Kapitalizmde depresyonla nasıl mücadele edilir?

Geçtiğimiz hafta yaklaşık 36 saat boyunca yatağımın aynı noktasında kaldım. Başım, eski bir radyo gibi cızırtılı sesler ve parazitlerle doluydu. Bana -yeniden- depresyon teşhisi konulalı bir ay olmuştu ve duygusal bir migren yaşıyor gibi hissediyordum. Her dakikam, çok kötü bir haber aldıktan hemen sonra geçen dakikalar gibi geliyordu. Sanki korkunca kalbin sıkıştığı anlar gibi. Bana göre her şey bir kötü haberdi. Küçük işler bile beni çok aşıyordu. Ayaküstü kısa sohbetler kâbus gibiydi. Dört saat sonra tekrar acıkacaksam şimdi yemek yemenin bir manası var mıydı? Hayat ve barındırdığı her şey anlamsız geliyordu. O anlamsızlık bir boşluk, kendimi hayatta tutmak için bir sebep bulamamak biçiminde tezahür ediyordu. Sürekli olarak acısız bir şekilde -duygusal, politik, fiziksel olarak her açıdan anlamsız- varlığımı ortadan kaldırma yolları üstüne fanteziler kuruyordum.

Bu anlattıklarım başka insanların deneyimleriyle örtüşüyor mu bilmiyorum. Depresyon bir etiket sadece; herkes için farklı olabilecek belirtileri bünyesinde toplayan bir terim. Kendine değişik düşüncelerde yuva yapan ve değişik davranışlarda ortaya çıkan, ‘moralim bozuk’ diye adlandırdığımız o bulutlu ruh halinin ta kendisi aslında. Bazı insanlar için politikanın, anksiyetelerini hafifletmek için iyi bir ‘kafa dağıtma’ alanı olduğunu görüyorum. Benim içinse depresyon, politikadan bahsetmeyi katlanılamaz kılıyor. ‘Sağlıklı’ olduğumda Gramsci’nin bahsettiği ‘aklın iyimserliği, iradenin iyimserliği’ benim için ne kadar geçerliyse, hasta olduğumda da umut edecek enerjim bir o kadar olmuyor. Her köşe başında, her haberde bize nasıl daha iyi bir gelecek yaratılamadığını görüyorum. Solun değişim yaratmaktaki ataletine takılıyorum.

Depresyonumun köklerini arayan derin araştırmalarım sonucunda pek çok faktörden oluşan bir karışıma ulaştım. Bu faktörlerden biri kapitalizmin nasıl işlediğiyle ilgili. Öncelikle, depresyonumun sebeplerinden biri büyük ölçüde ultra-kapitalist Londra’daki hayatta kalma deneyimlerim. Londra, kâr yaratmak için yaratılmış, zenginliğin zenginlere akabilmesi için ideal bir sera gibi inşa edilmiş bir kent. Londra’daki uzun çalışma günlerinde, çalışan sınıf sıkışık bloklarda oldukça küçük dairelerde yaşar. Bu daireler toprak ve mülk sahibinin kârını arttırabilmek için bu kadar dar ve sıkışıktır. Bu dar dairelerde yaşar ama camlardan görkemli şekilde yükselen şehri ve zenginliği görürüz. Shard’ın en üst katındaki ofislere tırmanan altın külçelerini görür gibi oluruz.

MUTSUZLUK SIRADANLAŞAN BİR DUYGU

Bize kurmamız öğretilen hayaller oldukça pahalı ve çoğumuzun hayallerindeki o ideal hayatı yaşayacak ne parası ne de özgürlüğü vardır. Benim bu ‘düşük modum’ finansal zorluktan, diğer insanlara karşı yaşadığım yabancılaşmadan, sokaktaki adamın ilişkilere getirdiği zorbalık ve otoriterlikten kaynaklanıyor. Açıkçası bu sistemde, bazen mutsuz olmamak biraz garip olurdu.

Bizi devam etmeye iten şeyse daha iyisi için savaşmak, tartışmak, örgütlenmek, ona ulaşmak için verilen mücadelenin küçük bir parçası olmak. Ama depresyon zaten Sol’un nezlesidir. Ne zaman aktivistlerin, solcular arasına karışsanız, umutsuzluğu, depresyonu, ‘düşük modun’ bir şeyler örgütlemesini baltaladığı insanlar görürsünüz. İstatistikleri bilmiyorum ama bir grup politikayla alakalı arkadaş bir araya geldiğimizde (yaklaşık 8 kişi) bir noktada herkesin depresyon yaşadığını ya da yaşamış olduğunu fark etmiş ve sarsılmıştık. Rakam zamanla yükselmeye devam etti.

