Kimi temel kavramlar, tespitler ve belirlemeler…

Siyaset

Günlük dilde farklı anlamlarda kullanılan siyaset kelimesi Arapça’dan Türkçe’ye geçmiştir. Siyaset kavramı siyasa SWS veya sâsa kökünden gelir ve yönetmek, yönlendirmek, eğitmek ve yetiştirmek gibi anlamları vardır. Siyaseti bir yandan ve öncelikle bu kültürel arka planla atları tımar eden, yetiştiren, eğiten ve bakımıyla ilgilenen kişi olan seyisle ve öte yandan da daha soyut düzlemde şehir ve insan yönetim sanatıyla ilişkilendirmek mümkündür. Siyasetin bu ikinci anlamı daha çok politika kavramıyla ilişkilidir. Politika kavramı ise Antik Yunandaki şehir devletlerinde geliştirilmiştir. Politika, burada kamusal alan olarak tesis edilmiş, kurgulanmış özgürlük ve eşitliğin olduğu polis kavramına dayanmıştır. Polis burada şehir devletleri, ve polites ise polis içerisinde yaşayan yurttaşlar anlamına geliyor. Bunların birlikteliği ile oluşan devlet yapısı, siyasal rejim ve anayasal sistem ise politeia kavramına denk düşer. Politica bu anlamıyla hem yurttaşların hak ve özgürlüklerini ve hem de devletin egemenlik anlayışını birbiriyle ilişkilendiren sanattır. Bu tarihsel arka plandan yola çıkarak şu tespiti yapmak mümkündür: Antik Yunanda bu olguları, eylemleri, kurumları ve beklentileri birbiriyle ilişkilendirerek, kurgulayarak dillendiren birden fazla kavram vardır. Politica, Türkçe’deki politika şehir devleti olan polisin, bugünkü anlamıyla devletin anayasa gibi önceden belirlenmiş bir ilke çerçevesinde yönetim sanatıdır.

Günümüz Türkçesinde siyaset ve politika gibi iki kavram bulunmaktadır. Siyaset, uzun erimli bireyin, toplumun ve devletin çıkarlarını savunmak anlamına gelirken, politika daha çok günlük pozisyon, çıkar ve fikir çatışmaları üzerine kurulu eylemleri kapsar.  Türkçe’den farklı olarak Almanca’da sadece politik ve İngilizcede ise bu olguları kapsayan üç kavram geliştirilmiştir. Bunlar; polity, policy ve politics’tir. Polity, devletin anayasasına, yapısına dair geliştirilen önermeleri, önerileri, siyasal eylemleri içerir. Örneğin Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı Sistemi’ne geçiş buna bir örnek teşkil eder.  Buna karşın policy, bir bakanlığın, bir alana, yere ya da gruba dair önerdiği genel değişikliklerin adıdır. Örneğin, covid-19 ile birlikte geliştirilen HES uygulaması, devletin yap-işlet-devret politikaları gibi. Ve son olarak politics kavramı ise günü kurtarma üzerine yapılan öneriler, suçlamalar, medyatik, bireysel çıkışlar gibi eylemleri kapsar. MHP genel başkanı Bahçeli’nin CHP genel başkanı Kılıçdaroğlu’nun kişiliğine dair yaptığı yorumlar buna bir örnek teşkil eder.

Demokrasi

Bir sanat, eylem anlamında siyaseti tabi ki “nerede siyaset ve niçin siyaset?” sorularından ayırmak gerek. Siyaset bu anlamıyla iyi/kötü, doğru/yanlış, güzel/çirkin, adil/adaletsiz gibi nitelemeleri içerir. Yani, iyi siyaset olabileceği gibi, kötü, yanlış ve adaletsiz siyaset de siyasete girer. Kimin için siyaset derken, özellikle günümüzde siyaset hemen demokrasiyle ilişkilendirilir. Bu sadece yanlış ve yanıltıcı değil, ama aynı zamanda demokrasiye de zarar veren bir anlayıştır. Her şeyin, her eylemin demokrasi için yapıldığı bir uzamda hiçbir şey demokrasi için yapılmıyor, yapılamıyor anlamına gelir. Demokrasi özellikle de günümüzde herkes tarafından kabul gören bir sistem olduğu için ve demokrasiler siyasal eşitliği ve özgürlüğü güvenceye almak ve korumak sözünü verdikleri için, bu sanki yapılıyormuş, yaşanıyormuş gibi algılanabiliyor. Bir toplumda yaşayan insanların siyaset ve demokrasi anlayışları, orada yapılan siyaset ve yaşanılan demokrasi biçimine direkt yansıdığı için, her yanlış ve/veya eksik anlaşılma demokrasiye zarar verir. Aynı şekilde, demokrasiden demokrasinin sunamayacağı icraatlar beklenirse, bu da demokrasiye zarar verir. Bu ise bize siyaset ile demokrasi arasındaki farkın açıklanması gerektiğini söylemektedir.

