanlı farklı milletlerin tek merkezden, tek sultanlık çatısı altında ve tek baskın din felsefesi etrafında örgütlenmişti. Bununla birlikte, bütün geleneksel toplumlar güçlü bir merkezî denetimin olmadığı, ancak mali yönden özerk birimlerden oluşan, bürokrasinin yöneticiye yakın, onunla akraba ilişkisi olan dar kadrolardan oluştuğu, yaygın ekonomik, siyasi ve kültürel alış verişin bulunmadığı bir devlet sistemine sahiptiler. Bu anlamıyla bütün devletler önce krallıklar şeklinde örgütlendiler. Ancak ve buna rağmen bu toplumların günümüzdeki anlamıyla merkeziyetçi olduğunu söylemek doğru olmaz. Merkezi otorite, güçlü devlet ancak güçsüz birimlerin varlığı ve onlar üzerinde etkili olmakla, onlar üzerinden fikirsel düzlemde de hegemonya kurmakla oluşur. Bu ise daha sonraki döneme denk düşün bir gelişmedir.

İki; merkantilizmin ve/veya Max Weber’in deyimiyle patrimonial bir yönetim sisteminde merkezden bağımsız bir gücün varlığı, merkezi hükümetin moralen de zayıflığı anlamına gelirdi ki, buna özelikle 1600’lerden sonra dünyayı İslamlaştırmak isteyen Osmanlının izin vermesi mümkün değildi. Osmanlı dünyayı İslamlaştırmak istiyordu. O Devlet-i Aliyye-i, yani dünya devletiydi. Osmanlı dar-ul İslam motivasyonuyla dünyayı İslamlaştırmak istiyordu. Bu istemi anlamak ve anlatmak için öncelikle Max Weber’e başvurmak gerekmektedir.

Weber’in İdeal Meşruluk Biçimleri  

Bilindiği üzere Max Weber üç ayrı ideal meşruluk biçiminin olduğunu yazmıştır.[3] Weber meşruluğu hukuki değil, sosyolojik anlamda incelemiş ve ele almıştır. Weber’in toplumbilim anlayışına göre meşruluk, sosyal gerçeklikte var olan ve otorite için, otorite altında bulunanlar tarafından beslenen gerçek bir inancın karşılığı olarak ele alınmalıdır. Her otorite, meşruluğu hakkında geniş̧ halk tabakalarında sağlam bir inanç uyandırmaya ve bu inancı sürdürmeye çalışır. Weber; ideal, analitik düzlemde bunları üç ayrı kategoriye indirger. Bunlar geleneksel, karizmatik ve yasal-ussal meşruluk biçimleridir. Geleneksel otorite eskiden beri var olagelen, geleneklere uygun otorite biçimidir. Soy, statü ve emirler birbirini tamamlar. Burada geleneksel sadakat duygusundan hareket edilerek yönetim meşrulaştırılır. Verilen emirler geleneklere aykırı olmadığı için meşrudurlar. Karizmatik otoritede ise yöneten yönetimini olağanüstü güçlerden aldığını iddia eder, gücünü kahramanlığına, sihire ya da mitlere dayandırır ve kendisini de olağanüstü kişilik olarak görür. Yönetilenlerden yönetene mutlak bağlılık ve güven beklenir. Hukuk daha çok yönetenin emirlerinin somutlaştırılmış halidir. Weber’e göre kimi gelişmelerin, rasyonelleştirmelerin sonucunda geleneksel ve karizmatik otoritenin yanı sıra yasal-ussal otoritenin de toplum yönetim biçimi olarak kabul edilmesi ve meşru görülmesini sağladı.  Yasal-ussal otorite yasalara, rasyonel kurallara dayanan bir egemenlik anlayışıdır. Bürokrasi hükümdarın, yönetenin veya yönetenlerin halkı kontrol aracı değil, modern hukuk gibi rasyonel kurallarla toplumdaki refah düzeyini iyileştirme aracıdır. Bürokrasi bu çerçevede kaldıkça, burada edinilen yetenekler, bilgi, eğitim ve öğretim yoluyla bir sonraki kuşağa aktarıldıkça bu otorite biçimi meşru görülür.

