Yıkımın faturası kime kesilecek?

6 Şubat günü yaşanan çifte deprem bir anda Türkiye’nin sisteminin net bir fotoğrafını çekti. Artık fay hatlarını ve yapı-inşaat prensiplerini tartışmanın fazla bir anlamı yok. Elbette bunlar da tartışılacak ama asıl tartışma jeoloji, jeofizik ve inşaat mühendisliği alanında değildir. Türkiye’nin iktidarı, rejimi, devleti ve düzeni tartışma konusudur. Hesap vermesi gerekenler de net bir biçimde bellidir.

Büyük toplumsal hareketler gibi büyük doğal afetler de bir toplumun ve o toplumun yönetim biçiminin çok net bir fotoğrafını çeker. Hatta doğal afetler, insan iradesinden bağımsız ve önlenemez oldukları için, daha net göstergelerdir. Oluşan tabloya ve verilen tepkilere bakarız, nasıl yönetildiğimizi ve ne olduğumuzu anlarız, hem de çarpıcı bir biçimde. İşte 6 Şubat günü yaşanan çifte deprem bir anda Türkiye’nin sisteminin net bir fotoğrafını çekti.

Faturayı kime keseceğiz?

Oluşan tablonun faturasını neden hiç duraksamadan ülkenin yönetimine, rejimine ve giderek toplumsal sistemine, düzenine kesiyoruz? Yeminli muhalifler olduğumuz için mi? İktidarla politik karşıtlık içinde bulunduğumuzdan mı? Biz bir bilim dergisiyiz ve konuya nesnel yaklaşmakla, olgulara dayanan bir analiz yapmakla yükümlüyüz.

Örneğin Konya’da bir deprem olsa ve binlerce insan ölse fatura deprembilimcilere, jeologlara, jeofizikçilere kesilebilirdi. Bu yörede bu denli deprem üretebilen faylar varmış, ama sizin haberiniz bile yok, yaptığınız deprem haritaları külliyen yanlış diye hesap sorulabilirdi. Fakat 6 Şubat depremleri tam da bilim insanlarının dikkat çektiği, deprem beklediği ve idarecileri defalarca uyardıkları bir yerde gerçekleşti. Kendi dergimizden bir örnek verelim: İşte Prof. Dr. Haluk Eyidoğan’ın web sitemizde 6 Haziran 2020 tarihinde yayımlanan yazısının başlığı: “Doğu Anadolu Fayı’nın Erkenek ve Pazarcık faylarına dikkat!” Prof. Dr. Naci Görür de defalarca medyada neredeyse nokta atışı yaparak Kahramanmaraş’a dikkat çekmişti. Daha pek çok örnek verilebilir. Demek ki bilim görevini yapmış ve ısrarla uyarmış.

Türkiye, depremselliği çok iyi bilinen bir ülke. Türkiye’nin bir deprem ülkesi olduğu, Anadolu levhasının Arabistan ve Afrika levhaları tarafından sıkıştırılarak burulduğu, bunun tipik fay hatları oluşturduğu, bu yer hareketlerinin yıkıcı depremler oluşturabileceği ve nerelerde oluşturabileceği ayrıntılarına kadar biliniyor. Elbette bu alanda daha çalışılacak çok şey var, bilimsel çalışma bitmez; ama bu kadarı siyasi yöneticiler için yeter de artar bile. Şöyle anlatalım daha iyi anlaşılsın: Her 5-10 yılda bir ülkeye birkaç nükleer bomba atılıyor, nerelere atılabileceği çok iyi biliniyor ve devlet hiçbir tedbir almıyor. Üstelik gidip en yoğun kentlerini, sanayi tesislerini buralara kuruyor. Durum tam da böyledir.

