Çöküşe Rıza 9 ½

anosmi 

Haydi arkadaşlar sizde kıçınızı kaldırın biraz! TDK sözlüğünde “bu” kelimenin karşılığı olarak, “teklifsiz konuşmada” parantezi içinde olmak üzere “kuyruk sokumu bölgesi, dip, göt, kaba et, kaba but, popo, toto, makat, mabat, küfe” veriliyor. “Eski zamanların artık geride kaldığı, yasakların ve yoksulluğun artık olmadığı” söylendiği için bu kelimeyi; yani kıç kelimesini ya da sözlükteki karşılıklarından göt kelimesini eskiden olduğu gibi *ıç ya da g*t şeklinde yazmıyorum! Oysa yasakların olduğu zamanlarda hele ki korkak bir küçük burjuva olarak bu kelimeyi o şekilde yazmaktan kesinlikle kaçınacak ve yaptığım bu oto sansürü haklı kılma çabası içine girişecektim.

Bir kişiyi tanımlarken bu kelimenin karşılıklarından birisini kullandığı için kendisine hakaret davası açılan Can Yücel’in mahkemede hâkime “bizim memlekette göte göt denir” dediğini bu satırları okuyan herkesin bildiğini, anımsadığını düşünüyorum. Ve rivayet odur ki bir konferansında kendisine “çok küfürlü konuşuyorsunuz” diyen bir gence Can Yücel “Küfür burjuvazinin ağzında bir lağım çukurudur; işçi sınıfının ağzında açan çiçektir” yanıtını verir. O halde soru şudur: “küfür nerede başlar?” Örneğin bu sözcük ya da kıç sözcüğü küfür müdür? Can Yücel’in izinden giderek yanıtlayalım: bir sözcük burnunuza lağım kokusunu getiriyorsa, lağım kokusunu çağrıştırıyorsa o küfürdür.
*
Neden “buçuklu” bir kısa yazı: yaklaşık üç hafta önce bu ortamda da yayınlanan yazımda neredeyse yıllar ve yıllar öncesinde yeni bitmiş/yetiştirimli, ülkedeki her burjuva gibi görgü görenek sahibi hamili kart sahibi yakin bir “burjuvanın” millete ettiği ve milletin de sindirdiği ve amiyane tabirle yalayıp yuttuğu bir “küfrü” anımsatmıştım. Evet, aradan on yıl geçmesine rağmen o koku hala her yeri, yaşamımızı sarmış, kaplamış durumda; Can Yücel’e dava açan mahkemeler aracılığı ile -bırakın bu sözlere dava açılmasını- bu haberlere, bilgiye ulaşım engellense de evet o koku hala duruyor.  Sorun şu ki milletin koku alma duygusu sorunlu ve belki de yok ve belki de yayılan kokuyu özel laboratuarlarda üretilmiş parfümlerden, o çok pahalı ulaşılmaz parfümlerden biri sanıyor. Diğer taraftan söz konusu şahsı muhterem sahnelerimizde arzı endam etmekten geri durmuyor. Ve haklı olarak kaçınması ve korkmasını gerektiren hiçbir durum yok; yani kıçını kaldıran kimse yok!
*
Anosmi; koku alma duygusunun yitimine tıpta verilen ad… Birçok enfeksiyon hastalığında görülebileceği gibi –yakın örneğimiz COVİD-19- birçok nöropsikiyatrik hastalığa da eşlik eder, örneğin psikozlar!
*
Nietzsche “Ben toplumun kokuştuğunu söylemiyorum, sadece kokuları duyduğumu söylüyorum” demiş…