Demokrasi siyasetin bir biçimidir. Çağdaş demokrasileri en genel anlamıyla doğrudan ve temsili demokrasi kategorileri altında incelemek mümkündür. Ama buraya gelmeden önce demokrasi kavramının Antik Yunan kültürünün şehir devletlerine kadar dayanan tarihsel arka planının olduğunu ve çağdaş demokrasilerin çoğunluk yönetiminin çoğunluğun baskısına dönüşmesini engellemek üzerine kurulduğunu söyleyebiliriz. Antik Yunan kültüründe demokrasi küçük bir zümrenin kendisini ve yönetime katılmayan, yönetimden dıştalanan yönetilenleri yönetmesi olarak anlaşıldı. Yönetime katılamayan fakirler, bayanlar, yabancılar ve köleler demokrasinin, yani yönetmenin ve birlikte alınmış kurallar çerçevesinde yönetilmenin dışındaydılar. Demokrasiyi; yönetilenlerin, yönetenlerin yönetimini iyi/doğru/ adil olduğuna dair olan inançları şeklinde tanımlamak mümkün. Bununla birlikte demokrasi her şeyden önce birlikte doğru, ortak ve iyi kararlar alma mekanizmasıdır.  Demokrasiyi, geniş halk kesimlerinin, karar verme ve verilen kararları uygulama mekanizmasına aktif katılımı olarak da tanımlayabiliriz. Eskiden farklı olarak günümüzde sadece doğru, ortak ve iyi değil ama aynı zamanda bu iyiye katılımın kendisi de demokrasinin belirgin bir özelliğidir.

Demokrasi kelimesinin kökleri Yunanca’dan gelir. Demokrasi iki ekten oluşur; demos, halk anlamına gelirken; kratos, yönetim demektir. Temel anlamıyla demokrasi, yönetimde hükümdarların ya da soylular sınıfının değil, halkın egemen olduğu bir siyasal düzendir. Demokrasi ortak çıkarları savunmak, yurttaşların, vatandaşların ve daha genel olarak bütün katılımcıların gereksinimlerini karşılamak üzerine kurulu bir ortak karar verme sürecidir. Bunu yaparken de, bireylerin ahlaki öz gelişimine ket vurmaksızın ve herkesin çıkarını savunarak yapması gerekir. Demokrasiler bu yönüyle sadece kimi kültürel farklılıklar göstermekle kalmazlar, ama aynı zamanda ondan farklı şeyler beklediğimiz için, demokrasi sürekli gelişime ve/veya gerilemeye de açık olan bir siyasal düzen olarak görülür.

Aristoteles’in Demokrasi Anlayışı

Yukardaki bu açıklamalardan sonra, şimdi Antik Yunan filozofu Aristoteles’le siyaseti yönetim anlayışı olan demokrasilerden daha net bir şekilde ayrıştırabiliriz. Aristoteles demokrasiyi diğer siyasal sistemlerle karşılaştırarak tanımlar ve değerlendirir. Aristoteles’e göre üç gerçek ya da anayasaya bağlı yönetişim biçimi olan devlet ve bunlara da denk düşen üç bozulmuş ya da despotik devlet yönetim türü vardır. Aristoteles’e göre anayasaya bağlı devlet biçimleri doğal ve bütün topluluğun yararı kriterine uyarken, despotik devlet yönetimlerinin hiçbiri bütün topluluğun yararını amaçlamaz. Monarşi, kralın ortak iyiliğini amaçlayan bir kişinin yönetimidir. Buna karşın bunun bozulmuş hali olan tiranlık ise tek yöneticinin çıkarı için tek’in yönetim anlayışıdır. Yine aynı kriterden yola çıkarak Aristoteles aristokrasiyi bir kişiden çok, ama bir azınlığın yönetimi seklinde tanımlar ve buna karşıt olarak oligarşiyi koyar ve onu ise varlıklı bireylerin çıkarını savunan siyasal sistem olarak tanımlar. Aristoteles, demokrasiyi ise ikiye ayırır. Ona göre; ılımlı demokrasi bütün topluluğun iyiliği için yurttaşların hepsinin uyguladığı yönetimdir. Bunun bozulmuş hali ise çokluğun demokrasisidir ve bu anlayış yoksulların çıkarını savunur. Yoksullar ise bütün toplum olmadığı için, bütün toplumu temsil etmediği için çokluğun demokrasisi kötü bir siyasal sistemdir.[1]