17 Ağustos 1999 Gölcük depremi sırasında ülkenin depremselliği bu denli ayrıntılı bilinmiyordu. Deprembilimi açısından o tarih bir milat oldu. Sadece Türkiyeli bilim insanları değil, Türkiye’nin bulunmaz bir laboratuvar olduğunu gören yabancı deprembilimciler de Türkiye’nin depremselliğini çalıştılar, birçok proje hayata geçirildi, ülkenin deprem haritası güncellendi ve detaylandırıldı. Özellikle İstanbul’u etkiyebilecek Marmara Denizi altındaki fay sistemleri karış karış incelendi. Kısacası, Türkiye’de deprem üretebilecek fay hatları, ne büyüklükte ve hangi periyotlarda deprem üretebilecekleri artık gayet iyi biliniyor. Bundan sonrası bir deprem ülkesi olan Türkiye’yi yöneten siyasi iradenin alması gereken tedbirlere kalmaktadır. İşte bu nedenle oluşan yıkımın faturasını siyasi iradeye ve elbette bu siyasi iradeyi yaratan düzene kesmek durumundayız.  Nerede, ne büyüklükte muhtemel depremler olabileceği bu kadar iyi bilinirken neden böylesi büyük yıkımlar yaşıyoruz, neden ölüyoruz? Bu sorunun yanıtı verilmeli ve hesabı sorulmalı.

Yapı-inşaat mühendisliği alanına geçelim. Türkiye’nin bu alandaki bilgi ve deneyim birikimi de evrensel düzeylerde. Herhangi bir zeminde depreme dayanıklı bir binanın nasıl inşa edilebileceğine ilişkin bilgi birikimine ve yönetmeliklere sahibiz. Mühendis odalarımız bu konuda her türlü uyarıyı yapabiliyorlar ve istenirse her türlü desteği verebilecek donanıma sahipler. Peki, o halde neden her depremde binalarımız çöküyor ve birer tabutluğa dönüşüyor?  Bu alanda fatura kime kesilecek? Bu sorunun da yanıtının verilmesi ve hesabının sorulması gerekmiyor mu?

Bütün bu nedenlerle, artık fay hatlarını ve yapı-inşaat prensiplerini tartışmanın fazla bir anlamı yok. Asıl tartışma jeoloji, jeofizik ve inşaat mühendisliği alanında değildir. Türkiye’nin iktidarı, rejimi, devleti ve düzeni tartışma konusudur. Hesap vermesi gerekenler de net bir biçimde bellidir.

Faturayı Allah’a havale etmeye çalışanlar

Dindarlarla bir derdimiz yok, değerli halkımızın parçası. Ama dincilerle, din alıp satanlarla, dini paravan olarak kullananlarla, siyasete alet edenlerle, siyasal İslamcılarla kavgalıyız. Çünkü onlar yüzyıllar öncesinde kalmış kader-fıtrat palavralarıyla faturayı Allah’a havale edip kendi suçlarını örtmeye çalışıyorlar. Din çakallarıdır (çakallardan özür dileyerek, bir deyim anlamında) bunlar!

Deprem gibi büyük doğal afetler “dünya işleri” ile ilgilidir. “Din işleri” ile “dünya işleri”nin neden birbirinden ayrılması gerektiğinin en çarpıcı örneklerindendir. Doğanın dini-imanı yoktur, kendi yasaları doğrultusunda işler. Doğal olgular din ile değil; bilim ve teknolojiyle (doğa yasalarını keşfedip ona uygun davranış geliştirerek) anlaşılabilir. Dolayısıyla doğal bir olgu karşısında “doğa işleri” ile “din işleri”ni karıştırmamak gerekir.

Arama-kurtarma çalışmalarının yetersizliği karşısında “Nerede bu devlet?” diye isyan eden kişi seküler (laik) bir talepte bulunmaktadır. Çünkü kurtarıcı olması gereken Tanrı değil, devlettir.

Yakını enkaz altından çıkarıldığında, onu kurtaran profesyonel ekibe minnetle sarılan kişi de doğal olarak seküler (laik) bir tutum almaktadır. Çünkü yakınını kurtaran Tanrı değil, o profesyonellerin bilimsel çabasıdır.

Yakını enkaz altında kalan kişiye “Allah kurtarsın” diyebilir misiniz? Hele bir deyin! Onu ancak profesyonel bilimsel çaba kurtarabilir. O halde, Allah-ü ekber değil ilim-ü ekber!

