Mavi Kâbus

Kimseyi ayıplamıyorum. Bana da oluyor bazen. Dünya meseleleri, memleketin halleri umurumda olmuyor. Nazım’ın “Bugün Pazar” şiiri geliyor aklıma. Sarı bir güneş uyanmış kalkıyor karşı dağların ardından. Toprak o bildiğin toprak, bereketli ve cömert. Zeytin yeşili ve mavi deniz yakın, ben uzağım her şeyden.

Bahtiyarım…

Laf işte, kim kaybetmiş, ben buluyorum mutluluğu. İşin aslı şu, canım burnumda. Günlerdir aralıksız yağan yağmurlardan diyorum. Havanın bu kadar soğumasından, ellerimin üşümesinden.

Nasıl zor bir şey anlatamam.

Hani sokaklar vardır dar girince içiniz sıkılır, dişinizi sıkar öte ucundan çıkarsınız. Bu öyle değil, dar bir çıkmaz, girişi var çıkışı yok, kendinizi kapana sıkışmış duyumsuyorsunuz.

İşte böyle bir şey…

Denemedik şey bırakmadım. Şiir kitapları aldım, bir solukta okudum. Müzik ruhun gıdası diyerek ne buldumsa dinledim. Yok olmuyor. Dinlediğim her şarkı, her türkü arabesk bir yalnızlığı çoğaltıyor.

Anlayacağınız, ne yaptımsa olmadı.

En kötüsü; bir yere sığamıyorum duygusu. Bu yüzden hiçbir yerde duramıyorum. Yapılması gerekenleri, zamanında yapmamış, yaptığı her iş yarım kalmış, treni çoktan kaçırmış adamlar gibi duyumsuyorum kendimi…

Elime aldığım iş, çıkacağım yol gözümde büyüyor.

Sonunda saçı sakalı karıştırıp birbirine, aynalardan uzak durdum. Günlerdir miskin, tembel tembel oturuyorum.

Dün, evveli gün ve bugün bütün gün; televizyon karşısında, kanepeye uzanmış o kanal senin, bu kanal benim dolaşıyorum. Tüm diğer iyi yurttaşlar gibi televizyon seyrediyorum.

Laf aramızda tüm tembel adamlar gibi arada elim göbeğime gidiyor. Ne güzel demiş Pirim “El gövdede kaşınan yeri bilir”

Bir güzel kaşıyorum.

Etlik orada, sütlük burada karışmıyorum. Varsa yoksa televizyon.

Ne kadar yersiz, yerel kanal, ne çok ulusal kanal olma sevdasında İstanbul kanalımız varmış…

Gören, duyanda çok ses, çok renk sanır. Çok haber, çok bilgi… değil tabi. Bir eski fasıl, yurttan sesler korosu konseri bile değil bu çokluk. Daha çok hep birden konuşanların kuru gürültüsü… Bir yaman hengâme…

Sakına dünyanın başka yerlerinde başka şeyler oluyor sanmayın. Küresel bir yok oluşu, en rezilinden hep birlikte yaşıyoruz. Hem dünya dediğiniz ne ki, küçüldükçe küçüldü iletişim araçlarıyla. Bir avuç içi yer oldu. Hiçbir şey, hiçbir yer o kadar uzak değil bize, bizden başka…

Günbegün yok edilen balta girmemiş Amazon ormanlarından çıkıyorum omzumda en renklisinden bir papağan. Akdeniz oluyorum mavi… Havadan çekilmiş bir görüntü. Sonsuz, uçsuz bucaksız mavi, çivit mavisi, yeşil, türkuaz…

Akdeniz.

Bilinmeze yolculukta acıya, yok oluşa sürüklenen bir balıkçı teknesi ve içinde kadın, erkek, çocuk… Nefes alamıyorum. Yalanlar kaçıyorum, çekip gitmekten söz etmiyorum, kendimde kayboluyorum.

Sonra çaresizlik denizinde ıslanmış kirpiğim, çaresizlik denizinde yorgun kulaçlarım. Ne yana dönsem bitmez tükenmez deniz. Alabildiğine mavi… Boğularak ölmek korkusu, balıklara yem olma telaşına düşüyorum. Hangisi daha baskın ayrıtına varamıyorum. Bir gemi, bir şilep geçmez mi buralardan. Mendilim de yok, el sallasam görür mü beni…

Ne bitmez çile, ne bitmez işkence bu böyle derken ter kan içinde uyanıyorum. İnsan denizin içinde, karadan uzak en çok susuyor. Ağzım kurumuş, dilim damağımda.

Bağdaş kuruyorum yatağın içinde oturuyorum. Neydi şimdi bu böyle. Düş mü, mavi kâbus mu?

Küçücük bir gazete haberiydi bu kâbusa neden olan. Hangi denizdi şimdi anımsamıyorum. Bildiğim bütün denizleri sayıyorum, Ege, Akdeniz… Yok, son okuduğum haber Akdeniz diyordu, bir önceki Kızıldeniz.

Şuradan az ötemden kaç tekne çıktı yola, hiçbir yere varmadan kayboldu petrol mavisi bir gecenin içinde. Kaç çocuk vurdu sahile, en derin uykusunda ıslanmış kirpiği.

Hasan KAYA