Depresyonun sıklığı, sebebine dair analizlerimize yardımcı oluyor. Yapısal olarak, depresyonun en azından bir kısmı mutlaka çeşitli formlarda yabancılaşma, yoksunluk/yoksulluk, adaletsizlikten kaynaklanıyor ki bu saydıklarım içinde yaşadığımız kapitalist dünyanın temel taşları zaten. Ama bunu bilmek de işi kolaylaştırmıyor ne yazık ki! Hatta kötüleştiriyor bana sorarsanız; çünkü problemi kendimiz çözemeyeceğimiz anlamına geliyor; iş, kafanda kapatabileceğin bir şalter olmaktan çıkıyor. Bu toplum da kapatman gereken bir şalter. Ve bu farkındalık da tabii beraberinde içinde yaşadığımız toplumu dönüştürmekte ne kadar başarısız olduğumuzu bir kez daha hatırlatıyor.

Depresyon, nadiren kişisel kaynaklı bir üzüntü hâlidir. İnsanlar kompartımanlar biçiminde düşünüp, eylemiyor. “Şurası duygular, şurası politika ve şurası da iş hayatı” diye bölmeler yok. Dünya görüşümüz ve siyasi görüşümüz diğer düşüncelerimizi şekillendiriyor ki bu da ruh halimizi belirliyor. Değişmekte olan politik atmosfer barınma, iş bulma, sağlık hizmeti alabilme gibi basit ihtiyaçlarımızı etkilediği gibi, baskı, sindirme ve gözetleme ile de bizi yıpratıyor. Aktivistler olarak bizler dünyayı kendimizi daha da kötü hissettirecek şekilde yorumluyoruz: Başka insanların maruz kaldığı haksızlıkların ve eşitsizliklerin farkında olabiliyor ve bunu kayda değer şekilde değiştirecek bir şeyler yapmadığımızı da biliyoruz. İşte bu gerçek, asıl psikolojik darbeyi vuruyor.

TASARRUF KOŞULLARINDA DEPRESYONU GÖĞÜSLEMEK

Sosyalistlerin ruh sağlığı hizmetlerini iyileştirebilmek için izledikleri en yaygın yol, ruh sağlığı bozulmuş kişilerin aldığı hizmetin kalitesini biraz olsun yükseltebilmeye çalışmak. Alınan hizmetin içler acısı olduğu doğru. Yakın zamanda yaşadığım depresyon sırasında bu da tecrübe ettiğim şeylerden biriydi. Londra’nın yoğun bölgelerinden birinde ulusal sağlık hizmetine (NHS) muhtaç kalan biri olarak, işimin çabuk görülmesini zaten beklemiyordum.

Ama yaşadıklarım beni şok etti. Hiçbir randevum sekiz dakikadan uzun sürmedi, iki tanesi de yoğunluk sebebiyle telefonda gerçekleşti! Her doktor -her görüşmede farklıydı- yazılan ilk reçetedeki ilaçların bendeki yan etkilerine dair raporlarımı görmezden geldi ve intihar eğilimi taşıyan düşüncelerimi ‘bu işin fıtratında var bu’ dercesine yok saydı. Yardımı tek başıma aramam söylendi ama birkaç cevapsız çağrıdan sonra pes ettim. NHS ruh sağlığı hizmetlerindeki sıkıntılar kemer sıkma politikalarıyla daha da kötüleşti; hizmette kesintilere, daha da uzayan bekleme listelerine ve “Mind” gibi bu işlerle uğraşan sivil toplum kuruluşlarının engellenmesine yol açtı.

Destek almak için bazı hatları aradım ama onlar da pek işlevsiz çıktılar. Tüm günümü telefonda ücretsiz hizmetler arayarak geçirdim ama sonuç alamadım. Devlet destekli ya da yardım kuruluşu altyapılı olması fark etmeksizin, son derece işlevsiz bu hizmetler sizi sürekli bir yerlere ‘aktarıyor’. Ki buna da eğer telefon açılırsa ulaşıyorsunuz. Size yüzlerce farklı ton bekleme müziği mırıldanabilirim. Telefonlarını tek açan Samaritan adlı kurum oldu ama malesef onların da uzun vadeli programları yok ve anlık çözümler sunabiliyorlar.

Ayrıca, depresyon pahalı bir hastalık. Londra’da bütçenize sadık kalabilmek önemli bir disiplin ve mesai gerektiriyor. Ve ben depresyondayken ne disipline ne iradeye sahip oluyorum. Kalabalıkta ölecek gibi hissettiğimde taksiye biniyorum ya da ihtiyacım olmayan bir şeyler satın alarak kendimi biraz olsun Mutlu (!) etmeye çalışıyorum ama aslında bunlara bütçem yok. İşe düzenli biçimde gitmek ve sürekli hastalık izni alarak göze batmamak da ayrıca bir kat baskı olarak üstüme biniyor. Sizinle başınızı soktuğunuz evden atılma arasında duran tek şey birkaç haftalığına izin almak olunca, o izni almıyorsunuz. Bu sırada tabii hastalık iznini zaman zaman alabiliyor olduğum için minnettar olmak gerekir; çünkü hiç alamayan insanlar da var.

