[İktidarıyla, muhalefetiyle ve “sol” muhalefetiyle tüm yerli ve milli unsurlar –ve hatta “Lozan sona ersin o zaman uçacağız” diye heyecanlanan açılığını, yoksulluğunu “gizli maddeler” söylemine dayandıran dindar ve kindar, zekâ sorunlu ve çokça sakil kimileri / kuşaklar dahi- Lozan’ın yüzüncü yaş gününü kutlamaya hazırlanırken 2006 yılında –bundan on yedi sene önce- yazdığım –ufak tefek kehanetlerde içerdiğini gördüğüm- bir yazıyı güncellemeden paylaşıyorum; güncelleme işi okurlara bırakılabilir ve kuşkusuz görülecektir ki tüm olumsuzluklar derinleşmiş, öznelere yenileri eklenmiştir.]
Şecaat arz ederken; 24 Temmuz 2006, Ankara’nın bir semtinde yürüyorum, kemalizmin kalesi –kimi zamanlarda son kalesi- olarak tanımlanan bir semt burası. Gelir düzeyi ne Türkiye’nin diğer bölgeleriyle ne de kendisini çepeçevre kuşatan gecekondu mahalleleriyle kıyaslanmayacak ölçüde “yüksek” bir semt burası; kısa bir gezinti dahi dikkatli bir gözlemciye yerleşim bölgesinin sosyo kültürel ve ekonomik yapısı hakkında bilgi verecek kadar veri sağlayabilir. Yerleşim bölgesinin sırtlarına doğru tırmandıkça gelir düzeyindeki anlamlı artışla paralel olarak burjuvazimizin temel sorunlarından biri olan teşhir olgusunun galebe çalmaya başladığını görüp rahatsız olmamanız elde değil; özetle bu insanların sorunları ile hemen yanı başındaki diğer insanların sorunlarının hem nitelik hem de nicelik açısından farklı olduğunu söyleyebilmek için yalanlar bilimi istatistiğe gerek yok. Bu renklilik içinde ayrıksı gibi duran ancak bu durumu tümüyle açıklayan dev duvar afişleri ile karşılaşıyorum. Birlikte okuyalım: “Lozan Türkiye’nin Onurudur, Lozan Türkiye’nin Tapu Senedidir.”
merdi kıpti sirkatin söyler; Lozan’ın ya da tapu senedinin alınışının seksen üçüncü yıldönümü bu müstesna semtimiz başta olmak üzere yurdun dört bir köşesinde –dış temsilciliklerimizde vs.- coşku ile kutlanırken sağlı sollu kemalistler tarafından hazırlanan bir kapitülasyon/bağımlılık yasası daha –ithalatta stopaj vergisinin kaldırılması- IMF/Dünya Bankasının yönetimi altında birkaç gün içinde hazırlanıp bu semtimizin tepelerinde bir yerde son imzalarda atıldıktan sonra yürürlüğe giriyor. Sorgulanmaksızın, tartışılmaksızın. Lozan’da alındığı iddia edilen tapu senedindeki bu koca ipotek en büyük kemalistlerimiz tarafından alel acele uygulamaya sokuluyor; “ekonomimizin bekası için”
Ekonomik refah için (!) resmi ideolojide bir delik daha açılmasına göz yummaktan başka çareleri yok, aslında resmi ideoloji denen şey de kötü yapılmış bir yama işi –patch work- yorgana benzetilebilir, hava geçiriyor. Soğuktan, ayazdan ve yoksulluğun diğer getirilerinden koruyamıyor. “Bununla örtün, bununla ısın, bununla açılığını unut…” diye emrediliyor, başında silahlı bir muhafız emre ne ölçüde uyulduğunu denetliyor. Yığınlar öyle imiş gibi masallarıyla zor altında uyutulurken, egemen ideolojinin egemenliğindeki “yönetici sınıf” bu oyuna “diğer taraftan” katılmakta bir sakınca görmüyor. Resmi ideoloji yönetirken egemen ideoloji sömürüyor. Egemen ideolojinin başatlığı, resmi ideoloji üzerindeki zorunlu yönlendirici etkisi her geçen gün tekrar görülüyor.
Burada asıl soru ise “gerçekten öyle miydi?” şeklinde sorulmalı. Ya da Lozan nedir? Afişler hala sokakları süslemeye devam ediyor; hava şartlarına direnemeyip dökülene kadarda orada kalacak gibi görünüyor. Kutsallaştırmadan gelen bir dokunulmazlıkları ve bu dokunulmazlığı garanti altına alan hukuk adı altında bir zor unsuru var. Emperyalizmin sözcüsü “yeni bir Ortadoğu” haritasından ya da “düzeninden” söz ederken, bu afişlerin hala varlığını ısrarla koruması ironik ve diğer taraftan açıklayıcı. Çünkü Lozan aynı zamanda Ortadoğu’nun haritasının yeniden çizilmesinin geride kalmış bir simgesinden başka bir şey ifade etmiyor. Ve hatta hiçbir şey ifade etmiyor. O halde bir soru daha soralım: Lozan 1923’de imzalanırken emperyalistler için ne ifade ediyordu?