Weber’in bu belirlemelerinden hareketle sorulması gereken soru, Osmanlı’nın bu dönemde hangi meşruluk biçimiyle yönetildiğidir. Buna cevaben şunu yazmak yanlış olmaz: Osmanlı hanedanları hâkimiyetlerini öncelikle Orta Asya Oğuz geleneklerinin hakanlık otoritesiyle meşrulaştırdılar. Onlar son durumda efsanevî hükümdar Oğuz Han ya da Cengiz Han’ın neslinden gelmekle övündüler. Bu ise Osmanlı’nın varlığını, eskiden beri var olagelen geleneklere, soya, statüye uygun otorite biçimini öne çıkardığına dair bir bilgi vermektedir. Bununla birlikte Osmanlı, varlığını aynı zamanda direkt Allah’a dayandırıyordu. Sultan, Allah’ın yeryüzündeki temsilcisiydi. O, sadece hakan değil, ama aynı zamanda halifeydi. Yani gücünü olağanüstü yeteneklere sahip olmakla meşrulaştırıyordu. Sonuç itibariyle Osmanlı’nın meşruiyet tipinin, Weber’in yukarıda bahsedilen meşruluğun üç ideal tipinden, daha çok karizmatik ve geleneksel ilkeye uyduğu anlaşılıyor.

Burada yine Weber’in gözüyle tespit edilmesi gereken diğer bir hususta, Osmanlı’nın Weber’e göre patrimonial bir ekonomi sisteme sahip olmasıdır. [4]  Bilindiği gibi Osmanlı’da özel mülkiyet yoktu “toprak, senin benim değil, Allah’ındır” denirdi. Özel mülkiyetin olmadığı bir yerde ise, ne (toplumsal) sözleşme ne de özel hukuk olur ve gelişir. Bu anlamıyla Osmanlı ekonomik olarak en iyimser yargıyla merkantilist bir sürece kadar gelebildi. Osmanlı’nın sosyo-ekonomik yapısı buradan bakıldığında kapitalizmden uzaktı. Bu anlamda direk bir karşılaştırma yaparsak; İngiltere’de kral 1215’te Magna Carta’yı imzalarken, Osmanlı da buna yakın olan Sened-i İttifak 1808’de imzalanmıştır.

Güçlü Merkez ve Bağımsız Çevre Çelişkisi 

Konumuz bağlamında Osmanlı’nın sosyo-ekokomik ortamını şu şekilde yorumlamak yanlış değildir: Osmanlı’nın kuruluş döneminde devlete dâhil olmayan, devlete katılmamış birimler aslında siyasal olarak hep özerktiler, ama bu onların Osmanlı’nın gelişim döneminde de ve aynı zamanda ekonomik olarak da özerk, ya da bağımsız, zenginliklerle bezenmiş olduğu anlamına gelmez. Özellikle de Osmanlı’nın gelişim döneminde siyasi ve ekonomik birikim ancak merkezin gölgesinde, onun en azından zımni kabulüyle mümkündü. Özerklik, bağımsızlık her ne kadar teorik olarak mümkündüyse de, Osmanlı gerçekliğinde hiçbir zaman hayat bulmamıştır. Yani varsayım olmanın ötesine geçmemiştir. Mantıken de güçlü, yani kontrol eden merkezin varlığıyla bağımsız çevre birlikteliği birbiriyle çelişen olgulardır. 