Öte yandan bir çuval parayla yurtdışına kaçarken enselenen müteahhit de son derece seküler bir tutum almaktadır. Binanın çökmesinin sorumlusunun kim olduğunu o da çok iyi bilmektedir.
Doğal afetler insanı doğal olarak seküler yapar. Bunu bilince çıkarır veya çıkaramaz, o çok “toplumsal” bir konu… Tam da bu noktada egemenler araya girip suçu Tanrı’ya havale etmeye çalışırlar. Tanrı, egemenlerin günah keçisidir.

Bunca yıkımın ve can kaybının sorumluluğunu Tanrı’ya havale edip aradan sıyrılmaya çalışanlara artık izin vermemeliyiz. Canımızı ve canlarımızı kurtarmak için.

Piyasa mı doğal, dayanışma ve paylaşma mı?

Konuyu “dünya işleri” düzleminde ele alıp tartışmaya başladığımızda, karşımızda tüm çıplaklığı ve vahşiliğiyle piyasa ilişkilerini, kapitalizmi buluruz. Türkiye’nin depremselliğinin çok iyi bilinmesine ve uluslararası düzeyde yapı-denetim yönetmeliklerine sahip olmamıza karşın, bu denli yıkımın ve can kaybının nedeni nedir, neden bilimin çıkarımlarına uygun uygulamalar yapılamıyor diye sorduğumuzda işte bu noktaya geliyoruz. Bilim ile toplum arasına -Tanrı’dan sonra- bir diğer kama girmiştir. Oldukça seküler (dünyevi)  bir kama: Piyasa ilişkileri ve kâr hırsı, kısaca kapitalizm.

Kapitalist ideologlar bize piyasa ilişkilerinin insan doğasına en uygun sistem olduğunu vazeder. Onlara göre kapitalist ilişkiler “doğal”dır. Öyle mi? İşte en gerçeğinden doğallığı yaşıyoruz. Büyük doğal afetler sırasında ve sonrasında yaşananlar, insanlar açısından neyin doğal olup olmadığını net olarak ortaya çıkarır. Yaptığınız çorbayı depremzedelere parayla satabilir misiniz? Gönderdiğiniz gıda ve giyecek malzemeleri için, çadır için para talep edebilir misiniz? Enkaz altındakileri kurtarmak için araziye koşan maden işçileri ek mesai ücreti mi talep ediyorlar? Can kurtarmanın bir fiyatı var mıdır?

Doğal afetler, insanı insan yapar. Piyasa ilişkilerinin nasıl bir yabancılaşma olduğunu, doğal insan ilişkilerine nasıl aykırı/yabancı olduğunu tüm çıplaklığıyla ortaya koyar. İnsan, insanın kurdu mudur (çakallardan sonra kurtlardan da özür diliyoruz, bir deyim olarak yazıyoruz)? Yoksa insan insanın kurtarıcısı mıdır? Piyasa mı doğaldır, dayanışma ve paylaşma mı? İnsan hangisiyle ayakta kalabilir, türünü devam ettirebilir? Piyasayla mı karşılıksız emekle mi? En doğal ilişkiye bakalım; anne ile çocuğu arasındaki ilişkiye… Anne, sütünü bebeğine satıyor mu?

Evet, doğal afetlerin sıcaklığı içinde “komünist” oluyoruz. Peki, öncesinde ve sonrasında? Değiliz; ama bunun bedelini on binlerce can ile ödüyoruz!

Türkiye’nin egemen sisteminin adı kapitalizmdir. Kapitalizm, sınırsız sömürü demektir. Sömürü, ancak emekçilerin örgütlü mücadelesiyle sınırlanabilir ve “toplum sözleşmesi” dediğimiz bazı kurallara kavuşabilir. Eğer emekçiler örgütsüzse, haklarını koruma ve genişletme, toplum sözleşmesine etki etme gücünden yoksunlarsa, kapitalizmin saf haliyle karşılaşırız, yani vahşi kapitalizmle.