Resmi ideolojinin takviminde her yıl 24 Temmuz, Lozan Anlaşması’nın kutlanmasına ayrılır. Kutlamalar efsanenin kendisini yeniden üretmesi için önemli; çok sayıda iç tutarlılığı olmayan, gerçeklikten kopuk ve ancak zor yoluyla korunan argümanların bir bütünü olan resmi ideolojiyi-resmi tarihi de bu bağlamda bütünsel bir zor argümanı saymamak için hiçbir nedenimiz yok. Bütünlüğünün korunması zorla sağlanıyor ancak her bir parçasında oluşan defekt onun bütünlüğünü tümden bozabilecek kadar önemli, kutlamalar, anmalar, ritüeller bunun için. Bu sene, 2006’da kutlamaların biraz sönük geçtiği görünüyor. Konunun konjonktürel önemine ve pragmatik ideolojik gereksinimlere göre kutlamanın niteliği ve niceliği değiştiğini biliyoruz, görüyoruz; bu “eşyanın doğasından” gelen bir unsur. Kimi zaman en üst düzeyde devlet temsilcilerinin katıldığı törenler yapılırken, kimi zamanlarda da, devletin ideolojik sözcüsü konumuna indirgenmiş üniversitelerde, ancak birkaç kişinin dinlediği sönük konferanslarla “kutlama” geçiştiriliyor. Ne var ki, her ne şekilde olursa olsun anma törenlerinin aksatılmamasına özen gösterilir; nitelik ve nicelik sorunu aranmaz. Bu senenin bahtına muhtarlık düzeyinde anmalar düştü. Emperyalizme biat sözleşmelerine imza atanların demeçleri ile de işin cilası yapıldı.
Diğer taraftan unutulmamalıdır ki Lozan Anlaşması –kesinlikle “Antlaşma” değil-, uluslararası bir anlaşmanın normlarına göre, gündemini sonuçlandırma açısından ele alındığında oldukça güdüktür. Birçok konunun zamana bırakılarak kapitalist yayılma stratejileri-yenidünya düzeni kuralları içinde çözümlenmesi uygun görülmüştür ve bu haliyle o, Osmanlı’nın da taraf olarak katıldığı emperyalist paylaşım savaşı sonrası dünyayı yeniden şekillendirmeye çalışan ya da yenidünya düzenini kurgulayan çok sayıdaki anlaşmalardan ya da uluslararası protokollerden yalnızca birisidir. Yalnızca birisi… Ancak dile getirmeye çalıştığımız gibi, Lozan Anlaşması’nı Türkiye açısından önemli kılan unsur, onun ideoloji oluşturmadaki yadsınmaz etkisidir.
Resmi ideoloji için müttefikler tarafından “tanınma” olgusunun vurgusu çok önemlidir ve ideoloji bu bağlamda Lozan Anlaşması’nı, yıllarca savaştığı “Batı’nın” yeni Türkiye Cumhuriyeti’ni tanıdığı anlaşma olarak ele alma eğilimindedir. “Tanınma” durumunun ön plandaki olgu olmasına özen gösterilir. Oysa kapitalizm için “tanıma”, çizilen sınırlardan öte, bu sınırlarla alanı belirlenmiş ülkenin, uluslararası kapitalizm için pazar olma durumu ile tamamen örtüşen bir özellik içerir. Özetle, herhangi bir ülke pazar olabilecek niteliğe sahipse, neden tanınmasın? Hele ki yeni kurulan bir ulus devlet, Türkiye Cumhuriyeti Devleti oluşturulan yenidünyanın, oluşan yeni kapitalist düzenin bir unsuru olmaya bu kadar hevesli iken. Ayrıca bir anımsatma da zorunlu: Amerika Birleşik Devletleri bu sözleşmenin hiçbir yerinde yer almıyor ve kuşkusuz bu sözleşme ABD emperyalizmini daha ilk andan itibaren fazla ilgilendirmiyor, ABD emperyalizmini bağlamıyor.
Kapitalizme biat etmiş ya da kapitalist kalkınma yolunu seçmiş ve bu yolda kapitalist devletlere önemli güvenceler vermiş Türkiye Cumhuriyeti’nin, bu bağlamda “Batı” için tanınmama olasılığı yoktur. Üstelik savaş sonrasının yenidünya düzeninde zayıflamış pazarlara göre güçlü ulusal özelliği olan pazarların tercih edilir olduğu da görülmektedir. Lozan Anlaşması sürecinde ve sonrasında yaşananların dezenformasyonu ya da ideolojinin “tanınma” olarak sunduğu olgu, aslında bu biatın kabulünün maniple edilmiş şeklidir. Ve ideoloji bu süreci “ulusal bağımsızlığın kazanılmasında” önemli bir dönüm noktası olarak göstermekle kendi iç tutarlılığını da korumaktadır ki “ulusal bağımsızlık” retoriğinin de ayrıca tartışılması gerekmektedir.
Hasta olduğu ilan edilen adam, göreceli olarak sağlığına kavuşmakla birlikte, aslında böylesine sağlıklılığın, hastalığı gizlemekten başka bir işe yaramamasının, resmi ideolojinin, devletin tüm kurumlarının yardımıyla yaptığı bir müdahale olarak değerlendirilmesi zorunludur. Eski olan törpülenmiş, yeni düzene uygun hale getirilmiş, yenilenmiş ya da yeni imişcesine pazara çıkarılmıştır. Ve yenilenme süreci, doğal olarak işe yaramayan parçaların-kurumların ortadan kaldırılmasını ve yerine konanların her anlamda korunması ve sorgulanmaksızın desteklenmesini içermektedir. “Lozan ideolojinin neresinde?” sorusunu yanıtlarken, sürecin bu yaklaşımla değerlendirilmesi de zorunlu olmaktadır. “Ulusal bağımsızlığın kazanılması için bir dönüm noktası, ulusal egemenliğimizin pekiştirilmesi” ya da “Batılı -eski düşman- ülkeler, genç Türkiye Cumhuriyeti’ni tanıdı” gibi ideolojik argümanlarla desteklenmeye çalışılan antiemperyalistlik vurgusu, bir taraftan “eskinin ulusal bağımsızlığı emperyalizme boyun eğerek kaybettiği” söylemini geliştirip, olmayan farkı varmış gibi gösterip ve üstelik alabildiğine abartırken; diğer taraftan da, asıl önemli olan, kapitalizme zorunlu biatın bu bağlamda tartışılmasını engellemeye çalışmaktadır. Az gelişmiş ülkenin kapitalizmi seçmesi ile bu seçiminin sonucunda daha ilk an’dan itibaren –belki de hiç ara verilmeksizin denmesi daha doğru- emperyalizme boyun eğmesinin zorunluluğu, birbirinden ayrı ve hiç çakışmayan iki unsurmuş gibi gösterilmeye çalışılmaktadır. Kapitalist ilişkilerin ve yöntemin kabulünün özgün bir antiemperyalizm olduğu savının gerçekliliğinin olmadığını tarih bize kısa bir zamanda yeniden göstermiş, ancak Lozan eksenli ideolojik müdahale ile öyleymiş gibi gösterme çabası günümüze değin devam edegelmiştir.
