İlk İnsan Kabilelerinde Akrabalık Soyun Anneden Kızına Aktarılmasına Dayanıyordu

2. Bölüm

Tarihsel kanıtlara bakıldığında ise siyasi tutkuların da bu kararda mühim bir rol oynadığı, nihayetinde son kararın da bu tutkular üzerinden verildiği netleşir. “İlksel hafifmeşreplik” konusuna gelince, Engels şöyle der: “Son zamanlarda insanlığın cinsel yaşamının bu ilk evresinin varoluşunu inkâr etmek moda oldu. Amaç ise insanlığı bu “utanç”tan kurtarmak.[12] Burada atıfta bulunulan, çiftlerin evlenmesini ve aileyi savunan, daha sonrasında genç Malinowski’ye ilham verecek olan akademisyen Edward Westermarck’tır. Westermarck, ‘ilksel hafifmeşrepliği’ modern fahişelikle bağdaştırarak bu kurama karşı kamuoyu oluşturmayı tercih etmişti. Buna dair Engels şöyle der: “Bana kalırsa, meseleyi genelev piyesleri üzerinden ele aldığımız müddetçe ilksel koşullara dair herhangi bir fikir oluşturmak imkânsız görünüyor[13].

Ancak Engels’in Morgan’ın bulgularını sosyalist kanona dahil etmesiyle birlikte kimse bu konularda nötr bir biçimde yazamaz hale geldi. Morgan’ın Kadim Toplum’u, Amerikan etnograf Robert Lowie’nin daha sonra belirttiği üzere, ‘Marx ve Engels’in dikkatini çekti. Onlar, Morgan’ın evrim üzerine doktrinlerinin kendi felsefeleriyle uyum içinde olduğunu düşünerek bu görüşleri popülerleştirdi. Sonuç olarak, Morgan derhal pek çok Avrupa diline çevrildi, Alman işçi sınıfına mensup kişiler, zaman zaman, proleter devrimle öyle açık seçik bir bağlantısı olmayan akrabalık ilişkilerini ifade ederken tekinsiz bir biçimde Hawai ve Iroquois modellerine benzer ifadeler kullandı.[14]

Engels’in bu desteğiyle birlikte Morgan’ın kuramının zamanın merkezi ihtilafında zayiat olması işten değildi. Sosyal antropologlar, disiplinlerinin Marksizmden tamamen bağımsız olarak şekillendiğini hayal etmekten keyif alabilirler. Aslında bu disiplinin bilhassa Engels ve Marx’ın fikirlerine karşı bir tepki olarak biçimlendiğini söylemek daha doğru olacaktır. “Morgan’ın şemasının komünist doktrine dahil olmasıyla birlikte” der Marvin Harris, “kendi mücadelesini vermekte olan antropoloji bilimi, yirminci yüzyılın eşiğini aşarken hayatta kalmak ve refah içinde gelişmek üzere net bir emre itaat etti: Morgan’ın şemasını ifşa et ve temellendiği yöntemi çürüt[15].”

Atlantik’in her iki yakasında da Morgan’ın fikirlerinin entelektüel liyakatine karşın ‘grup halinde anneliğin’ her halükârda kabul edilemeyecek kadar tehlikeli bir kavram olduğuna dair yaygın bir konsensüs oluştu. Malinowski bir radyo yayınında bu görüşü şöyle açıklıyor:

“Bachofen’den itibaren koca bir antropoloji ekolü, soyun anneden kızına aktarıldığı klanın ilk ailevi kurum olduğunu ifade etmişti…Bana kalırsa, sizin de bildiğiniz gibi, bu tamamen yanlıştır. Böylesi bir fikir, ciddiye alınıp modern koşullara uyarlanması halinde oldukça tehlikeli bir hal alır. Modern devrimci eğilimlerin en yıkıcı unsurunun ebeveynliğin kolektif olarak icra edilebileceğini öne süren fikir olduğuna inanıyorum. Toplumumuzun asli unsuru olarak çekirdek aileyi ortadan kaldırırsak öyle bir toplumsal felaketle karşı karşıya kalırız ki yanında Fransız devriminin beraberinde getirdiği toplumsal ayaklanma ve Bolşevizmin beraberinde getirdiği değişimler önemsiz kalır. O halde grup halinde anneliğin gerçekten var olmuş olan bir kurum olup olmadığı, insan doğasına ve toplumsal düzene uygun bir düzenleme olup olmadığı sorusunun pratikte çok ciddi çıkarımları vardır[16].”