Yukarıda açıklanan analitik ve zamansal boyuttan hareketle şu tespiti de yapmak gereklidir: Nikola Machiavelli ve Ogier Chiselin’in, Osmanlı hakkındaki yargıları Avrupai bir bakışın sonucudur. Avrupa’da yerel birimler zenginleştikçe, bağımsız, özerk olmak istediler. Dolayısıyla bunları merkezden yönetmek zorlaştı. Bununla birlikte bu yönetimler bölgesel düzlemde nüfus sahibi bir prens etrafında örgütlendikleri için bu durum sadece özerkliği değil ama aynı zamanda feodaliteyi de güçlendirdi. Küçük devletçiklerle, prenslikle, krallıklarla, ya da adem-i merkeziyetçilikle feodalite arasında bu anlamıyla hem tarihsel-sosyolojik ve hem de zamansal mantıki bir ilişki vardır. Bu küçük, dağınık, merkezden uzak birimleri yutan, bunları ekonomik olarak ya da hukuken kendisine bağlayan, bunları fetheden devletler, sadece merkezileşmediler, ama aynı zamanda imparatorluk oldular. Diğer bir söylemle, merkezden uzak küçük feodal krallıkların varlığı, evrimsel olarak doğal ve asıl olandır. Buna karşın, merkezi bir otoritenin oluşumu ve de milletlerin, krallıkların özerkliklerini kaybetmeleri ve imparatorlukların oluşumu arasında Avrupai anlamda bir ilişki vardır.

Buradan bakıldığında, Machiavelli ve Chiselin’in, Osmanlı hakkındaki yargıları Osmanlı’nın yapısı hakkında bilgi vermekten çok aslında kendilerine yaptıkları bir övgüdür. Bu anlayışa göre, Avrupalılar özgürlüklerine ve özgürce seçtikleri yöneticilerine bilgiyle bezenmiş fikir ve çıkarlarından dolayı bağlıdırlar. Buna karşın Osmanlılar ne ideolojik olarak ne de bireysel özgürlükleri bakımından sultanın seçimi ve/veya kararlarına müdahale, böylece de savunma olanakları var. Gerçekten de, imparatorlukların günümüzdeki anlamıyla merkeziyetçi olduklarını iddia etmek siyaset sosyolojisinin kimi temel varsayımlarıyla çelişir. Ve klasik Osmanlı idaresinde eyalet bir üst örgütlenmeden, ya da Avrupa’daki gibi kültürel, yasal ve idari olarak özerk yönetiminden çok merkezin kontrol ve koordinatörlük fonksiyonu etrafında bir birim olarak doğdu. Tam da bu yüzdendir ki bu birimlerin idaresi feodal bir liderde değil de, merkezden atanmış bir beylerbeyindeydi.  Bunu ise bizzat Ortaylı’nın kendisinden hareketle;

1.a) Toprak sistemi, demokrasi ve hukuk arasındaki ilişki, b) Osmanlı şehirlerinin yönetim ve yapısal özellikleri yönünden Avrupa kentleriyle karşılaştırılmasında göstermek yararlı bir katkı yapabilir.

Toplumsal Yapı ve Katılım

1.a) Toprak Sistemi, Demokrasi ve Hukuk: Ortaylı,

Türkiye Teşkilat ve İdare Tarihi” eserinde Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk dönemlerinde devletin, vergi toplama işini bizzat kendisinin yaptığını, zamanla aracılara bırakma sistemine geçtiğinin altını çizmektedir. Buna iltizam sistemi de denilmektedir. Ona göre iltizam sistemi,

“Yeniçağ Avrupa’sında modernleşen devletlere sabit bir gelir sağlamış, bütçe ve hizmetlerde belirlilik getirmiş, bir yandan da burjuvazinin doğmasına imkân vermiştir. Richelieu Fransa’sında, Petro

Rusya’sında, iltizam bu gibi sonuçlar doğurmuştur.