Ulusal bağımsızlıkla ekonomik bağımsızlığın bir birinden ayrı şeylermiş gibi göstermenin ilk adımının Lozan’da atıldığını ve bu yaklaşımın günümüze değin korunması için yoğun bir çaba gösterildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Başlangıçta sol söylemle de desteklenen bu yaklaşımın geçerliği olmadığını tarih görebilenlere göstermektedir, bu pratiğin olmazlığını, yanlışlığını bize gösterdiği için tarihe ve tarihin yazıldığı sürece/zaman’a ne kadar şükran duysak azdır, derslerini yenilgilerle almış olsak bile!
Neden-sonuç ilişkisini sorgulamaktan aciz bırakılan yığınlara öyleymiş gibi gösterme, kapitalist sömürünün artarak devam etmesi için çok önemlidir. İdeoloji ve böylesine kurguladığı bir sistemi devletçilik-milliyetçilik-halkçılık gibi söylemlerle desteklemektedir. “Biz bize benzeriz” söylemi bu alandan verilecek örnektir ve bu söylemde, en az Lozan sürecinin bir ürünü olan ve doğumu emperyalistlere “bakın biz de sizin gibiyiz, size hizmet etmek istiyoruz” gösterisinden başka bir şey olmayan İzmir İktisat Kongresi’nde dile getirilen “imtiyazsız sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz” söylemi kadar bilimsel yaklaşıma aykırı ve gerçek dışıdır. Biz bize benzeyen, imtiyazsız sınıfsız ve üstelik kaynaşmış olduğu iddia edilen bu kitlenin resmi ideoloji ile kontrolü olanaklı olmadığında ise önce 141-142’lerle, ardından da “kaynaşmış” halkın %70’inin sefalet ve açlıktan kırılma noktasına geldiği 2000’lerde, yeni baskı yollarıyla kontrol altına alınabilmesi fazla zor olmamıştır. Oranların Lozan’dan bugüne aynen korunuyor olması da dikkate değer bir tutarlılık olarak gözükmektedir! Bu üç ideolojik unsurun korunması ise, “cumhuriyetçilik” söylemi ile garanti altına alınmak istenmiştir. Kurulduğu günden itibaren “sol”un sürekli muhalif olması ve düzenli olarak baskı altında tutulmaya çalışılması da bu bağlamda önemli olmaktadır. Cumhuriyete -ve cumhuriyetçiliğe- giden yolda sola yönelik baskılar gün geçtikçe şiddetini arttırırken, Lozan, bunun teminatının “Batı”ya verildiği yer olmuştur. Teminatın ölçüsünü, içteki tutuklamaların yanında daha önemlisi anti-Sovyet tutumun deklare edilmesi oluşturur. Bir taraftan kapitalizmi benimsemiş ancak antiemperyalistlik iddiasında; diğer taraftan anti Sovyet ve sosyalist modeli benimsemeyerek “üçüncü yolda” kalkınmayı seçmiş Türkiye, bu haliyle emperyalist dünya için yeni sömürge arayışlarında kullanılan ideal bir model oluşturmuş ve on yıllar boyunca da resmi ideoloji böyle bir model olmayı savunmuş ve idealize etmiştir.
“Türk tipi milliyetçilik”, bu kurgu üzerinden hareketle, alt emperyalist bir konumu -bunu ilkel bir heves olarak tanımlamak belki daha doğrudur- yegâne hedef olarak belirlemiştir. Lozan’da çözülemeyen değil, yeni Ortadoğu haritasını çizen emperyalizmin istediği şekilde çözüldüğü gerçeğini biçare bir şekilde dile getiremediği için “çözümsüzlük” söylemine sığınılan Musul Sorunu, bu nedenle Türk milliyetçiliğinin başlıca sorunsallarından birini oluşturmaktadır. Hiç kuşku olmasın ki Musul Sorunu bugün de benzer şekilde çözülecek ve bu sorunun hallında halkın görüşüne değil emperyalizmin bölgesel çıkarlarına göre davranılacaktır. Ortadoğu petrolleri için önemli bir kontrol noktası olan Musul’un İngiliz emperyalizme terki ile misak-ı milli söyleminin de göreceliliği bir kez daha ortaya çıkmış olmaktadır. Kim bilir, belki de misak-ı milli denen şey emperyalistler tarafından yirmili yıllarda çizilen yeni Ortadoğu haritasının Türkiye’ye düşen payından başka bir şey değildir. İşte Lozan bunun hukukileştirildiği bir yerleşimden başka bir şey değildir! Diğer taraftan Musul’un o tarihlerde İngiliz emperyalizminin kontrolünde bir dernek olan Milletler Cemiyetinin inisiyatifine bırakılmasının ne türden bir antiemperyalizm sayılması gerektiği de kuşkusuz tartışılması gereken bir konudur. Bugüne sarkan bir sorun olarak Musul, emperyalist paylaşım ve yağmanın ideal bir örneği olarak tarih kitaplarındaki yerini almaktadır. Herhalde dünya halklarına örnek kurtuluş savaşı söyleminin sırrı da burada yatmaktadır! İpotekli bir tapu senedinin alınması için emperyalistler tarafından düzenlenen tutanakların imzalanmasının adıdır Lozan, çünkü Ortadoğu’nun paylaşım haritasına biat adına –belki de çaresizce- onay verilmiştir.