Malinowski, bir yandan ‘ideolojiyi’ kınarken, diğer yandan ‘evliliğin ve ailenin insan toplumunun temelleri olduğunu, olageldiğini ve öyle kalacağını kanıtlamanın akademisyen olarak görevi olduğunu’ düşünmüştür[17]. “Çiftlerin evlenmesinin -Westermarck’ın ve benim kullandığım anlamda tek eşliliğin- kadim olduğunda” ısrar etmiştir[18]. Finlandiyalı evlilik tarihçisinin ‘çiftlerin evlenmesinin’ aynı zamanda şempanze ve gorillerde de görüldüğünü, insanlarda evliliğin primat bir atadan miras kaldığını söylediğini anımsamak iyi olacaktır.

Malinowski’nin ‘tek eşliliğin’ ‘kadim’ olması gerektiği iddiası şuna benzer beyanlarla pek uyuşmaz: “Evliliğin ‘kökenlerine’ dair spekülasyonlara dolaylı yoldan bile katkı sunmaktansa bunlara soğuk yaklaşmayı tercih ederim[19].” Burada Malinowski’nin insanlarda akrabalığa dair ‘ilksel duruma” ilişkin fikrini belirtirken bir yandan da kendini evrimsel araştırmadan ayrıştırması çarpıcıdır. Yirminci yüzyılın büyük bir kısmında, Adam Kuper’in de kaydettiği gibi, ‘kökenlere’ veya ‘ilksel durumlara’ dair varsayımları, bunları gerekçelendirme gereği duymadan kapma stratejisi, fiilen her ekolden antropologlar arasında popüler olmuştu[20].

KWAKIUTL YERLİLERİ

ABD’de Franz Boas, başlarda soyun tarihsel olarak önce anadan-kızına daha sonra babadan-oğluna geçtiğini öne süren sistemlere dayanan Bachofen-Morgan şemasını kabul etmişti. Bu görüşü desteklemek üzere, “soyun babadan-oğula aktarıldığı sistemlerden anadan-kızına aktarıldığı sistemlere doğrudan geçiş yapıldığına dair tarihsel olarak kanıtlanmış, hatta çıkarımsal olarak ihtimal dahilinde olan vakaların mevcut olmaması” gösterilir[21]. Ancak Boas daha sonra tek bir istisna dahi bulabilse Morgan’ı çürütebileceğine inanır.

Vancouver Adası’nda, Kwakiutl yerlileri numaym adı verilen gruplar halinde organize olurlar, Boas bunu ilk olarak ‘klan’ veya ‘soy ağacı’ olarak çevirir. Burada tutarlı bir soy aktarma kuralının olmadığını açıklar: “Çocuk doğuştan babasının veya anasının soy ağacına ait değildir ama babasının, annesinin, büyük anne-babasının veya onların anne-babasının ait olduğu herhangi bir soy ağacına mensup edilebilirler[22].” Ancak altı yıl sonra Boas fikrini değiştirir ve numaym’ı artık, ‘sadece koca vasıtasıyla temin edilen’ ‘tamamen dişil bir soy aktarım yasası’na’ atfeder[23]. Ancak soyun tamamen babadan-oğula aktarıldığı bir sistemden tamamen anadan-kızına aktarıldığı bir sisteme geçişe biraz olsun uymayan her şey hala Morgan’ın evrimci şemasının kabul edilmesine izin verebilirdi. Boas, gereken kategorik formülasyonları layığıyla sağlamıştı. Kwakiutl ‘tamamen dişil bir soy ağacı yasasına’ sahip olsa da artık Boas’a göre ‘organizasyon bir zamanlar soyun babadan-oğula aktarılmasına dayanmış olmalıydı.[24]” Böylece ilk olarak, Morgan’ın öne sürdüğü güzergahın tersi yönde değişen tek-yönlü bir soy aktarım sistemi bulunmuş oldu.

Robert Lowie’nin iyi dostu ve hocası Franz Boas’a sadakatini sorgulamak güçtür. Ancak 1914’te onun bu şevkli müridi dahi Vancouver Adası’ndan elde edilen verilerin bu vakaya uydurulmak üzere esnetildiğini kabul etmişti. “Kwakiutl’ye dair gerçekler oldukça ilginç olsa da kendilerine atfedilen kuramsal öneme sahip oldukları oldukça şüphelidir” der[25]. Daha da sakil olan şey ise Boas’ın tüm argümanının dayandığı Kwakiutl numaym gruplaşmalarının hiç de öyle tek-yönlü soy aktarım grupları olmamasıydı. Ne ‘anadan-kıza’ ne de ‘babadan-oğula’ terimleri bu sistemlere uygulanabilen kavramlardı. Lowie’nin dediği gibi “bu nedenlerden ötürü, ‘Kwakiutl’ların koşulları, bu fikre dayanak olabilecek bir vaka gibi görünmez.” Ancak böylesi akademik şerhler, Boas’ın veya öğrencilerinin bu miti yaymalarına mâni olmaya yetmedi. Tarihçi Marvin Harris’in bu utanç veren vakaya dair incelemesinde dediği üzere, ‘Boas’ın numaym’ı ele alışının uyandırdığı aşırı ilgi, ‘Onun ve öğrencilerinin bu vakayı soyun anadan-kızına aktarıldığı sistemlerden babadan-oğula aktarıldığı sistemlere geçiş yapıldığının evrensel olarak kabul görme eğilimini çürütmek ve bütün bir tarihsel belirlenimci konumu itibarsızlaştırmak için kullanmasından kaynaklanır. Bu tek ve oldukça noksan vaka temelinde, Columbia’da Schermerhorn salonunda, derslerinde, kulaktan kulağa, makalelerde ve metinlerde, Boas’ın soyun babadan oğula aktarılmasının ardından anadan-kızına aktarılmasının gelmesi ihtimalinin aksi kadar muhtemel olduğunu öne süren sorgulanmayan dogmayı giderek yaygınlaştırıldı [26].”