Osmanlılar’da ise tarımsal zenginlik artmadığından devlet bu gelirlerle fazla bir yarar sağlamayıp gelişmediği gibi güçlü bir şehir burjuvazisi de doğamamıştır. Bu usûller sadece yolsuzluğu ve yerel nüfus gruplarının gücünü arttırmıştır. Onun içindir ki Tanzimat’tan itibaren devlet adamlarının başlıca sorunu da bu sistemin kaldırılması olmuştur.[5]

Ortaylı’nın bu yargısına göre iltizam sistemi Fransa ve Rusya’da modernleşmeye, Osmanlı ve Türkiye’de ise burjuvazinin değil de, toprak ağalarının doğmasına neden olmuştur. Bu yargının demokrasi ve hukuk devletinin evrimsel gelişimi bağlamında değerlendirildiğinde yanlış olabileceğini söylemek mümkündür. Bu tezi geliştirmek için öncelikle demokrasi ve hukuk kavramlarını belirleyerek başlamak doğru olacaktır. Hatırlanacağı gibi, demokrasi yukarı ki bölümlerde en genel anlamıyla toplumsal katılımın sağlandığı, birlikte karar alma mekanizması olarak tanımlanmıştı. Buradan hareketle hukuk da, bu toplumsal katılımın evrensel olma ihtimali yüksek kurallar çerçevesinde belirlenmesidir. Bu ise tabii ki sınıf ve diğer kimi toplumsal fay hatlarının belirlenmesi ve kendi istemleri çerçevesinde katılımı anlamına gelir.  Bunlardan biri yerel nüfus gruplarıdır. Diğer bir söylemle, demokrasi ve hukuk sistemlerinin geliştiği yerlerde yerel nüfus gruplarının gücünü arttırması tabiidir, beklenendir. Tersinden bakıldığında, demokrasiler, ancak yerel nüfus gruplarının gücünü arttırmasıyla mümkündür Sadece dikey değil, yatay katılım,  demokrasinin olmazsa olmazlarındandır. Buradan bakıldığında Osmanlı devleti ve onun bürokratları işte tam da bu açılımın önünü kesmeye çalışmakla demokrasi ve hukukun gelişiminin önüne geçmişlerdir

Osmanlı gibi sanayileşmemiş bir toplumda, merkantilist ekonomi ve Max Weber’in deyimiyle de patrimonial bir devlet sisteminin hâkim olduğu bir yerde, iltizam sistemine geçişin yerel nüfus gruplarının gücünü arttırmış olması gayet tabiidir. Sanayinin olmadığı bir yerde, (sanayi) burjuvazisinin oluşmasını beklemek mantıken mümkün değildir. Tarihsel olarak da, 1800’lerin başında ne Fransa, ne de Rusya, modern demokrasi ve hukuk anlayışıyla yönetiliyordu. Günümüzde de Rusya diktatörlük yapısını hala koruyor. Bu eğilim Fransa’nın Avrupa Birliğine girişi ve 2003’te yerel, daha doğrusu bölgesel kalkınmanın önünü açan anayasadaki köklü değişikler ile torpillenmiş olsa da, Fransa günümüzde bile Avrupa devlet sistemi içinde merkezi yönetim ve otoriter yapılara en yakın olan devletlerin başında gelir. Sonuç itibariyle, yerel nüfus gruplarının gücünün arttırılmasıyla demokrasi ve hukuk devletinin gelişimi arasında negatif değil, pozitif bir ilişki vardır. Bu ilişki geliştikçe de evrensel olma ihtimali yüksek olan kurallar çerçevesinde birlikte karar alma kültürü de gelişmektedir ve ayrıca bu ortam uzlaşmacı demokrasilerin olmazsa olmaz kriterlerinden biridir.