Diğer taraftan Lozan, dile getirdiğimiz milliyetçilik kurgusunun “azınlıklar” üzerinden biçimlenmesine de katkıda bulunmaktadır. Mübadeleleri, Türkleştirme politikaları izlemiş ve bu uygulamaların tümü azınlık haklarına yönelik de facto kısıtlamalarla desteklenmiştir. Lozan sonrası süreç boyunca resmi ideolojinin durmaksızın tekrarladığı milliyetçilik anlayışı, “Türkiye sınırları içinde yaşayan, Türkçe konuşan ve Türk kültürünü benimsemiş herkesin dil’ine ya da din’ine bakılmaksızın Türk sayılacağı” şeklinde özetlenebilir.
Lozan’la başlayan kapitalizme biat sürecinin önemli vurgularından birisini, “sınıfsızlığın-kaynaşmışlığın” oluşturduğundan kısaca söz etmiştik. Anlaşılan, Lozan’daki emperyalistlerin de bugünün yağmacıları gibi “insan hakları” sorunu yoktur ve sınıf mücadelesini kabul etmeyen rejim dış baskılar açısından fazla zorlanmamıştır. Kaldı ki, Lozan’daki emperyalistler için sınıf mücadelelerin reddi ve bu mücadelelerin baskılanmasındaki yöntemler birer sorun oluşturmadığı gibi, bunların beklenen yaklaşımlar olduğu da düşünülebilir. Resmi ideoloji, “imtiyaz yoktur” derken, yerli yabancı sermaye gruplarına yeni bir sınıf yaratmak için tüm olanakları zorlayarak destek vermiş böylece bir yandan tercihlerini gösterirken, diğer yandan da ideolojinin maniplasyon yeteneğini iyi bir biçimde örneklemiştir.
Tüm bunlardan sonra “devletçilik” anlayışının, ekonomik alanda olup bitenleri gizleme dışında bir işlevi olmadığını söyleyebiliriz. Ne var ki, bugün, kendisine “sosyalist” diyenlerin bile bu devletçi anlayışını savunmaları resmi ideolojinin yaygın başarısının kanıtıdır. Lozan, sadece, devlet ideolojisinin oluşumuna olumlu katkı yapmamış, diğer taraftan ideolojiyi yaratan kadroların da biçimlenmesine aracılık etmiştir. Lozan sürecinde (kimi zamanlarda Lozan görüşmeleriyle doğrudan bağlantılı olarak) yaşanan iç mücadelelerin-iktidar mücadelesinin kadroların biçimlenmesinde etkili olmadığını söyleyebilmek oldukça zordur
Lozan’ın öyküsü bize sadece o günü ya da kapitalist tercihin nasıl yapıldığını anlatmakla kalmıyor diğer taraftan bugünü anlamamızı da kolaylaştıran bir olgu olarak da karşımıza çıkıyor. Lozan sadece “kapitalist tercihin” bir kez daha ve çok güçlü bir şekilde onandığı ve bu tercihe uygun arayışların simgeleştiği bir yer olmanın ötesine geçerek az gelişmiş ülke kapitalizminin 2000’li yıllarda içine düştüğü -ve sıkça da düşeceği- “krizin” anlaşılması ya da doğru okunması içinde bir anahtar işlevi görüyor. 2000’li yılların tablosunu çizerken Lozan’ı bu bağlamda anımsamanın zorunlu olduğunu düşünüyorum. Bugünü anlamak için antiemperyalizm söyleminin başat bir şekilde kullanılıp resmi ideolojik söyleme dönüştürüldüğü günlerin tekrar tekrar irdelenmesi gerekiyor. İrdeleme sürecinin ise, Lozan sürecindeki davranışsal ayrıntılardan geleneksel politik yaklaşımlara kadar tüm tarihsel bilgilerin bugünle, bugün yaşananların ise o günkülerle üst üste konularak incelenmesinden oluşması gerektiği kabul edilebilir. Bu inceleme bize kapitalist gelişme stratejilerinin sonuçlarını göstereceği gibi, diğer taraftan da resmi ideolojinin oluşumunun-gelişmesinin ipuçlarını da verecektir.
