Nükleer Enerji Santralleri ve Yükselen Deniz Seviyeleri

Nükleer enerjinin, giderek daha çalkantılı bir iklimde enerji güvenliği sağlayacağına dair birtakım iddialar mevcut. Ancak iklim değişikliğinin kendisi bu iddiaları boşa çıkarıyor. Bir zamanlar nadir görülen aşırı sel, kuraklık ve fırtınalar çok daha yaygın hale geliyor ve daha eski zamanlarda hazırlanmış endüstri koruma önlemlerini giderek geçersiz hale getiriyor. Kaldı ki kâr oranlarını düşüreceğini bilen sermayedar bu koruma önlemlerini ne kadar hazırlamıştır, bu da bilinmez. Asıl nokta şudur ki nükleer santrallere yönelik iklim riskleri doğrusal veya öngörülebilir olmayacak. Yükselen denizler, fırtına dalgaları ve yoğun yağışlar kıyı ve iç su taşkın korumalarını aşındırıp zayıflattıkça, doğal ve inşa edilmiş engeller sınırlarına ulaşacaktır.

Nükleer santraller, çekirdekteki fisyon ürünlerinin ve kullanılmış nükleer yakıtın aşırı ısınmasını önlemek için çok büyük miktarlarda suya ihtiyaç duyar. Bu durum nükleeri, üretilen enerji birimi başına tüketim ve çekme açısından en fazla su yoğun enerji kaynağı haline getirir. Bu nedenle dünyadaki nükleer santrallerin yüzde 40’ından fazlası kıyılarda inşa edilmiş durumda. Sadece yapım aşamasında olan santraller için ise bu sayı yüzde 66’ya yükseliyor. Dünya çapında yaklaşık 516 milyon insan, faal olan en az bir nükleer santralin etrafındaki 80 km’lik yarıçap içinde ve 20 milyonu da 16 km’lik yarıçap içinde yaşıyor. Bu insanlar gelecekteki olası bir nükleer kazanın sonrasında sağlık ve güvenlik açısından en büyük risk altında olan kişiler.

Nükleer santraller çekirdeğe ve yerinde depolanan kullanılmış nükleer yakıta soğutma suyu sağlayan pompalara güç sağlamak için kendi ürettiği elektriği kullanamazlar. Bundan dolayı soğutma suyu sirkülasyonunu sağlamak için şebekeye, yedek jeneratörlere ya da yedek reaktörlere ihtiyaçları vardır. Bu güç kaynaklarına erişimi kesen herhangi bir tehlike, soğutma suyuna erişimi kısıtlar ve nihayetinde Fukuşima’daki tsunami ile yaşanan selde olduğu gibi bir nükleer erime ve saha dışına radyasyon sızıntısı riskini de beraberinde getirir.

ABD Nükleer Düzenleme Komisyonu (NRC) tarafından sel üzerine yürütülen çalışmalar, değerlendirilen 61 nükleer sahasından 55’inin, tasarlandıklarının ve kaldırabileceklerinin ötesinde sel tehlikesi yaşadığı sonucuna varmıştır. Nihayetinde 2014 yılında, Florida Power & Lighta ait St. Lucie Nükleer Santrali’ndeki (herhangi bir felakete “hazır” olduğu bildirilen ancak onlarca yıldır uygun mühürleri olmayan birkaç santralden biri) su taşkını bariyerlerinin yetersizliği şiddetli yağışların akabinde 50 bin galonluk su taşkınına sebep oldu.

St. Lucie Nükleer Santrali’ndeki gibi fırtınalar ve Fukuşima’da tanık olunan yer hareketleri(neredeyse tamamı ABD’deki) nükleer atıkları onlarca yıl boyunca yerinde depolamaya devam edecek olan hem faaliyetteki hem de hizmet dışı bırakılmış tesisler için çok gerçek riskler oluşturuyor. Giderek artan deniz seviyeleri ile birleştiğinde, bu riskler büyümeye devam edecek. 2018 ABD Ulusal İklim Değerlendirmesi Raporu yüzyılın ortasına kadar 1 °C’lik çok düşük bir ısınma senaryosunda bile, “hem yüksek gelgitin hem de daha şiddetli, zarar verici kıyı taşkınlarının sıklığı, derinliği ve kapsamının önümüzdeki on yıllarda hızla artacağını” bildiriyordu. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli de yine 1,5 °C’lik ısınmaya 11 yıl gibi kısa bir sürede ulaşılabileceği sonucuna varıyordu.

Tüm enerji teknolojileri, artan doğal afetler ve deniz seviyesinin yükselmesinden bir şekilde etkilenecek olsa da, nükleer santrallerin arızalanması, sosyal ve ekonomik zararların yanı sıra geri dönüşü olmayan sağlık ve çevre sonuçlarına yol açacak. Binlerce yıl öldürücü düzeylerde kalabilen radyasyon nedeniyle Japonya hükümetinin açıklamasına göre Fukuşima’da en az 165 bin kişi yerinden edilmiş oldu.

Kaynak: Polen Ekoloji