1.b) Osmanlı Şehrinin Yönetim ve Yapısal Özellikleri Yönünden Avrupa Kentleriyle Karşılaştırılması: Yine İlber Ortaylı, “Türkiye Teşkilat ve İdare Tarihi” eserinde “Osmanlı

Şehrinin Yönetim ve Yapısal Özellikleri Yönünden Avrupa Kentleriyle Karşılaştırılması” alt başlığını şu tespitle özetler:

“Türkiye şehirlerinde geleneksel şehir yönetimi 19. yüzyıl başlarından itibaren büyük değişikliklere uğramıştır. Bu değişim Batı’daki gibi belirli kuvvet gruplarının etkisi ile olmamışsa da dış dünyanın zorlayıcı şartlarından dolayı değişen ülkesel sosyo-ekonomik yapı, şehirlerin yapısında, yönetim kurumlarında ve beledî fonksiyonların yerine getirilmesi üzerinde de etkili olmuştur.”[6]

Bu belirlemeden hareketle, Türkiye’de geleneksel şehir yönetiminin yapısal gelişimi kimi kategoriler etrafında incelenebilir ve bu ilinti üzerinde de şehirlerin yapısı ile halkın yönetime katılımı arasında bir ilişki kurabilir. Bunu ise bizzat Ortaylı’nın kendi belirlemeleriyle yapabiliriz. Şehir yönetiminin kısa bir gelişimi şu şekilde veriliyor: Ortaylı’ya göre Avrupa şehirlerinde 12. yüzyılın son dönemlerinde tarımsal teknolojilerde değişiklik başladı. Ancak bu gelişme, büyüme ve zenginleşme diğer kıtalarda görülmediği gibi, Avrupa’nın da her yerinde aynı yoğunlukta yaşanmadı. Sanayi ve tarım devriminin bir sonucu olarak kimi kentlerde hem kapital/sermaye hem de siyasal nüfuz olarak güçlü bir tüccar ve sanayici sınıfı oluştu.[7] Bu sınıfın üyeleri güçlerinin şehir yönetimlerinde temsilini talep ettiler. Bu mücadelenin bir sonucunu, bu grubun şehir yönetiminde yer almasında ve kimi imtiyazlara sahip olmalarında görmek mümkündür.

Bu çerçevede Ortaylı; Almanya, İtalya ve Rusya’daki şehir gelişmelerine göz atıyor. Onun yaptığı analize göre, Almanya’da 13. yüzyılda serbest şehir olarak Hansa Birliği meydana getirildi. Kuzey İtalyan liman şehirleri çok önceden Avrupa dünyasının zenginliğinden ticaretle yararlanarak zenginleştiler. Oligarşik sistemli şehirlere Kuzey İtalya, Kuzey Alman, Hansa, Flandr şehirleri örnektir. Böyle ticarette uzmanlaşmış şehirlerde ilk olarak şehir meclisleri ortaya çıktı. Meclis üyeleri şehrin ileri gelen tüccarlarından oluşurdu. Yasama ve denetim görevini onların seçtiği kurullar yerine getiriyordu. Beledi yaptırımların uygulanması ve yargılama görevi bunlara bırakılmıştı. Bu uzumda da Rusya Novgorod, Hansa Sistemi’ne entegre oldu. Böylece yasama, yürütme ve yargı bu grubun elinde toplandı.

Endüstri öncesi şehirlerde, belediyenin üstlendiği kimi fonksiyonlar devletin sunduğu diğer ödevlerle aynı tutulurdu. Bu ayrışım şehirlerin siyasal olarak güçlenmesiyle ortaya çıktı. Bundan böyle kent belediyeleri de merkezi devlet gibi yasalar koyan, kural belirleyen ve bunları kontrol eden bir kolluk sistemi geliştirdiler. Diğer bir deyimle, Ortaylı, şehir yönetimi, monopolleşme ve katılım arasında mantıki bir ilişi kuruyor. Bu ilişki onu 14. yüzyıl Viyana, Kiev, İspanya ve Osmanlı şehirleri arasında bir karşılaştırma yapmaya götürüyor. Ortaylı şu tespiti yapıyor:

Geleneksel şehrin yönetici beyninin yönetimi mutlak olarak elde tutması ve bütün nizam ve uygulamalarının bu kalıp etrafında biçimlenmesi, her şeyden önce şehir ahalisinin meydana getiren bir takım grupların yeterince güçlenip zenginleşmediği ve teşkilatlanmadığı şehirler için söz konusudur.”[8]

Bu tespite göre şehir yönetimi, şehir yönetimine katılım, şehir olmakla ilgilidir. Ancak Viyana şehir belediyelerine katılım yerelden başlarken, Osmanlı şehirlerinde kadı, merkezi otoritenin tayiniyle göreve gelirdi. Viyana’daki bir ödeve adanmışlıkken; İstanbul’daki bir atanmaydı. Türkiye’deki şehirlerin Avrupa’daki şehirlerin mantığına göre işlevselleşmesi ancak 19. yüzyıldan sonra başladı. Bu ise kendi iç dinamiklerinin değil de daha çok ve Avrupa’dan farklı olarak dış dünyadaki sosyo-ekonomik yapının değişiminin sonucuydu.

Şimdi, Ortaylı’nın verdiği bu tarihsel arka plan ve analizden hareketle şehirlerin yapısı ile halkın yönetime katılımı arasındaki ilişki açısından şehirleri iki gruba ayırmak mümkündür:  a) Oligarşi şehri Ragusa: Ortaylı’ya göre Hansa şehirlerinde “magister” ve İtalyan şehirlerinde “podesta”, Adriyatik Ragusa (Dubrovnik) şehri “rektürü” veya Novgorad şehri “knezi”si oligarşik şehir yönetimine işaret ediyorlar. b) Aristokrasi şehri Kiev: Buna karşın Kiev de şehirlerde örgütlenmiş bir tüccar sınıf bulunmadığından, bu gibi şehirlerde boyalar (zadegan) knezin muti memuru olarak kaldılar.

Bu analiz ve kategorileştirme üzerinden şu tespiti yapmak yanlış olmaz: Osmanlı şehirleri ne a ne de b grubuna giriyor. Çünkü Ortaylı’nın belirlemelerine göre sanayinin olmadığı Osmanlı toplumunda tabii ki sanayi burjuvazi sınıfı da yoktu, olamazdı.  Osmanlı özel mülkiyeti yasaklayarak bu tip grupların yeterince güçlenip zenginleşmediği ve teşkilatlanmadığı şehirlerin gelişimini de engellemiş oldu. Burada önemli diğer bir gerçeklikte, bu sınıfın gelişimini aristokratlar değil de bürokratlar (kadılar ve valiler gibi) engellediler. Dolayısıyla, Osmanlı şehir yapıları Slav ruhunun ve yönetiminin despotik biçimi ve toplumsal yapısının hâkim olduğu Rus Novgorod sistemine yakındır. Bunlarda ise asıl olan katılım değil hükümdür, hükmetmektir; adanma değil, atanmadır. Buradan hareketle ve demokrasiyi halkın otoriteye, hükmedenlerin hükmüne katılımı olarak tanımladığımızda, Osmanlı şehirlerinin neden gelişmediği hakkında da bir bilgi edinmiş olacağız. Avrupai şehirlerin yönetimi ve gelişiminde halkın katılımı, demokrasiye yapılan vurgu belirleyiciyken, Osmanlı şehirlerinin gelişimi ve yönetiminde devletin ihtiyaçları esas alınmıştır. Bu ise devlet, belediye ve halkın katılımı gibi fonksiyonel/işlevsel ayrışmayı engellemiştir. Bunun yerine topdown, yukarıdan aşağıya normatif devletçi bakış belirleyici olmuştur.

Sonuç olarak, şehirleri iki değil de üç gruba ayırmak gerek; (a) Machu Picchu, Atina, Kiev ve Edinburgh gibi aristokrasi şehirleri. (b) Hamburg, Liverpool, Monaco ve New

York gibi burjuva şehirleri ve (c) İstanbul, Ragusa, Novgorod ve Belgrad gibi patrominal şehirler. Bunlar, halkın katılımı değil de, hükümdarların sarayları/evleri/oikos ve (askeri) güvenlik mantığı çerçevesinde geliştirilmiş şehirlerdir.