Ülkeyi yönetenler, süre giden ve azgelişmişliğin doğal bir hali olan krizin ardından gelen, 21 Şubat dönemecinden sonra dayatılan, “tam teslimiyet ve kayıtsız şartsız sömürge” olarak kısaltılabilecek IMF programının uygulanma sürecini, “ikinci kurtuluş savaşı” olarak tanımlarken, ittihatçı artıkları ulusalcılarımızın iddia ettiklerinin tam aksine, söylediklerinin ne olduğunu çok iyi biliyorlardı. Sorun, her zaman seyirci olmaya şartlandırılmışların-halkın ikinci kurtuluş savaşının ne anlama geldiğini kavrayabilmesidir. Çünkü ikincisi, birincisini anlatmakta ya da dün bugünü hazırlarken bugün dünü anlamayı kolaylaştırmaktadır. Bu şekliyle, krizle yeniden gündeme gelen antiemperyalist kurtuluş savaşı retoriği, ikincisinin birincisi ile yeniden okunmasıyla deşifre olabilmektedir. Egemenlere göre ikinci kurtuluş savaşının en önemli aşamasını özelleştirme oluşturmaktadır. Ve özelleştirmeden anlaşılan yerleşik söylemle “ucuza kapatmadır”. Herkesin çok iyi bildiği gibi, özelleştirme ile tanımlanan, karlı ve verimli devlet yatırımlarının değerinin çok altında satılması, sermayeye peşkeş çekilmesidir ki, ekonomi bilimi dilinde bunun adı, sermaye aktarımıdır. Hiç de paradokssal olmayan bir biçimde bunun tersi de sermaye aktarımı olabilmektedir. İttihatçıların C Takımının ileri gelenlerinin savunduğunun aksine 30’lu yılların “devletleştirilmesi” bugünün özelleştirmesine benzer bir sermaye aktarımı oluşturmuştur. Çünkü o yıllarda zarar eden “özel” işletmeler değerlerinin kat be kat üzerinde devlet tarafından satın alınmıştır. Böylesine devletleştirilen işletmelerde yabancı sermaye oranı dikkat çekici ölçüde fazladır ve kuşkusuz 29 ekonomik bunalımını bu sermaye grupları daha rahat atlatmıştır. Azgelişmiş ülkelerde devletin temel görevi budur. Ve bu bakış açısıyla gidersek; 30’lu yıllarda CHP, faşist örgütlenme modelini ve ideolojiyi tartışmaya başlamıştı. 2000’li yıllara gelinirken faşizm, arkaik faşizm modelleriyle gizlenmiş olarak yeniden karşımıza çıkıyor. Adı başka olabilir; “gericilik dönemi” tanımlamalarından yalnızca birisidir. Restorasyon tanımlaması da kullanılabiliyor. Kapitalizmin kendisini yeniden üretmesi için zorunlu düzenlemelere az gelişmiş ülke kapitalizmlerinde başka bir ad bulmak zorunlu oluyor. Bu anlamda Lozan, Düyun-ı Umumiye’nin yeni süreçte restore edilmesinin adı da olabiliyor ve Lozan’a doğrudan bağlı olarak borçların ödenmesi ve ardından gelen yüksek değerli sermaye aktarımları ile desteklenen “devletleştirme” politikaları ile bu süreç tamamlanıyor. Lozan’ın yeni-eski bağlamında tartışılmasında Osmanlının borçları ya da Düyun-ı Umumiye olgusu açıklayıcı olabiliyor.
Yeni bir devlet olduğu iddiasında olanlar eski devletin emperyalistlerle yaptığı tüm mali anlaşmaları yüklenmişlerdir. Bunlar içinde en önemli olan Düyun-ı Umumiye borçlarıdır ve hepsi kuruşu kuruşuna ödenmiştir, şirketin istediği biçimde ödettirilmiştir. Ve Kemalist hükümetlerimiz tarafından hala bizlere ödettirilmektedir. Üstelik ödenenlerin kayda değer bir kısmının faizler olduğu unutulmamalıdır. Bu şartlarda zaten kadük bir yapıya dönüşen kapitülasyonların kaldırılmış olması ise emperyalizm açısından önemsizdir, böyle bir yapılanmaya (kapitülasyonlara) konjonktürsel olarak gereksinim duymadıkları ortadadır.
Emperyalizm için klasikleşmiş bir davranış şeklidir; karlı ve verimli iletişim/ulaşım sektörü iştah açıcı bir yağma alanıdır. Birinci İnönü zaferinden hiç de farklı olmayarak, 1.Derviş zaferi de kazanılmış kamunun en verimli iki alanının satışının kapıları açılmıştır. Kuşkusuz yönetenler “antiemperyalist yönetici” geleneğinin birer üyesidirler! Bir kez daha tekrarlarsak, her zaman görülmüştür ki, kapitalizm yalnızca sınıflar arası değil, ülkeler arası eşitsizliğe de bağımlı durumdadır (azgelişmişlik çok gelişmişliğin nedeni ve azgelişmişliğin sürekliliği de bu bağlamda çok gelişmişliğin garantisidir) çünkü karını arttırmanın en önemli yolu, geri kalmış ülkeler öncelikli olmak üzere diğer ülkelere sermaye aktarımından geçer ve böylece azgelişmişliğin sürekliliği ile emperyalizm kendisini yeniler. Az gelişmiş ülkelere yapılan bu “yatırımın” kolaylıkla anlaşılabilir bir nedeni vardır. Çünkü bu ülkelerde insandan hammaddeye, emekten yaşama her şey ucuzdur. (Yeter ki siyasi sorunlar olmasın) Böylesine ucuz bir ortamda, ulaşım ve iletişim pazarının benzer ucuzluk kolaylıklarından yararlanılarak ele geçirilmesi kuşkusuz söz konusu az gelişmiş ülkeyi yalnızca, emperyalizme doğrudan bağımlı kılmayacak, diğer taraftan ülkedeki kapitalist entegrasyonun ya da yenidünya düzenine uyumun hızlanmasını sağlayarak, bu bağımlılık sürecine kapitalist egemenlik ilişkileri açısından “olumlu” müdahalede bulunacaktır. Ve kuşkusuz bu müdahale borçlandırma yoluyla desteklenecektir. Borçlandırma, bir süre sonra ancak faizlerin ödenebilmesi için yeniden borçlanmayı zorunlu kılacak düzeye geldiğinde, bu bağımlılık tamamlanmış olmaktadır. Yaşadığımız topraklarda yüz elli yıl önce temeli atılan, Düyun-ı Umumiye ile Lozan’ı da içine alan sürecin yeni-yenidünya düzenine uyum programlarının 2000’li yıllarda ulaştığı nokta budur. Eski yenidünya düzeninden, Lozan’dan bugüne küreselleşme ve yeni yeni dünya düzenine dek geçen zaman içinde kapitalizmin doğası ve emperyalist yağma düzeni açısından değişen bir şey yoktur. Evet, tarih tekrardan ibarettir ancak tekrarlar tarih için komedi unsuru oluşturabilecekken, tarihi yaşayanlar açısından yoğun bir acının, açlık, sefalet ve yoksulluğun ve bunların garantörü kan ve zorun eksik olmadığı trajik bir durumu tanımlamaktadır.