Vahşi kapitalizmde çok daha çapraşık bir sınıf mücadelesi yaşanır. Çünkü vahşilik tepedeki burjuvalardan alttaki emekçi kesimlere ve lümpen proletarya denilen emekçileşemeyen kesimlere de yayılır; herkes vahşileşir. Vahşi kapitalizm, deyim yerindeyse bir can pazarıdır. Hiçbir şey kurallı değildir; her şey serbesttir, toplumun tüm kesimleri için… Vahşi kapitalizm kapitalizmin özgürlüğüdür; özgür kapitalizmdir. Siyasal İslam iktidarı altında bugün Türkiye’de yaşanan budur.

Örneğin “imar affı” veya “imar barışı” deniler şey tam da vahşi kapitalizmin uygulamalarıdır. Bilindiği gibi iktidar tarafından marifetmiş gibi propaganda edilmiş ve yürürlüğe sokulmuştur. Yani “İstediğin gibi çalıp çırpabilirsin, bilimsel kurallara uymayabilirsin, seni affedeceğim, seninle barışacağım” demektir. Yaşanılan yıkım, “imar affı”nın sonucudur. İmar affını çıkardıktan sonra hiçbir müteahhidi suçlayamazsınız; çünkü daha baştan genel af ilan etmişsinizdir.

Büyük doğal afet süreçlerinde iki karşıt sistem uç noktalarıyla, somut sonuçlarıyla karşı karşıya gelir: En vahşisinden kapitalizm ile en çıplak haliyle komünizm (kamuculuk, dayanışma, paylaşma, karşılıksız emek). İkisinden birini seçeceğiz ey halkım… Sistemi değiştiremesek dahi, en azından sistemin vahşiliğini engellemek ve bazı kurallar getirebilmek için… Oturduğumuz evler tepemize çöktükten ve canlarımızı yitirdikten sonra hangisini seçtiğimiz belli. Feryatlarımızdan anlaşılıyor. Peki, öncesinde ve sonrasında?

Henüz yıkılmamış ama her an yıkılabilecek olan İstanbullular, Marmaralılar, hangisini seçeceksiniz? “Doğanıza” hangisi uygun? Seçin “doğallığınızı”. Çocuklarınızı (yani karşılıksız emek verdiğiniz kişileri, geleceğinizi) düşünerek bir seçim yapmanızı öneririm.
Vahşi kapitalizm, sadece modernitenin değil, insanın kültürel evriminin de reddidir. İnsan dışındaki hayvanların vahşiliği doğaldır. Ama kültürel evrim yaşayarak kendini diğer hayvanlardan ayıran insanın vahşiliği doğal değil, yanılsamadır, geri düşüştür; hatta günümüzde egemenlerin dayatmasıdır.

Nerede bu devlet? Orada o devlet!

Büyük bir doğal afet yaşayan herkesin temel çağrısı ve talebi budur: Nerede bu devlet? Kimse “nerede bu kapitalistler?” diye bağırmaz. Devleti çağırır; çünkü devlet toplum sözleşmesinin vücut bulmuş halidir, öyle olmalıdır. Müteahhit veya burjuva “kerim” olmayabilir; ama devlet “kerim” olmalıdır. Öyle mi? Peki, nerede bu “kerim devlet”?

“Nerede bu devlet?” talebinin yanılgısı şurada: Devlet yok değildi; tam da oradaydı. Devletin geciktiği söyleniyor, yanlış; devlet -bırakın gecikmeyi- aylar ve yıllar öncesinde oradaydı. Siyaset-müteahhit saltanatıyla oradaydı, imar barışıyla oradaydı, kaçak yapılara verdiği izinlerle oradaydı, bilimdışı şehirciliği ile oradaydı… Devleti arıyorsanız, o dümdüz olmuş binalara ve enkaza bakacaksınız. O binaları devlet karşıtları mı yaptı? O binayı yapan müteahhit iznini hangi devletten aldı? Katliama davet anlamına gelen imar aflarını hangi devlet çıkardı? Dere yataklarına, dolgu alanlarına kat kat bina yapma izinleri hangi devlet tarafından verildi? Hangi devlet, çok iyi bilinen ve her an deprem üretebilecek olan fay hatlarının üzerine en büyük kentlerini ve sanayi tesislerini kurdu? Türkiye’nin bir doğal afet ve deprem ülkesi olduğu bu kadar iyi bilinirken, gerekli tedbirleri almayı devlet karşıtları mı engelledi?