Özetlersek, yerel yönetimlerle demokrasi arasındaki hem tarihsel-sosyolojik ve hem de mantıki bir ilişki vardır.

Demokrasi sadece oy kullanma anlamına gelmez. Demokrasi bununla birlikte bir de halkın kendini ilgilendiren işlerin belirlenmesi ve yönetime katılması, bu amaçla kurulan organlarda aktif yer alması, bu organlara seçtiği yöneticilerini mümkün olduğunca etkilemeye ve de denetlemeye çalışmasıdır. Bu mekanizma, yani katılım ve denetim, yerinden yönetim ilkesine göre örgütlenmiş kuruluşlarda daha kolay olmaktadır. Bu anlamıyla da merkez ve geniş çaplı değil ama yerinden ve küçük ölçekli projeler genellikle yerel birimlerin inisiyatifiyle gelişir. Diğer bir söylemle, merkezi yönetim ile demokrasi ve katılım arasında negatif bir ilişki vardır. Merkeziyetçi demokrasilerde her karar merkezde verilir, merkezin çıkarı önemsenir ve merkezden başlanarak yapılır. Halkla, merkezi yönetim arasındaki kültürel farklılıklar gözden kaçabilir.

Kırtasiyeciliğin artma ihtimali yüksektir. Buna karşın, yerinden yönetimlerle demokrasi arasında pozitif bir ilişki vardır. Özellikle de günümüzde katılımın önemi merkezden yerele doğru kaymıştır. Merkez, yerelde başarıyla uygulanan politikaların havuzu olmaya başlamıştır. Vatandaşa yakın olmak demokrasinin olmazsa olmaz bir kriteri olarak kabul görmüştür. Ne istediğini bilen, istediğinin arkasında duran, onu bütün zorluklara rağmen takip eden vatandaşın devlete katılımı, devletin hesap verebilirliğini güçlendirmiştir. Demokrasi, ancak katılımla olacağı için, katılım artıkça, demokrasi de güçlenir.

Bu makale Ali Demir’in Demokrasi, Hukuk Devleti ve Sivil Toplum kitap çalışmasından alınmıştır…

ISBN: 978-605-4915-33-0
Yayıncı Sertifika No:  61978
Kalan Basım Yayın Dağıtım (Kalan Yayınları)
Bahçelievler Mh. Yıldırım Sok. Demirdağ Apt. No:19. Batman kalanyayinlari1999@gmail.com


 

[1] Ortaylı, İlber (2021): Türkiye Teşkilat ve İdare Tarihi. S. 90-96.

Kronik: İstanbul.

[2] İbid, s.191.

[3] Weber, Max (1985): Gesammelte Aufsätze zur Wissenschaftslehre. Hrsg. von Johannes Winckelmann. 6., erneut durchgesehene Auflage. S. 474-487. Tübingen: J. C. B. Mohr.

[4] Weber, Max (1980): Wirtschaft und Gesellschaft. Grundriss der verstehenden Soziologie.  Zweiter Teil. Kapitel IX. 3. Abschnitt.

S.580-624. Besorgt von Johannes Winckelmann. Studienausgabe.

Tübingen.

[5] Ortaylı, Türkiye Teşkilat ve İdare Tarihi, s. 109.

[6] İbid, s. 224.

[7] Demir, Ali (2022):  “Deliberation as a Consequence of the Right to Rights.” In: İyit, N. & Özbek, B. H. & Toptaş, A. (ed.): Current Research in Social, Human and Administrative Sciences. P. 239260. Ankara: Gece Kitaplığı.

[8] Ortaylı, Türkiye Teşkilat ve İdare Tarihi, s. 224.