Aristoteles günümüzde hâlâ demokrasi ve siyaset anlayışına ışık tutan bir düşünür olarak kabul görmektedir. Bununla birlikte günümüzün demokrasilerini Antik Yunan demokrasilerinden ayırt eden iki önemli fark vardır. Bunlardan biri, günümüzde demokrasiye sadece zengin, soylu ve bayların değil; kadınlar, fakirler ve hatta vatandaş olmayanların da katılabiliyor olmasıdır. Nitekim, en geniş ve en bilgin katılım (katılanların, kararlarını; bilerek, bilgi üzerine kurarak vermeleri anlamında), demokrasinin kalitesini oluşturan kriterlerin başında gelmektedir. Diğer bir fark ise, bugün bireylerin, yurttaşların, vatandaşların ve de ilgililerin kan bağı üzerine kurulu olduğu ailevi kurumlar değil de, ortak çıkar ve fikirlerden hareketle herkesin katılabileceği kurumlar aracılığıyla yönetime katılma şansımızın olmasıdır. Dernekler, siyasal partiler ve hareketler bunlara birer örnek teşkil ederler. Bundan dolayı, geçmişten farklı olarak günümüzdeki demokratik siyasal akımlarda etkin olan bireyler sahip oldukları özgürlükler sayesinde iktidarın, devletin kimi hukuksal çerçevede sınırlanmasından yana belirleyici tavır takınabiliyorlar.

Rönesans’la birlikte kolektifin içinde kaybolan birey tarihin belirleyici aktörü olmaya başlamıştır. Birey, kendisini, karar ve eylemlerine bağlı insan-severliği üzerinden tanımlamaya başlamıştır. Tanrı değil de insan, evrenin merkezine konuldukça, Descartes’in “düşünüyorum o halde varım” cümlesi, her geçen gün daha bir anlam kazanmaya başlamıştır. Tanrıdan özerk bir insan anlayışı kanıksanır olmuştur. Rönesans ve Reformasyonla birlikte bu anlamıyla sadece yeni mezhepler ve kiliseler ortaya çıkmamış, ama aynı zamanda vicdan özgürlüğü, hoşgörü, toplumlar arasında eşitlik, mülk güvenliği ve buna uygun hukuksal bir çerçeve de belirmeye başlamıştır. Bu temel, günümüzde özgür, bağımsız ve kamu yarına eyleme geçen bireyin, iktidarın değil de sivil toplumun gücüne dayanarak İngilizce’deki karşılığıyla public intellectual’ın gerektiğinde kamuda yönetenlere diş geçirebileceği bir ortam sağlamıştır.

Katılımcı ve Temsili Demokrasi

Günümüzde hemen hemen her ülke, demokrasiyle yönetildiğini iddia eder. Demokrasiler ise Aristoteles’ten farklı olarak ılımlı ve çokluk değil de, katılımcı (doğrudan demokrasi) ve temsili demokrasi (endirekt demokrasi) olarak ikiye ayırabiliriz. Doğrudan demokraside temel olarak halk, aracılara gerek kalmaksızın kendi kendisini, bu anlamıyla doğrudan yönettiği bir yönetim şekliyken, temsili demokrasiler de halk, temsilcileri aracılığıyla yönetilir. Bununla birlikte günümüzde doğrudan demokrasiyle yönetilen hiçbir ülke yoktur. Demokrasiyi, ‘en geniş halk kesimlerinin katılımıyla ve uzun erimde de doğru/iyi/adil olma ihtimali yüksek olan yönetim biçimidir’ şeklinde tanımladığımızda, demokrasinin Abraham Lincoln formülüyle neden “halkın halk tarafından halk için yönetmesi (government of the people, by the people, for the people)” olduğu daha rahat anlaşılacaktır. Bu ise bize aynı zamanda neden modern toplum bireylerinin oligarşi ve aristokrasinin, yani halkın değil de ayrıcalıklı olduklarını düşündükleri küçük bir grubun iktidar olduğu bir yönetim biçiminin doğru/adil/iyi olmadığını düşündüklerine bir cevap vermektedir. Günümüzde demokrasi, halkın, elitlerin iyi, doğru ve adil kararlarına sadece katılımı değil, ama aynı zamanda uzun erimde de iyi olma ihtimali olan kamusal kararları birlikte alma, hatta belirlemesi mekanizmasıdır.