Devlet, ortaya çıktığından beri egemen sınıfların aparatıdır. O halde analiz edilmesi gereken, devletin hangi sınıfların devleti olduğudur. Soyut bir devlet yok; devleti çağırırken kimi çağırdığımızı bilmemiz gerekir. Katillerimizi de çağırıyor olabiliriz.

Elbette çağırdığımız devlet sosyal devlettir; bilimsel düşünceyi ilke edinmiş devlettir; toplumun çıkarını öne alan, acısını paylaşan ve hafifletmeye çalışan devlettir. Peki, günümüzde böyle bir devlet var mıdır, kalmış mıdır? İnanılmaz acılar yaşayan bir halkın çadır talebine dahi “be ahlaksızlar, be namussuzlar, be adiler” diye saldıran bir devlet ile karşı karşıyayız. Depremzedeye çadır satan bir devletle karşı karşıyayız.

Neo-liberal dönemin devleti, özellikle bizim gibi modernite birikiminin zayıf olduğu, toplumsal örgütlenmenin dibe vurduğu ülkelerde saf haline kavuşur. Devlet kendiliğinden “kerim” olmaz; onu kerimleştiren halkın örgütlü mücadelesidir. Bu mücadele elde ettiği kazanımlarla devleti kerimleştirebilir, sosyalleştirebilir. Bu mücadele zayıfsa, bugün net olarak gördüğümüz devletin gerçek kimliği ortaya çıkar.

Devletin beceriksizliğinden, yetersizliğinden, örgütsüzlüğünden, basiretsizliğinden, gecikmesinden dem vuruluyor. Öyle mi? Hele bir sokağa çıkıp yürüyüş yapmaya kalkın, devleti anında (hatta sizden önce ve sizden kalabalık) tüm zor aygıtlarıyla karşınızda görürsünüz. Hiçbir beceriksizlik, yetersizlik göstermeyecek, hiç gecikmeyecektir. Deprem bölgesine ancak iki gün sonra gelebilen devlet, eğer Hatay’da veya Maraş’ta bir toplumsal hareketlilik olsaydı anında orada olurdu. Çünkü neo-liberal devlet, vahşi kapitalizmin mekanizmalarını sınırsızca ve fütursuzca işletmek için örgütlenmiştir; halka karşı örgütlenmiştir. Tepkilerini bu konuma ve güdüye göre verir. Halka saldırmakta son derece becerikli olan devlet ile halkı savunmakta son derece “beceriksiz” olan devlet aynı devlettir.
O halde “Nerede bu devlet?” diye sitem edebileceğimiz ve talepte bulunabileceğimiz, talepte bulunduğumuzda küfretmeyen ve utanabilen bir devlet oluşturmak zorundayız. Günümüz Türkiye’sine özgü neo-liberal devlet böyle bir devlet değildir; halk diye bir sorunu yoktur. Ve artık öyle bir noktaya gelinmiştir ki, ufak tefek tedbirlerle, hükümet değişiklikleriyle, restorasyonlarla düzeltilemeyecek bir devlet vardır. Tıpkı 1923’te olduğu gibi devleti yeni baştan kurmak durumundayız. Bu da üretim ilişkilerine, bölüşüm ilişkilerine köklü bir müdahaleyle olanaklıdır ancak. Kısacası, sorun sistem sorunudur.

AKP’nin paralel toplumu ve toplumsal yarılma

Türkiye’nin toplumsal sözleşmesini yitirdiğini yazıyorduk bir süredir. Bunun ne anlama geldiğini, ne gibi sonuçları olabileceğini yaşadığımız deprem çok çarpıcı bir biçimde gösterdi.
Sorun sadece AKP iktidarının cumhuriyetin on yıllar boyu oluşturduğu kurumların içini boşaltması, lağvetmesi olsaydı nispeten kolay çözülebilirdi. Sorun sadece “yanlış politikalar” sorunu olsaydı nispeten kolay çözülürdü.