1840’larda başlayan Osmanlı borçlanması ve bu borçların ödenebilmesinin garanti kurumu olarak oluşturulan Düyun-u Umumiye’nin vergi toplama işinin denetlenmesini devletin elinden aldığı anımsanmalıdır. Benzer yetki devirlerinin 2001-2 yılında tekrarlandığını (tütün yasası) ya da daha yakın bir tarihte stopaj vergilerinin kaldırıldığını görmek vs. -genel söylemin tersine- hiç de acı değildir. Ancak bir devamlılığın göstergesi olarak bir o kadar öğretici ve anlayanlar için yol göstericidir.
Lozan ve benzerleri ya da ardıllarıyla ilgili okuma/çalışma yaparken sorulması gereken temel sorulardan biri de ‘kapitalizme karşı olmadan antiemperyalist olunabilir mi?’ şeklinde kurgulanabilir. Bir diğer soru: antiemperyalizm ölçülebilir bir tavır mıdır? Bu sorunun yanıtlarından birini, birinci kurtuluş savaşının ardından yaşananlardan verebiliyoruz. Bildiğimiz örneği Chester Projesi oluşturuyor. Az bilinen ama açıklayıcı bir olay. ABD emperyalizminin Anadolu’nun yeni yöneticileriyle olan ilişkilerini ve onların Anadolu’yu sömürgeleştirme planlarını özetliyor. 1923 yılının ortalarında, emperyalizmle entegrasyonun arandığı Lozan ve sınıfsal tercihin açıkça ortaya konduğu İktisat Kongresi günlerinde mecliste kabul edilen bu projeye göre Amerikalı bir sermaye grubu “Chester”, Anadolu’da 4300 kilometrelik bir demiryolu inşa edecek ve bunun karşılığında demiryolunun 40 kilometrelik çevresindeki madenler, limanlar ve tarım alanları üzerinde imtiyaz sahibi olacaktır. Tekrar edilmesini zorunlu görüyorum: bu proje yeni yönetimce onanmış ancak Amerikalılar verimli bulmadıkları için (!) vazgeçilmiştir. 4300 çarpı 40 kilometrekare dışında antiemperyalist olanlara, bu projenin onanması sürecinde ABD başkanından mektup -ya da haber- gelmiş ve hatta ABD dışişleri bakanı proje ile Türkiye’ye gelerek bizzat ilgilenmiştir. Yöntem aynıdır, bir kez daha telekom, tüpraş, madenler vs. başta olmak üzere özelleştirme (=satış/peşkeş anlamında!) furyasını anımsayın. 2000’li yıllarda başlatılan ikinci kurtuluş savaşı birincisinin verimli bir şablonu olmaya adaydır. Yeni “yenidünya düzenine” uyumun yolu buradan geçmektedir. Chester sürecinde ABD’den borç bulunmasının zorunluluğu devleti yönetenler tarafından dile getirilirken, ödemelerin kolaylıkla yapılabilmesi için uygun yönetim üslupları da geliştirilmeye çalışılmıştır. Bunlardan birisini halkın iknası oluşturur. 1923 yılında Anadolu köylüsü ABD demiryolları -mandası- aracılığıyla refaha ulaşma hayalleri kurarken, 2000’li yıllarda aynı safdilliğin devam etmesi sadece siyasi muhalefetin inisiyatifsizliği ile açıklanamaz, kuşkusuz siyasi kültür noksanlığı, bu sürecin böylesine gelişimine etkide bulunmaktadır.
Devlet kurgusunun sağlamlığı ve siyasi otoritenin güçlülüğü, krizin süreklileşmesinin ve dolayısıyla sömürünün devamlılığının sağlanmasının olmazsa olmaz koşulları oluşturur. Emekçiler nasıl ki batan bankaya para yatırmanın riskini tartışıp olanakları ölçüsünde bundan kaçınmaya çalışırlarsa (ki kaçamazlar), tersine olarak sermayede batacak ülkeye yatırımdan kaçınır. Bu “yatırım”ın Türkçesi “sömürü” olsa bile.
Siyasi otoritenin gücünü göreceli arttıran muhalefetin zayıflığıdır. Sözde “sol” sendikalar krize karşı reçete geliştirirken kapitalizme restorasyon programı önerecek kadar kapital severdirler. Oysa böylesine bir karşı program restorasyonu değil çürük olduğu saptanmış binanın ortadan kaldırılmasını hedeflemek zorundadır ve yaklaşık olarak üç maddeden oluşabilir; dış borçların ve bu bağlamdaki tüm ilişkilerin reddi, iç borçların ve bu bağlamdaki tüm ilişkilerin reddi ve bürokrasinin kendini yok etmek üzere yeniden yapılanmasının sağlanması. Bugün yapılması gerekenin bu olduğunu düşünüyorum tıpkı Lozan’da da yapılması gerekenin bu olması gibi. Ancak anımsanmalıdır ki benzer programlar Lozan sürecinde de gündeme getirilmiş ancak etkisi zayıf olmakla birlikte şiddetle bastırılmışlardır. Yönetenler açısından siyasi yetersizlik, sermaye hareketlerini engelleyecek bir düzeye ulaştıysa o zaman güvenilir bir adam bu göreve atanır. Ve emperyalizm okumaları bize emperyalistlerin sürekli olarak azgelişmiş ülkeleri güven testine soktuğunu gösterir. Bu test, bir denetleme ve arandığı zaman, gereksinim duyulduğu zaman orada olma süreci ile tanımlanabilir. Bu bağlamda Lozan’ı okumak, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat’ı anlamayı kolaylaştırır.