Çağdaş Siyasal Akımlar

Bu mekanizmaya özellikle de toplumun dinamik kesimlerinin dahil edilmesi sağlamak, demokratik yönetimin önkoşuludur. Bu kesimlerin katılımı ise yukarıda değindiğimiz siyasal hareketlerle mümkün.  Aşiret, soylu beyler ve doğuştan yönetmeyi hak ettiğini düşünenlerden farklı olarak çağdaş siyasal akımlar toplumum sürekliliği ile bireyin özgürlüğü arasındaki o hep var olan ve var olacak olan gergin ilişkiyi narin bir iletişime dönüştürme rolünü üstlenmek için tarih sahnesine çıktılar.  Sadece dinler değil, sadece dinsel öğretilerle değil, ama aynı zamanda çağdaş siyasal akımlar ve onların dünyevi anlayışlarıyla da aidiyetlikler ortaya çıkmaya ve sunulmaya başlandı. Bu narin ve gergin iletişimin varlığını günümüzün en önemli kurumlarından biri olan hukuk ile demokrasi arasındaki ilişkide de görmek mümkündür.

Hukuk; toplumsal ilişkileri evrensel olma ihtimali olan prensipler ışığında ve dışsal, devletin yaptırım gücünü, zoru kullanarak düzenleyen kurallar, ödevler ve yasalar bütünü olarak tanımlanabilir. Hukuk bu anlamıyla yaptırımcı gücünü devletin kolluk güçlerinden alır. Hukuk aynı zamanda bu kuralları, yasaları, ödevleri, hakları ve prensipleri inceleyen bilimin de adıdır. Her iki şekilde de hukuk doğası gereği kimi genel prensiplerden yola çıkarak, ama son tahlilde var olanı koruma fikri üzerine kuruludur. Hukuk bu anlamıyla çoğunluğa rağmen varlığını sürdüren, hatta ona karşıtlığıyla kendisini tanımlayan elit bir kurumdur. Buna karşın demokrasi, var olanı yeni oluşan durum, istek, çıkar ve fikirler çerçevesinden yeniden değerlendirme ve değiştirme azminin kurumudur. Demokrasi ve hukuk gerginliği, özetle, çoğunluğun, yani demosun, halkın, demokrasiyle seçilmişlerin değil de, evrensel olma ihtimali olan, elitlerin üzerinde mutabık oldukları ve bu anlamıyla uzun erimde de doğru olma ihtimali yüksek olan kararların “sadece bu elitler tarafından da” alınabileceği anlamına geliyor.

Çağdaş siyasal akımlar, bireyin özgürlüğünden ve iktidarın, devletin kimi hukuksal çerçevede sınırlanmasından yana tavır takınır. Rönesans, Reformasyon ve Aydınlanmayla ortaya çıkan yeni mezhepler, kiliseler ve siyasi akımlar yeni tip insan, yeni tip yaşam biçimlerini de beraberinde getirmiştir. Bu ise toplumun ve yapısının doğal, Allah vergisi olmadığını gösteriyordu. Bu dönemi bir yandan Thomas Hobbes, John Locke, Jean-Jacques Rousseau gibi toplumsal sözleşme kuramcılarıyla ve diğer yandan da bilim, teknik, mantık ve felsefedeki dönüşümlerin aktörleri olarak Galileo Galilei, Thomas Newcomen, Alessandro Volta ve İmmanuel Kant ile birlikte anmak gerek. Bu gelişmeler ve aktörlerin fikirleri sayesinde birey-toplum, birey-kültür arasında kimi gerginliklerin olduğu gerçeği de artık geniş halk tabakaları tarafından da öğrenilmiş ve kabul edilir olmuştur. Bilginin çoğalması, bilimin daha etkili olması ve bu yeni gerçekliklerin artık herkes tarafından kabul edilmesi yeni bir toplumsal düzenin gerekliliği anlamına geliyordu. Bu yeni, sadece toplumdan ve Tanrıdan özerk bir insan anlayışının gelişmesine değil ama aynı zamanda F. Nietzsche’ye “Tanrı öldü.” dedirtti. Bu yeni anlayışa göre evren, dünya ve toplum artık Tanrı merkezli değil, insan merkezli olması gerekiyordu. Bununla tutarlı bir şekilde, “dulce et decorum est pro patria mori/ yani vatan için ölmek tatlı ve şereflidir.” vecizesi tek gerçek olarak değil de, geçerli olma ihtimali olan önermelerden sadece biri olarak görülmeye başlanmıştır. Bu yargının geçerliliğini kaybettiği bir toplumsal ortama girilmesiyle de, yeni toplum kuramları mümkün ve siyaseten de istenir olmaya başlanmıştır.