Özetle, kapitalizmde depresyon geçirmek berbat. Yardımcı olacak hiçbir hizmet yoksa daha da berbat. Tam bu noktada özel sektör beyaz atlı prens gibi geliyor ve terapiler ve bakımlar için faturaları yazmaya başlıyor. Bu toplumun bedbaht bireyler yaratmaya devam etmesi onlar için son derece kârlı, herkes potansiyel bir müşteri.

RUH SAĞLIĞINI POLİTİK BİR MESELE OLARAK ALGILAMAK

Devlet hizmetlerine bağımlılığım bir kenara, Hazal Croft’un da ruh sağlığının politik yönü hakkındaki makalesinde detaylıca anlattığı üzere, sosyal bir sorun olarak depresyonu çözmek için daha iyi sağlık hizmetleri talep etmek tek başına yeterli değil. Ruh sağlığı bozulanlar için daha iyi NHS hizmetleri talep etmeliyiz evet ama depresyonu sadece ilaçlarla hızla çözülebilecek tıbbi bir sorun gibi görmememiz gerekiyor.

NHS’yi övmek ve kamusal bir hizmet olarak kalmasını talep etmek makul bir yaklaşım. Sonuçta ihtiyacımız olduğunda bize gereken tıbbi bir hizmet sunuyor. Ama bu sistem aynı zamanda sınırlı sayıda kaynaklara erişimimizi denetleyen otoriter bir yapı ve bu yapı bünyesinde doktorlar genelde kimin tedaviye erişeceğine karar veren kapı bekçileri rolündeler. Doktorların önyargıları ve kişisel fikirleri hangi tedaviyi alabileceğimiz noktasında belirleyici oluyor. Ve kaçınılmaz olarak ruh sağlığına ilişkin problemler, anlayış ve nasıl tedavi edileceği, baskın politik fikirlerden, ‘bireyin sorumluluklarından’, makul vatandaş algısından bağımsız ele alınamıyor.

Bugüne dek devletlerin kamusal sağlığa bakışı, kitleleri işlevsel ve sağlıklı çalışanlar yapabilmek üzerinden ilerledi. Pek çok fiziksel rahatsızlıkta da bunu görmek mümkün. Kırılan bacağımın bir an önce iyileşmesi, benim olduğu kadar işverenimin de çıkarına olan bir durum. Ama konu ruh sağlığı olunca daha farklı boyutlar ortaya çıkıyor. ‘Sağlıklı’ dediğimiz şey genellikle mutlu ve özellikle işlevsel anlamına gelirken, işçi olarak yeterince işlevsel olamazsan ‘hasta’ kabul edilmenin elbette politik bir sebebi var. Benim depresyonumun bir kısmı kapitalizm altında düşük kalitede bir hayat sürdüren emekçi bir kadın olmamdan kaynaklanıyor; bu nedenle haplarla ve konuşma terapileriyle beni uyuşturmaya çalışıyorlar; pratikteyse, benim için hayatı katlanılabilir kılan yöntemler beni içten içe mutsuz ediyor.

Ruh sağlığının tedavisi pekâlâ çalışanları işlevsel tutmaya devam etmeyi amaçlayan biyo-politik bir kontrole dönüşebiliyor. Mecburi ruh sağlığı kontrolleri ve tedavileri, belki Muhafazakârların neden daha ilerici kalabalıklara konuşurken bu konuyu dillerinden düşürmediklerini anlamamıza yardımcı olur. Ellerinde bu depresyon salgını varken, Muhafazakârlar ruh sağlığı hizmetinin öneminden bahsedip duruyor. Ama ek bir fon önermiyorlar. Dolayısıyla, daha basitçe söylemek gerekirse onların ideolojik açıdan belletmeye çalıştığı şey, sağlığın, işçilerin en verimli mesaiyi yerine getirebilecek kadar ‘kafası yerinde’ olabilmeleri. Ruh sağlığı bozuk kişilerle ilgilenmeyi ise gönüllülük ve hayır işi sektörüne bırakıyorlar.

Benim olumlu bir versiyonum konuşuyor olsaydı, devrimci bir sosyalist olarak mücadeleyi sürdürmek için kendi depresyon tecrübemden iki çıkarım yapmış olurdum. İlk olarak, daha kaliteli ve daha sürdürülebilir hizmetler almak için savaşabiliriz. Ama bu sağlık hizmetini alırken aynı zamanda tıbbi kurumların ruh sağlığımız üzerindeki rolü hakkında da şüpheci olmamız gerekir. Bu şu anlama geliyor; ‘sağlık’ dendiğinde sermayenin güdümünde, mutsuz, son derece yorgun ama hevesli ve iş görür çalışanlar kasteden bir sisteme karşı savaşmalıyız.

Çeviren: İdil Karşıt

Bu yazının orijinali rs21‘de yayınlanmıştır.