Birinci kurtuluş savaşının başlangıç tarihi çoğu tarihçi tarafından 19 Mayıs 1919 olarak gösterilir. İkincisini 28 Şubat’la başlatmak olanaklı! 21 Şubat krizi sonrası yapılanlar ise, yeni bir burjuva sınıfı yaratmanın dönemeç noktalarından sayılabilecek İzmir İktisat Kongresine denk düşüyor. Her ikisinde de emekçi yok sayılıyor ve kompradorlaşmanın önü alabildiğine açılıyor, sınıflar yeniden şekillendirilirken yeni düzenin kurgusunda gereksiz görülen unsurlar ayıklanıyor! Yeni kompradorlaşma macerası ise kuşkusuz birçok siyasi sıkıntıyı beraberinde getiriyor. Ard arda yaşanan krizler yenidünya düzenine uyma sürecindeki sınıfsal tercihlerin siyasi birer sonucu. Fazla etkili olduğu söylenemez ve yeni bir 31 Mart provokasyonunun ise önü şimdilik kaydıyla kapalı görünüyor. İlerleyen yıllarda bu şekliyle tekrarlaması kaçınılmaz. Krizin ise neler getireceğini yine tarihten öğrenmek olanaklı. Nasıl ki 1929 açlığı, Serbest Cumhuriyet Fırkası şovunun sergilenmesi ve ardından faşist örgütlenme modelini tartışan bir CHP’yi getirdiyse, tek başına ya da birlikte otuzlu yılların CHP anlayışının bir şekilde iktidarı tekrar denemesi kaçınılmaz görünüyor. Bu da kuşkusuz tanımladığımız gericilik döneminin niteliksel olarak derinleşmesi anlamını taşıyor. Siyasi alanda yapılan her tasfiye, sanılanın aksine ekonomiyi destekleyici özellik içeriyor. Ekonominin bu bağlamda desteklenmesi, sömürü olanaklarının devamı ya da krizin sürekliliğinin teminat altına alınması anlamına geliyor. Emperyalizmin kurumları ile anlaşma sürecinde Lozan’ın yerini ABD şehirleri alıyor.
Bugüne dönelim; Türkiye’nin genel görünüşüne kısaca bakalım: Sayısını imzalayanların dahi unuttuğu bağımlılık anlaşmaları -ya da IMF “niyet” (ya da teslim) mektuplarıyla- ülke, alınan borç kat be kat ödendiği halde, yüzlerce milyar dolar borç batağında. Bu borcun bir teminatı olarak, açık bir yağmaya dönüşen kapitalist sömürü alabildiğine artmış. Ülkenin en zengin %5’i, gelirin yaklaşık olarak %35’ine el koyarken, bu rakam ülkenin en “yoksul” %70’i tarafından ancak paylaşılabilmekte. (Bu rakamlar edinilmiş serveti kapsamadığı için çok yanıltıcı…) Kapitalizmin doğal bir sonucu olarak, etik düşkünlük çevrenin yağmalanmasıyla başa baş gitmekte. Ülkenin tüm değerleri, yüzyıllık dışa bağımlılık programının kesintisiz uygulanabilmesi amacıyla satılmakta. Ülke, Düyun-ı Umumiye idaresinden çok daha ağır bir ekonomik denetim altında tutulurken, vergiler tıpkı “o günlerde” olduğu gibi bu denetim mekanizması tarafından belirlenip toplanmakta, bu ve benzeri uygulamalar ise, “müstemleke” valisi yetkisiyle donanmış atananlar tarafından denetlenerek “ulusal bağımsızlık” retoriği tahkim yasası ile taçlandırılmaktadır. Dış sermayeye verilen imtiyazlar, kapitülasyonlarla karşılaştırılamayacak ölçüde günden güne ağırlaştırılırken ve bu imtiyazların hukuki bilançoları ABD ve AB’nin üçüncü sınıf memurları tarafından kayıtsız şartsız-sorgusuz sualsiz denetlenirken, Lozan’dan miras Musul Sorunu ısıtılarak alt emperyalist hezeyanlar tatmin edilmeye çalışılmaktadır. ABD aracılarının Türkiye’yi bir Ortadoğu savaşında kullanmak için Lozan anlaşmasıyla bağlantılı olarak Musul Petrollerini rüşvet olarak önerdikleri, yerli ve yabancı basında neredeyse her gün yer almakta. Ve kuşkusuz tüm bunlar ulusal bağımsızlık söyleminin güvencesi altında “devletin, ülkesi ve milleti ile” bekası adına yapılmaktadır! Ancak ne yazılırsa yazılsın çizilen tablo eksik kalmaya mahkûmdur.