20 yıllık AKP iktidarı sadece ekonomik, politik sorunlar yaratmadı; bir toplumsal (yapısal) sorun yarattı. Türkiye’de bir “paralel toplum” oluştu. Bu, paralel devlet girişimlerinden çok daha ciddi bir sorundur.

40 yıldır süren bir savaşın nedeni olan Kürt sorunu bile bu çapta bir “paralel toplum” oluşturamadı. Silahlı güçler savaşıyor belki ama Türkler ve Kürtler bir arada yaşamaya devam ediyorlar ve bu yönde bir irade gösteriyorlar.

Ama farklı yüzyıllar bir arada yaşayamaz. Bilimsel düşünce ve seküler yaşam tarzı ile dinsel düşünce ve dini referanslara göre düzenlenmiş bir yaşam tarzı bir arada yaşayamaz. Kullardan oluşan ümmet topluluğu ile özgür bireylerden oluşan yurttaşlar toplumu barış içinde bir arada yaşayamaz. Türkiye İslam ile halkın dinsel inançları ile barışık yaşayabilir, bu çelişkiyi kültürel bir sorun olarak zamana yayabilir ama siyasal İslam ile barışık yaşayamaz. Bu tür girişimler önce bir “toplumsal dayatma” ve giderek bir “toplumsal yarılma” yaratır, toplumsal sözleşmeyi parçalar ve bugün bu yarılmayı/parçalanmayı yaşıyoruz.

AKP iktidarı -özellikle başkanlık sisteminin yürürlüğe girmesinden sonra- artık bir Türkiye iktidarı değildir; kendi yarattığı paralel toplumun iktidarıdır. Mevcut iktidar toplumun çoğunluğuna düşman hukuku uygulamaktadır ve sanki bir işgal kuvveti gibi davranmaktadır. Toplumun önemli bir bölümünü “kâfir” olarak görmekte, onlara karşı “cihat” açmakta ve toplumun zenginliklerine yağmalanabilecek bir “ganimet” gözüyle bakmaktadır (Bu noktada siyasal İslam ile vahşi-mafyatik kapitalizmin nasıl uyum sağladığını görebiliriz). Bu anlamda meşruiyeti de tartışma konusudur.

AKP iktidarı, yaşamını devam ettirebilmek için ulufelere muhtaç bir dilenciler topluluğu yarattı. Hakları ve sorumlulukları olan bir yurttaşlar topluluğu değil, yaşamını ancak ulufelerle sürdürebilecek kullar topluluğu…

Bu iktidar yıkılmalıdır ve kullar yeniden yurttaş haline getirilmelidir. Bu da bir demokratik devrim meselesidir. Türkiye bunu daha önce yaptı, ciddi bir birikimi var ve yeniden yapabilir. Dahası bu kez -geçmişten ders alıp ve günün koşullarını değerlendirerek- emek unsurunu ön plana çıkararak…

Yeni bir toplumsal sözleşme oluşturmanın başka bir çaresi yok. Yoksa ciddi bir parçalanma ve dağılma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır Türkiye toplumu. Depremin gösterdiği çıplak gerçek budur.

Örgütlü toplum, ama nasıl?

Deprem sadece nasıl bir devlet sorununu ortaya çıkarmadı, örgütlü bir toplum sorununu da gündeme soktu. Örgütlü bir toplum olmalıyız; ama nasıl?

İki tür örgütlülük var.

Biri, örgütlenmiş insanların inisiyatiflerini törpüleyen, hareketsiz bırakan, aklını ve bilincini körelten, en tepeye bağımlı kılan, sorgulamayı reddeden, kişiyi depolitize eden sürü örgütlenmesi. Evet, sürü de bir örgüttür. Sömürücü egemen sınıfların örgütlülük anlayışı böyledir; onların işine böylesi gelir

Diğeri ise, örgütlenen bireylerin sonsuz çeşitlilikteki birikimlerinin ve yeteneklerinin önünü açan, onların inisiyatiflerinden beslenen, sorgulama kanallarını giderek genişleten, kişiyi politize eden demokratik ve modern örgütlenme biçimi. Demokrasi başıbozukluk değildir; tam tersine kişinin kendi özgün pratiğine, gönüllülüğe, dayanışmaya ve paylaşmaya dayandığı ve bunlardan beslendiği için çok daha sağlam bir organizasyona ve hedefe kilitlenmeye yol açar.