küfürler, yalanlar ve faşizm…

Evet; yaşanan an itibariyle değil on yıllardan beri kokunun duyulmadığı ya da önemsenmediği ve belki de en önemlisi onun güzel koktuğunun sanıldığı konusunda emin gibiyiz… Çocukluğumun ya da gençliğimin Türkçe/edebiyat ders kitaplarından birinde “görmek ve bakmak” başlık bir metin vardı; yazarını unuttum; metinde verilmek istenen görmek eylemi ile bakmak eyleminin farklılığını göstermek ve anlamak durumuna geçişi sağlamak, bu bağlamda bir farkındalık oluşturmaktı sanırım, genç beyinlerde! Anosmi gibi halkın muzdarip olduğu sorunlardan bir diğeri de sanırım “bakmakla yetinmek”, bakmış olmanın yeterli olduğunu sanmak; bir üçüncüsünü daha ekleye biliriz bu türden kronik hastalık hallerine; kaldı ki bunun psikolojik ve sosyolojik/antropolojik olduğu kadar patolojik bir tabanı da olabilir/vardır: işitmek ve işittiğini anlamak. İşitmek kulağın işidir, işittiğini anlamak ise beynin. Herhangi bir nedenle kulak ile beyin arasında bu organizasyonda ya da beyinde aksayan bir şeyler varsa küfürlerin olduğu gibi daha önemlisi yalanlarında anlaşılması yorumlanması zorlaşabilecektir.

Burada asıl soru ya da sorunlu soru şudur: “ya yalanlara inanmak isteniyorsa?”

Yalanlara inanmak faşizmi niteler… Adı konmamış bir “hastalık” olabilir bu; biz şimdilik “faşizm” diyelim! Gerçek ile yalan arasındaki sınırın giderek bulanıklaşması, silinmesi ve sonunda gerçeğin yerini kitlelerce kabul gören ve kitleleri eyleme geçirenin yalan olduğu bir rejimin/hastalığın adıdır faşizm. Yalan ile gerçek geri döndürülemez bir şekilde yer değiştirmiştir ve bir taraftan da “herkes bilir geminin batmakta olduğunu.” Ve batmakta olan geminin cankurtaran sandallarında yeri olmayan boğulması kaçınılmaz tayfası/işçisi olmakla övünen güruhun varoluş nedeni olarak gördüğü bir efsanenin metnini oluşturur yalan.

Yalnızca bakanların yalnızca işitenlerin ve bu kadarıyla yetinenlerin, koku alma duygusundan yoksun olanların çoğunlukta olduğu “yerlerde” filizlenen rejimlerin adıdır faşizm. Öyle akademik zırvalara, oyalanmalara yer yok onu tanımlamak için; kitleler ne kadar yalana tapıyor ona bakılması yeteri onu adlandırmak için… Ve kuşkusuz güruhun hali pür meali böyle olunca iktidara da onun bu halini meşru kılmak düşer.

Anlamak, görmek gibi “bilgiye” ulaşmak için gerekli yetiler artık bireyler için gereksizliğe indirgenir çünkü onları yerini alacak kültler/din vardır ve bu “durum” güruh için yeterli olmaktadır. Fazlası sorumluluk –ve eylem- ister. Rejim ortamını oluşturduğu zihinsel tembellik üzerinden aklın yitimine giden bütün yolları açacaktır; kitle/güruhun rızası ile. Kendisine sunulan “bilginin” montaj olup olmaması önemli değildir onun için, sorgulamaz bile; aksine gerçeğin tahakküm altında olması onu rahatlatır. Onlar adına düşünen, eyleme geçen birçok dini motifin güvencesi altında ve söylemini dine dayandırarak giderek kutsallaşan bir lider artık onların her türden sorumluluğunu üstlenmiş olup kitleye/güruha kalan tek şey ise koşulsuz bir biat ve ona inanmaktan ibarettir ki bu çok kolay rahatlatıcı bir şeydir! Ve bu liderlerin küfrü bu süreçte biat edenler açısından bir eylem yöneliminden ya da yığınlaştırılmış paramiliterlere verilen bir yönelim komutundan başka bir şey değildir.