Özgürlük ve Eşitlik

Marksistler liberal kuramcılara karşın toplumun özgürleşmesi için güçlü bir devlete ihtiyaç duyulduğundan hareket ederler. Özgürlükle de, sadece düşünsel üst yapıyı değil, ama aynı zamanda onun sosyo-ekonomik alt yapı üzerindeki belirleyici rolünü kastederler. Özgürlük, ancak eşit şartların sağlanmasıyla oluşabilecek bir ortamdır. Özel mülkiyetin olduğu bir mekânda, farklı, hatta baskıcı ekonomik ortamın olduğu anlamına gelir ve böyle bir ortamda bireyler özgürlüklerini birbirlerinin dezavantajlı olmalarından kazanırlar. Birinin özgürlüğü diğerinin zorunluluğu anlamına gelir. Bunu gidermek için, öncelikle eşitlikçi bir toplumun yaratılması gerektiğine vurgu yapılır. Eşitliğin karşıtı olarak zorunluluk, eşitsizliğin hüküm sürdüğü yerde varlık gösterir. Dolayısıyla, eşitliğin sağlandığı bir ortamda özgürlük sorunu da ortadan kalkar.

Diğer bir çağdaş siyasal akım ise sosyal demokrasidir. Sosyal demokratlar, Marksistlerin özgürlük yerine eşitliği savunmalarını yanlış bulurlar. Öncelikle, Marksistler, bireyler fakirleştikçe, onların özgürlük istemlerinin artacağını düşünüyorlardı. Sosyal demokrasi işsizlik, hastalık güvencesi, fabrika çalışma koşullarının iyileştirilmesi, çalışma saatlerinin düzenlenmesi gibi konulardaki istekleriyle öne çıktılar. Akımın önderlerinden olan Bernstein, Karl Marx’ın iddiasının tersine servetin her geçen gün daha az kişi ve şirkette monopolleşmediği, bundan dolayı küçük ve orta boy ölçekli işletmelerin yok olmadığı ve de sosyal sınıflar arasında antagonist kutuplaşmanın artmadığını dillendirdi. Bunlar yerine proletaryanın durumunda izafi bir iyileşmenin, diğer bir deyimle Marksist kuramın iddia ettiğinin tersine, proletaryanın kapitalizmle zenginleştiğini ve orta sınıfın ise büyüdüğünü belirtiyordu.  Sosyal demokrasi perspektifinden özgürlük ve eşitlik ikilemi açısından bu şu anlama gelir: kimi insanların daha bir özgür olmaları eşitlik ilkesine ders değildir. Tersine; kimi insanların/grupların daha fazla özgürlüklere sahip olması, diğer bütün eşit olan herkese de faydalıdır.