‘ANNE’NİN ERKEK KARDEŞİ’

Bu arada, Atlantik’te, A. R. Radcliffe-Brown, ‘Güney Afrika’da annenin erkek kardeşi’ isimli meşhur makalesiyle duruma müdahale etti[27]. Bu müdahale sayesinde, -en azından Britanyalı yapısal-işlevci antropologlar- genel bir kabul üzerinden, annenin erkek kardeşiyle ilişkisinin babadan-oğula geçen toplumlarda, soyun anadan-kıza geçtiği daha eski bir toplumsal evreden kaldığını öne süren evrimci kuramı sonsuza dek hasır altı etti. Radcliffe-Brown’un hedefi bilhassa Mozambik Thonga toplumu üzerine detaylı bir tezdi.[28] Aşağıdaki fikirlerin ise belli ki açıklanması gerekiyordu:

  • Klan üyeliğini babalarından miras almalarına rağmen, Thonga çocukları, sütten kesildikten sonra annelerinin erkek kardeşlerinin köyüne yaşamaya giderlerdi.
  • Baba soyundan vasisi olmayan bir adam, konutunda bir kız kardeşinin kalmasını isteyebilirdi, bu durumunda kadının çocuğu onun soyunu devam ettirirdi.
  • Bir erkeğin baba soyundan vasileri olmasına rağmen, kız kardeşlerinin oğulları onun mülkünden mallar üzerinde hak talebinde bulunabilirdi.
  • Anne tarafından dayı, bir kız kardeşinin aldığı başlık parasından pay alırdı.
  • Anne tarafından dayı -baba tarafından amca değil- genç bir adamın yaşamını değiştiren kriz anlarına dair törenlerde kurban ritüelini yönetirdi.

Bizzat Henri Junod, yukarıdaki unsurların, Thonga’larda soyun doğrudan babadan-oğula aktarılmadığını açıkça gösterdiğini, soyun anadan-kızına aktarıldığı bir sistemden babadan-oğula aktarıldığı bir sisteme -kimi zaman ihtilaflı- ve zorluklarla dolu geçiş sürecine dahil olduklarını düşünmüştü. Radcliffe-Brown’a göre ise böylesi ‘sahte bir tarihin’ çürütülmesine ihtiyaç duyulması bile izahtan varesteydi. Sosyal bir sistemin çeşitli bileşenleri daha ziyade yapısalcı-işlevsel terimlerle açıklanmalıydı: yani, fizik veya kimya modellerine dair sabit yasalar öne sürerek.

Artık o meşhur yapısal işlevci açıklamasını sunuyordu. Annenin erkek kardeşinin Thonga’larda (veya Tsonga) çocuğun yetiştirilmesine dahil oluşunun, geçmiş veya mevcut ana-soylu sistemle hiçbir ilgisi yoktu. Bu sadece sabit ve değişmez bir ilkenin ifadesiydi: ‘kardeşler arası denklik’ ilkesi. Kadın ve erkek kardeş denk olduklarından, herhangi bir insan evladının annesine dönük hisleri doğal olarak onun kardeşini de içerme eğiliminde olacaktı. Radcliffe-Brown, bu evrensel fiziksel mekanizmaya ‘hislerin genişlemesi’ adını verdi ve bir iki gözlemle birlikte artık her şeyin yeterince açıklandığı sonucuna vardı.