Bu satırlar yazılırken karşıyandaşTV’lerde bir araştırma kuruluşunun yayınladığı (aslında toplum mühendisliği gibi bir retoriğe gizlenmiş, cicili bicili bir misyonları olan manipülasyon kuruluşlarıdır ve otoriter rejimlerin inşasında yalanları hakikate dönüştürme gibi çok önemli fonksiyonları vardır) bir rapordan söz ediliyordu; konuşmalarda geçen birkaç sözcük, bir tanımlama: “tek adam dokunulmazlığı”… Artık kalmamıştı ve demek ki var olması isteniyordu. Otorite ve biat halinin tüm zamanları, bilinmeyen geçmişten çok yakın olması istenmeyen geleceğe dek tüm zamanları kapsayan bir gerçeklik olması ve bu durumun sürdürülebilirliği önemliydi. Gerçeğin otorite tarafından yeniden üretildiği “toplumlarda” adalete de gereksinin duyulmaz; artık adalet otoritenin öznelliğinde, onun tarafından inşa edilmiş gerçeğe dönüştürülmüş yalanın meşruiyetini sağlama aparatından başka bir şey değildir. Biat olmadan gerçek olmayan “yeni gerçeğin” bu şekilde biçimlendirilmesi olanaksızdır ve biat sonuç itibariyle bir gönüllülük halini gösterir. İtiraz yoktur çünkü gerçeğin bu olduğuna inanılmış “yalan” kelimesi bile sözlüklerden –ve hafızalardan- silinmiştir.

Biat geleceğin garanti altına alınmasına dair bir yanılsamanın da adıdır; liderin geleceği güruhunda/tebaanında geleceğidir. Ne var ki lider otoriterliği ölçüsünde kitleden uzaklaşmakta iken tebaası ise tam aksine kendisinin lider olduğunu, liderleştiğini düşünür; kuşkusuz hiç de sağlıklı olmayan bir empati hali!

çiftçi eylemi(mi)?

Yirmi yıl geçti mi aradan, anımsamıyorum; ufak bir itiraz halinin ardından kendilerine “gitmeleri” söylenmişti, üstelik o kadar da değil. Ne yaptıklarını ve ne yapmadıklarını biliyoruz. Kültürel genetik kodlarına kazındığı üzere kayıtsız şartsız biat ettiler. Boyun eğmenin ötesinde bir şeydi bu biat hali. “Duruma” rıza gösterdiler, geçmişleri geleceğin garantisiydi. Evet, sıkça dile getirilen tv’lerde izlediğimiz “çiftçi eylemleri” dile getirmeye çalıştığım.

Kısaca düşüncemi bir kez daha tekrarlayayım. Köylülük –tıpkı esnaf gibi- her türden dinci-ırkçı faşist ideolojilerin kalesidir ve bu ideolojilerin beslendiği militarize olduğu alanlardır. Bugünkü çiftçi-geçinemiyoruz eylemlerinin önceki hükümetlerdeki esnaf eylemlerinden hiç ama hiç farkı yoktur. Yıllarca “gidişat” kendilerine anlatılmış olup anlatanlar komünistlikle suçlanmışlardır! (Bir yerde kıstırsalar linç edecekleri…) Unutmayalım, bu güruh siyaseten kıçlarını iki kez kaldırır; seçimden seçime partilerine oy vermek için ya da bir solcuyu dövmek için. Bu üçüncüsü değildir ve buradan bir değişim beklenmemelidir. Olmayacaktır; doğuştan gericiliğe yazgılıdırlar. (50’li yıllarda bırakıldıkları çayırlarda gezinmeye devam eden “orak” hayranı hamhalat solcularımız da bu “rıza halinin” bir parçası mı yoksa?)
*
Gerektikçe okuduğum yabancı politik metinlerde “demokrasi” sözcüğüne herhangi bir sıfat eklendiğine hiç rastlamadığımı söyleyeyim. Öyle sanıyorum ki bazı sıfatlı kavramlar yerli ve milli üretim olarak siyasi yazın/düşünce dünyasına tarafımızdan armağan edilmiş olmalı; örneğin “gerçek demokrasi”. Yaşadıklarımızdan öğrendiğim odur ki “gerçek demokrasi” demokrasiden faşizme uzanan yolun adıdır. Ya “ileri demokrasi”?

İleri demokrasi: yalan ile gerçeğin yer değiştirdiği süreçte üretilen en büyük yalan…