Dinsel Yaşamın İlkel Biçimleri

Toplumsal devinimci siyasal gerçeklik, aslında Roland Ingelhart’ın deyimiyle “sessiz devrim”, yani yavaşça değişen sosyolojik alt yapının bir yansıması olarak tarif edilebilir. Bu tezi savunmak için Emiel Durkheim’in “Dinsel Yaşamın İlkel Biçimleri” isimli kitabı iyi bir kaynaktır. Durkheim’in bu kitabı her ne kadar din sosyolojisi anabilim dalına ait bir eserse de, aynı zamanda bir bilgi sosyolojisi araştırmasıdır. Durkheim döneminde bilginin edinimi ve bu edinimin kavramlaştırılmasına dair iki ana yaklaşım vardı: Ampirizm ve apriorizm. Ampirizme göre kavramlar, duyusal deneyler yoluyla edilir. Apriorizm anlayışına göre ise kavramlar, doğuştan gelen yetilerle edinilir. Durkheim bu iki görüşe de karşı çıkmıştır ve kavramların toplumsal bir inşa, toplumsal bir yaratım, toplumsal bir katılımla oluştuğunu yazmıştır. Durkheim, felsefenin temel kategorileri olan zaman, mekân, sınıflandırma, kuvvet, nedensellik ve bütünlük gibi kategorilerin öncelikle dini kurumlar aracılığıyla oluşturulduğunu ve bu kurumların ise aslında var olan toplumsal gerçekliklere, istemlere ve deneyimlere denk düştüğünü sanıyordu.[2]     Buradan bakıldığında bilim, dinsel kuramların deneyler ve mantık yoluyla dünyevi kavramlarla ve dünyada oluşturulma çabasıdır. Din; düşünme, kavramlaştırma, bilim ve kurumlar, kurumsallaşma daha önceden örgütlenmiş bir toplumsal ilişkiler bağlamında oluşur ve anlaşılır. Bir olguyu doğru veya yanlış bulmak, ancak bu kültürel arka planı kavradıktan sonra mümkündür. Toplumsal olgular bu ilintileme, ilişkilendirme süreci içinde oluşur ve açıklanabilirler. Bunlar arasındaki bağlantıları kurmak, sosyal bilimin işlevlerinin başında gelir. Bilim bu çerçevede aslında dinden ayrışıp özerk hale gelen ama dindeki aşkınlık istemini hâlâ  koruyan bir kurumdur. Eski toplumlarda bireyler aşkınlığı din yoluyla ararken, modern toplumlarda bu arayış dinden çok bilimle olan uğraşla aranılan bir tercihe dönüşmüştür. Bunu sadece din-bilim ilişkisinde değil, ama aynı zamanda toplumdaki yansımalarında da görmek mümkündür. Kolektif coşku buna bir örnek teşkil eder. Tarihsel süreç içinde var olan, var olagelen temel ahlaki ve bilişsel kategoriler bile değişir ve en nihayetinde yeni kural, kurum ve kategorilere evrilirler. Ancak bunların oluşumu kolektif bir coşkuyla taçlandırılmışsa, bunların uzun süre yaşamaları ihtimal dahilindedir. Reformasyon, Rönesans, uluslaşma ve sosyal devrimler bu türden kolektif coşkuların tekrarlandığı, tekrardan kurumsallaştığı dönemlerdir. Tamda bu kolektif coşku sayesinde bireyler gerektiğinde vatanı, bayrağı ve özgürlüğü için canını vermeye hazır olabiliyor. Böylece gerçekliklerle semboller arasındaki iletişim toplumsal düzlemde sadece yenilenmedi ama aynı zamanda dünyevileştirildi. Birey kültü tamda bu dünyevileşmiş kolektif coşku bilincinin bireyselleştirilmesidir. Durkheim’a göre toplumlar geliştikçe, dünyevileştikçe, modernleştikçe o toplumda yaşayan bireyler, dinsel kategorilerin belirleyiciliğinden daha bir özgürleşir; birey eski toplumlarda ancak toplumun bütün kurallarını topyekûn kabul ettikçe toplumda yer sahibi olabilirdi. Buna karşın modern toplumlarda birey topluma rağmen, gerektiğinde topluma karşı da varlığını kurup sürdürebilir.