Şu anda sahip olduğumuz tecrübenin de sunduğu katkılar sayesinde, bu kısa makaleden ne anlamalı? Soyun anadan-kızına aktarıldığı sistemlerle babadan-oğullarına aktarıldığı sistemlerin bazı temel unsurlarını anımsatarak bunu açıklamaya başlayayım. Her şeyin temelinde, bir kadın için bu iki alternatif arasında bir tercih yapılması gerçeği yer alır. Çocuklarının yaşamında erkek kardeşini ön plana almak, kocasını ikinci plana atması demektir; tersinden kocasını ön plana alacak olsa, erkek kardeşinin ikincil olması gerekir. Her şey işte bu kadar basittir: temel ilke olarak kız ve erkek kardeşlerin birliğini ya da karı-koca arasındaki birliği seçebilirsiniz, her ikisine de aynı anda sahip olamazsınız.

Buradan yola çıkarak, erkek ve kız kardeş arasındaki birliğin ‘evrensel bir sosyolojik ilke’ olamayacağı ihtimali öne sürülür. Soyun anadan-kıza aktarılması, erkek ve kız kardeşin birliğini varsayar; soyun babadan-oğula aktarılması ise tam tersini. En saf halinde, erkeklerin kız kardeşlerini bırakmalarını, bunun yerine karılarının sadakatini denetlemelerini gerektirir. Kocanın haklarının ön planda olduğu yerde, kadın doğurganlığı üzerindeki kontrolü ona ve akrabalarına teslim eder, böylece erkek kardeşiyle olan bağı zayıflar, kocasının çocuğunun babası olduğunu temin eder, dolayısıyla soyun babadan-oğula geçmesi teşvik edilir.

Evliliğin ardından bir kadının erkek kardeşiyle kalmayı tercih ettiğini varsayalım. Bu ancak kocasıyla bağı pahasına yaşanabilir, bu durumda kocanın kesin olarak çocuğun babası olması söz konusu değildir artık, dolayısıyla soyun anadan-kıza geçmesi teşvik edilir. Özetle: Radcliffe-Brown’un soyun anadan-kızına geçtiği yapıya alternatif olarak sunduğu tek yapı -yani erkek ve kız kardeş arasında dayanışma- bizzat bu kompleksin bir eşdeğişkeni olur. Annenin erkek kardeşiyle ilişkisinin açıklaması olarak ‘erkek ve kız kardeş arasında dayanışma’ çağrışımında bulunmak, soyun anadan-kıza aktarıldığı yapının bir vasfına çağrışım yapmak ama bunu başka bir ad altında gizlemektir.

Ünlü karşılaştırmalı antropolog G. P. Murdock, uzun zaman önce, Radcliffe-Brown’un bütün yaklaşımını alaya almıştır:

‘İlk olarak, sözde ilkeleri, nedensel kuvvetler şeklinde cisim bulmuş sözlerden başka bir şey değildir. İkinci olarak, ‘erkek kardeşler arası denklik’ ve ‘toplumsal entegrasyon zorunluluğu’ gibi kavramlar, değişen koşullar altında olgular arasında ilişkilere dair hiçbir şey ifade etmez, dolayısıyla sahici bilimsel yasaların tam tersi bir konumda yer alırlar.[29]” 

Kesinlikle.

İroniktir, Murdock’un buna müteakip Thonga üzerine araştırmaları, tıpkı Junod’un en başında öne sürdüğü üzere, bu toplumun gerçekten de soyun anadan geldiği bir sistemden babadan aktarıldığı bir sisteme geçiş aşamasında olduğunu doğrular[30]. Morgan’ın şemasına uygun olarak, devredilebilir mülkiyetin -tipik olarak büyükbaş hayvan- alt-Sahara Afrika ülkelerinin çoğunda erkek ve kız kardeş arasındaki dayanışma pahasına evlilik bağlarını kuvvetlendiren mühim bir faktör olduğu görülür. Herkesin artık hemfikir olduğu üzere, “inek, anadan-kıza aktarılan soyun düşmanıdır[31]”. Murdock’un kültürler arası karşılaştırmalı eserini takiben kısa süre önce gerçekleştirilen filogenetik kontrol grubuna sahip bir inceleme, Afrika’da ana soylu sistemle büyük baş hayvan mülkiyetinin arasında negatif korelasyon olduğunu bulmuştur[32]. Ana-soylu sistemi, kız kardeşe öncelik veren bir yatırım olarak ele alan en yeni araştırmalarında yazarlar şöyle demişlerdir : “Morgan’ın teşhis ettiği iki faktör, yani miras olarak devredilebilir zenginlik ve babanın kim olduğunun bilinmemesi, insanlarda toplumsal organizasyon söz konusu olduğunda anadan-kıza veya babadan-oğula soyun aktarılmasında görülen değişimleri anlamak için temel unsurlardır[33].” Ben de bunun hiç de öyle ihtilaflı bir iddia olmadığının altını çizmeliyim. Bu konular üzerine uzmanlaşmış antropologlar bu konuda hemfikirdir.


Yazıyı Öznur Karakaş Türkçe’ye çevirmiştir.