Sanılır ki, savaş gibi, doğal afetler gibi kritik olaylarda sürü tipi örgütlenme, katı bir emir-komuta zinciri gereklidir. Tam tersi! Böyle davranan ordular, işler iyi giderken, zaferler kazanılırken güttükleri sürülerle başarı kazanırmış gibi görülürler. Ama en ufak bir tökezlemede, esneklik ve inisiyatif gerektiren durumlarda hareketsiz, akılsız kalırlar ve yenilirler.

Sürü örgütlenmesi her düzeyde yalakalar yaratır. Demokratik örgütlenme ise özgür ve bilinçli bireyler.

Yaşadığımız deprem süreci, bu iki tür örgütlenmeden hangisinin daha başarılı olduğunu çıplak bir biçimde gösterdi. En kritik iki günü (dolayısıyla binlerce canı) neden kaybettik? Toplum bir tepki vermeseydi ve dayanışma içinde yardıma koşmasaydı halimiz nice olurdu, daha kaç can yitirirdik? Tek adama bağımlı sürü örgütlenmesinin ne kadar ilkel bir örgütlenme biçimi olduğu net olarak ortaya çıkmadı mı?

Bu tür büyük afetlerde toplum, bütün kesim ve kurumlarıyla sınavdan geçer. Kocaman bir turnusol kâğıdıdır böyle olaylar. İlginçtir ama büyük çöküşler ve geri düşüşler de, büyük çıkışlar ve ileri atılımlar da böyle süreçlerle oluşur. Bu tür olaylara verilen toplumsal tepkinin niteliği, toplumun gelecekteki niteliğini de belirler.

İnsanoğlunun en büyük buluşlarından biridir örgüt. Ama örgütün de bir evrimi var. Sürüden, kulluktan demokratik örgütlenmeye; ümmetten, yurttaşlar toplumuna…

Bir sürü ve ümmet topluluğu olmaktan kurtulup, örgütlü, politik ve demokratik bir toplum olmaya, bir özgür bireyler toplumu olmaya mecburuz.

Canımızı ve canlarımızı kurtarabilmek için bile…

Temel perspektifler: Bilimsel düşünce, kamuculuk, toplumculuk

Yaşadığımız deprem bağlamında ne gibi gelecek perspektifleri geliştirebiliriz? Uzun uzun tartışacağız ama şimdilik bazı formüller oluşturmaya çalışalım:

– Deprem bir doğa olayıdır. Takdir-i ilahi değildir.

– Depremlerin yıkıcılığı kader değildir. Bilimsel yöntemlerle azaltılabilir.

– Türkiye bir deprem ülkesidir. Toplumsal sistem her boyutuyla bu çıplak gerçeğe uygun olarak oluşturulmalıdır.

– Türkiye’nin deprem tehdidi altındaki bölgeleri bellidir. Düzenleme ve hazırlık buna göre yapılmalıdır.

– Depreme dayanıklı (en azından can kaybı yaratmayacak) binalar yapılabilir.

– Depreme hazırlık kamusal bir meseledir; piyasa koşullarına terkedilemez.

– Devlet, depreme hazırlık ve halkı savunma perspektifiyle örgütlenmelidir.

– Devletin örgütlenmesi yetmez; toplum da deprem tehlikesine göre örgütlenmeli ve toplumsal bir deprem bilinci edinilmelidir.

Bugünkü iktidar bütün bu temel perspektiflere karşı. Umarız bu yaşadığımız son AKP katliamı olur.

Kaynak: Bilim ve Gerçek

Ender HELVACIOĞLU
Latest posts by Ender HELVACIOĞLU (see all)