Bu tabloda yürütülen “sorumlu kim” tartışması ise, sorumluyu aramaktan ya da gerçeği dile getirmekten çok, onun üstünün örtülmesine aracılık etmektedir. Sorumluyu arama sürecinde çok daha gerilere gidilmesini ve isimlerden çok ideolojik yönelişlerin sorgulanması gerektiğini ve bu sorgulama sürecinde Lozan sürecinin üzerinde dikkatle durulması gerektiğini düşünüyorum. Yoksulluk ve kriz, yağma ve baskı kapitalizmin doğası gereğidir. Zorunludur. Kapitalizmi ve dolayısıyla kapitalist yol tercihini, bugünkü tablodan sorumlu tutmamak için hiç bir nedenimiz yoktur. Kapitalizmle bağımlılık ilişkisinin pekiştirilmesinin ve üst seviyeye çıkarılmasının adı olarak Lozan, aynı zamanda yaşamakta olduğumuz an’ın tablosuna ilk fırça darbesinin de atıldığı yerdir. Az gelişmiş “yeni” Cumhuriyet’in kapitalist kalkınma modelini benimsemesinin, bu amaçla iç ve dış politikada arayışlara gitmesinin, arayışlarına uygun ekonomik politikalar belirlenmesinin, bu politikaların dayanacağı ve güç alacağı burjuva sınıfını yetiştirmesinin ve desteklemesinin başlangıcının Lozan’a ve Lozan sürecine dayandığını kabul etmek zorundayız. Tekrarlarsak kapitalist tercihi tartışmadan bugünün sorumlusunu bulamayız ve bu tartışma sürecindeki önemli bir köşe başını Lozan’ın oluşturduğunu kabul etmek zorundayız. Tercih edilen ekonomik modelin ve bu modeli destekleyen politikaların temelleri Lozan Anlaşması sürecinde atılmış ve bu sürecin sağladığı ideolojik argümanlarla desteklenmiştir. Bu haliyle Lozan Anlaşması, uluslararası emperyalist sisteme bağımlılığın yeniden gözden geçirildiği, bağımlılık isteminin “yeni” konjonktürde onandığı emperyalist bir metin olarak da değerlendirilebilir. Lozan aynı zamanda, kapitalizmi benimsemekle, “antiemperyalist olmak” arasındaki çelişkinin de net bir şekilde görülmesini sağlar. Bugün kapitülasyon olgusu çeşitli adlar altında devam ediyorsa, eski olduğu iddia edilenin borçları ya da kapitalist yağmanın birer göstergesi olan Düyun-ı Umumiye kabullenilip bu bağımlılık uğruna borçlar ödeniyor ve ardından gelen on yıllar boyunca Düyun-ı Umumiye’yi aratmayacak yeni borçlanma modelleri geliştiriliyorsa… Vb. tüm bu olgular Lozan’da üzerinde anlaşılan yeni bağımlılık modelinin yadsınmaz birer sonucudur.
Unutulmaması gereken nokta, Türkiye kapitalizminin emperyalizme zorunlu bağımlılığı ve sömürü için doğrudan araç olacak niteliği. Ve bu, kapitalizmin doğasından gelen bir nitelik, tıpkı onun doğasında var olan ahlaki düşkünlük ve “kişiliği” yok etmeye -onu bağımlı kılmaya- yönelik müdahale hakkı gibi. Girişte sorduğumuz soruların bu bağlamda bir kez daha sorulmasını ve yanıtlarının, resmi ideolojinin kısıtlayıcılığından ve baskısından kurtularak verilmesinin zorunlu olduğunu düşünüyorum. Ve uzun –ve son- bir tekrarı yeni tartışmalar için zorunlu görüyorum: Lozan nedir? Lozan; Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı -Dünya Savaşı?- sonucunda kurulmaya çalışılan ‘yenidünya düzeninde’ Ortadoğu’nun ‘ne olacağı’ sorusuna verilen yanıtlardan birisidir ve bu anlamda emperyalist bir sözleşmenin ifadesinden başka bir şey değildir. Lozan, Türkiye için nedir? Lozan; kurulmaya çalışılan ‘yenidünya düzeninde’ Türkiye’nin de rol kapma isteğinden başka bir şey değildir, Türkiye’nin kapitalist-emperyalist dünyada var olma isteğinin, bu ‘dünyaya’ sözleşmeler yoluyla biat etmesinin onanmasından başka bir şey değildir ve bu anlamda kesinlikle antiemperyalist değildir. Lozan’da Türkiye, ‘eskiden’ kalan birçok yükümlülüklerini kabul etmiş, eski devletin emperyalist yağmacılara olan borçlarını, emperyalizm tarafından onanmak amacıyla üstlenmiştir. Ortadoğu’da bugünküne benzer bir şekilde, İngiliz Emperyalizminin rolünün onaylanması ve bu rolün meşrulaştırılmasının adıdır Lozan. Resmi ideolojinin en önemli argümanlarından olan ‘misak-ı milli’, efsaneyi yazanlar tarafından çiğnenerek -gerekli görüldüğünde günün koşullarına uygun yenileme!- Musul’la simgeleşen Ortadoğu petrollerinin emperyalist yayılmacılığa küçük bir eder karşılığı satılmasının adıdır. Lozan, yeni devletin, kapitalist ilişkileri ve bu ilişkilerin sonucunda zorunlu olarak gelişecek ‘yeni’ bağımlılığın kabullenilmesinin ve bu kabulünde batılı kapitalist devletler tarafından onanmasını gösteren bir sözleşmenin adıdır; açık bir biat talebi ve bu talebin arkasından dünyanın yeni efendilerinin bu talebi kabulünün adıdır Lozan. Lozan, aynı zamanda kapitalizme karşı olmadan antiemperyalist olunamayacağının en net tarihi örneklerinden birisidir…
Gazetelerde yeni bir haber: milyonlarca metrekarelik vatan toprağı yabancılara satılmış, Ege bölgesinde Yunanlılar ve İngilizler, güneyde Alman ve İtalyanlar, doğuda Fransızlar vs. ağırlıklı bir alım söz konusuymuş…
“Aman tanrım, biz Sevr’i yırtıp atmamış mıydık?”
(2006)
*
- Çöküşe Rıza (s)10 - 3 Ekim 2024
- Sağlıkta Çöküşün Öteki Öyküleri (4) - 17 Eylül 2024
- Çöküşe Rıza 9 ½ - 29 Ağustos 2024