Durkheim bu çerçevede ahlaki bireyciliği egoizmden ayrıştırır. Durkheim’e göre insan, homo duplex (dual) kavramıyla açıklanmalı ve anlatılmalıdır. İnsan hem aşkın bir dünyada hem de mecburiyetler dünyasında ve aynı zamanda yaşamaktadır. Mecburiyet dünyasında insanlar çalışarak, tek başına yaşayabilmeyi becerdikçe ve gerektiğinde diğer bireylerle savaşarak kendisini var edebilir. Ancak birey sadece bu profan (dünyevi) dünyada değil, ama aynı zamanda bütün insanlarla birleşmeye, onlarla barış içinde yaşamaya çalıştığı bir anlam dünyasında da yaşıyor. İnsan burada aşkınlığa, diğer bütün bireylerle, onların istemi, aktif yardımıyla ulaşabilir. İnsan bu anlamıyla kendisini bir yandan diğer bütün bireylerden yalıtmaya, onlardan farklılaşmaya, bireyselleşmeye ve öte yandan da diğer bütün bireylerle de toplumsallaşmaya, onlarla bir olmaya çalışan bir varlıktır. Buna paralel olarak, insan hem yalıtılmış birey hem de toplumsallaşmış varlıktır.[3]      Durkheim’a göre bu bireysel ve toplumsal varlıklarımız arasında sürekli bir çatışma vardır. İşte tamda bu iki benlik arasındaki sürekli gerilimden dolayı, birey toplumun kural ve kurumlarına ihtiyaç duyar. Durkheim’a göre toplumun, kural koyan, yön veren ve bireyi belirleyen, bireyden bağımsız bir varlığı vardır. Birey bu gerginlikte toplumsal olanla barıştıkça egoizmden uzaklaşır ve bireyselliğini toplumsal bir ahlakilik boyutuna eriştirir. O artık bireyselliğini toplumsal etkilenmeye bırakırken bile toplumdan ayrışabilir. Ahlaki bireycilik bu anlamıyla egoizm üzerinde denetim kurabilme sürecidir. Durkheim bu durumu intihar olgusunda netleştirir. Eski toplumlarda intihar toplum için mümkün, doğru ve iyi bir karar olarak görülürken, modern toplumlarda intihar bir suç, toplumun sürekliliğine karşı yapılmış bir saldırı olarak algılanır olmuştur. Bu ise Durkheim’a modern toplumların yapısının ahlaki bireyciliğin gelişimine ön ayak olduğunu gösteriyor. Durkheim bu durumdan şu sonucu çıkarıyor: Toplumun ve bu bireyci ahlakın taşıyıcısı, örgütü ve onun kolektif temsilcisi olarak devletin, intiharı aktif engelleme görevi vardır.

Durkheim bu anlamıyla sadece insanı dual olarak betimlemiyor, ama toplumu da iki gruba ayırıyor: eski ve yeni toplumlar. Eski toplumlar, daha doğrusu Ferdinand Tönnies in deyimiyle toplulukların dikey hiyerarşik bir düzenleri varken, yeni, modern toplumlar yatay farklılaşma şeklinde örgütlendiler. Dikey hiyerarşide yöneten ve yönetilen vardır – sultan ve tebaa gibi-. Buna karşın yeni toplumlarda sadece orta sınıf değil, ama aynı zamanda bölgesel farklıklar da sosyal tabakalaşmanın kaynağı olarak ortaya çıkarlar.

Ancak, Durkheim’ci bir toplum anlayışı çatışmadan ziyade toplumsal dayanışmaya vurgu yapar. Durkheim için toplum, ahlaki birlik bütünlüğüdür. Dışsal, kısıtlayıcı bir güçtür. Bireyi üreten bir varlıktır. Dayanışmanın örgütlenmesidir. Farklı unsurların, oluşumların bir araya gelmesiyle oluşan “sui generis” bir varlıktır.[4] Devlet ise bu gerçekliğin örtüsüdür. Böyle yeni toplumlarda din değil bilim; ahlak değil hukuk birleştirici bir rol alır. İş bölümünün ortaya çıkması ve toplumun daha kompleks bir yapıya ihtiyaç duymasıyla dayanışma biçimleri de değişir; organik ve mekanik dayanışma. Birinci dayanışmada asıl olan kan bağı, gelenek, görenek, din, dil ve ahlak iken, diğerinde iş bölümüdür ve bu işbölümünden ortaya çıkan roller ile bu rollerin sosyo-ekonomik yapıya yansıması üzeri kurulu beklentiler bütünlüğüdür.


Bu makale Ali Demir’in Demokrasi, Hukuk Devleti ve Sivil Toplum kitap çalışmasından alınmıştır…

ISBN: 978-605-4915-33-0
Yayıncı Sertifika No:  61978
Kalan Basım Yayın Dağıtım (Kalan Yayınları)
Bahçelievler Mh. Yıldırım Sok. Demirdağ Apt. No:19. Batman kalanyayinlari1999@gmail.com


[1] Aristoteles (1909): Nikomachische Ethik. S. 183-186. Jena.

[2] Durkheim, Emile (1981): Die elementaren Formen des religiösen Lebens. S. 27. Frankfurt am Main: Suhrkamp.

[3] İbid, s. 300.

[4] İbid, s. 36.