İlk İnsan Kabilelerinde Akrabalık Soyun Anneden Kızına Aktarılmasına Dayanıyordu

İlk toplumsal kurum, çekirdek aile değildi. Son araştırmalar, ilk toplumsal kurumun, komünist, kadın-merkezli klan olduğunu gösteriyor.

Engels 1884 yılında bunu ortaya atmıştı. Ardından, yüzyıl boyunca, bu fikri reddedildi, üstelik kimi ‘Marksistler’ de bu reddin bir parçası olmuştu. Ancak son araştırmalar, Engels’in başından beri haklı olduğunu gösteriyor.

2008 yılında, Krallık Antropoloji Enstitüsü, İlk İnsanlarda Akrabalık adı altında akademik bir cilt yayınladı[1]. British Academy’nin prestijli Yüzüncü Yıl Projesi ‘Lucy’den Dile: İnsan Beyninin Arkeolojisi’ çerçevesinde, Galler, Gregynog’da 2005 yılında düzenlenen atölye çalışması üzerine geliştirilmişti.

Antropologlar, Friedrich Engels’in, dostu Karl Marx’ın ölümünden kısa süre sonra, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni[2] adı altında, kökenlerimizin ne olduğuna dair mitlerden birini oluşturan, dünyanın tarih-öncesine dair etkili bir makale yayınladığını bilir. Engels, bu makalede, akrabalığın aslen soyun anneden kızına aktarılmasına dayandığını iddia eder. Engels, soyun anneden kızına aktarılmasına bağlı olarak, çocukların hepsinin sadece anne-babası değil bütün bir klan tarafından yetiştirildiğini ekler.

Yirminci yüzyılın ilk yıllarında, özellikle de Rus Devrimi’nin ardından, bu fikirler ‘Bolşevizmle’ bağlantılandırılıp o kadar tehlikeli addedildi ki Sovyetler Birliği dışında etkin bir biçimde bastırıldı. Siyasetçiler ve rahipler, ‘evliliğe ve aileye’ tehditlerden yakınırken, bunların üniversitelerdeki muadilleri, antropolojiyi, bir yandan Darwin’ciliğe, diğer yandan Marksizme karşı konumlandırarak, disiplini yepyeni bir dayanak üzerinden yeniden inşa etti[3].

Bildiğim kadarıyla, Gregynog’daki bu atölye çalışmasıyla, aşağı yukarı bir çağ boyunca ilk kez, antropologlar bu tartışmaları yeniden ortaya atma cesaretini gösteriyordu. Sunumumda ve etkinliğin ardından yayımlanan makalemde, açıkça Engels’in aslında haklı olduğundan bahsettim: şu anda, ilk insan toplumlarında soyun gerçekten de anneden kızına aktarıldığına dair ciddi kanıtlara sahibiz[4]. Gregynog’daki meslektaşlarımın çoğunun bu konuda bana katılma eğiliminde olduklarına hayretle ve keyifle şahit oldum.

Peki neden bu kadar beklemek zorunda kalmıştık? Neden, yüzyılın ciddi bir kısmında, akademisyenler, bu tarz soruları tartışmaktan bile men edilmişlerdi? Bu soruya cevap vermek için biraz geçmişe dönmemiz gerekiyor.

Britanya ve Kuzey Amerika’da antropoloji, ilk defa, Birinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra profesyonel bir disiplin haline geldi. Bu yeni disiplin siyasi bir buyruğa sahipti: savaş-öncesi dönemde Lewis Morgan, Friedrich Engels ve Karl Marx tarafından inşa edilen materyalist paradigmayı yıkmak. Yeni antropolojinin misyonu, bilhassa iptidai toplumsal kurumun, tek tek aileler değil ana soylu klan olduğunu öne süren kuramı –ki o zamana kadar herkes bunu kabul ediyordu- çürütmekti. İnsanın kökenlerini ‘soyun anneden kızına aktarıldığı annelik’ olarak gören kuramın en etkili savunucusu, ansiklopedik üç ciltli Anneler kitabını 1927 yılında yayınlayan Robert Briffault’ydu. Briffault’nun bu devasa girişimi –ki bu günlerde hepten unutulmuştur- Morgan-Engels paradigmasının son soluğu olacaktı. Bardağı taşıran son damla olmuştu. Bu yeni antropoloji disiplininin asli kurucusu olan LSE’li Bronislaw Malinowski, bu iddiaya sanki şahsına yapılmış bir saldırı gibi yanıt verdi. Kolektif annelik, dediğine göre, sırf yanlış değil aynı zamanda tehlikeli bir fikirdi. Toplum, bireyin evliliğine ve çekirdek aileye dayalıydı ve hep öyle kalacaktı[5].

Günümüzde çoğu Marksist bu ihtilaf hiç yaşanmamış gibi davranmayı tercih ediyor, bunu utanç verici olarak görüyor. Ne de olsa, Engels, genel anlamda komünizmle kalmayıp cinsel komünizmi  de savunmuyor muydu? Kolektif annelikten ve ilkel anaerkil modelden bahsetmiyor muydu? Böyle bir saçmalık olamazdı. Neden günümüz Marksistleri, Engels’in korkunç spekülasyonlarının ayrıntılarına bağlı kalsındı ki? Üstelik bütün bunlar, herkesin yanıldığını bildiği Lewis Morgan’ın varsayımlarına dayanıyordu.

Kendi Sözleriyle Marx ve Engels

Engels’in kendi sözleri günümüzde nadiren anımsadığından, doğrudan ona atıfta bulunarak başlayacağım. Şu paragrafta, Engels, Morgan’ın ‘orijinal anneden-yana klanı yeniden keşfedişini’ övüyor:

‘Evrimsel biyolojide, Marx’ın artı değeri siyasi iktisatta neyse, orijinal anneden-yana klanın yeniden keşfedilişi de tarihte aynı öneme sahiptir. Morgan’ın, ilk defa ailenin tarihini oluşturmasına mahal vermiştir. Bu elbette ilksel toplumların ele alınışında yeni bir çağ açacaktır[6].’

Engels, daha sonra, ‘anneden-yana klanı,’ ‘bilimin tamamının etrafında döndüğü mihenk taşı’ olarak tanımlar.

Engels, görüşlerini sadece Lewis Morgan’a dayandırmaz. Marx’ın 1844 yılının başlarında tuttuğu notlar da onun için eşit derecede önemli bir kaynaktır. 1844 yılında, Engels ve genç Marx, ‘insanın insanla kurduğu dolaysız, doğal ve zorunlu ilişkinin erkeğin kadınla kurduğu ilişki olduğunu’ ilan eder ve ekler, ‘insanın genel anlamda kültürel düzeyinin ne olduğu bu ilişki üzerinden değerlendirilebilir[7]’.

Marx, Morgan’ın eserini keşfettiğinde, bunun, gençliğinde sahip olduğu bu görüşleri onayladığını düşündü. Alman İdeolojisi’nde, Marx ve Engels, ilksel komünizmi, akabinde mülkiyetin ortaya çıkmasıyla karşılaştırır. Mülkiyetin ‘esası, ilk haliyle, anne ve çocukların babanın kölesi olduğu ailedir’ [8]. Engels’in Ailenin Kökeni’ndeki fikirleri gökten zembille inmemiştir. Bu görüşler, yaşamı boyunca Marx’la birlikte yürüttüğü, çoğu hiç yayınlanmamış veya tamamlanmamış entellektüel çalışmalara dayanmaktadır.

Morgan’a göre, büyükbaş hayvanların evcilleştirilmesi kadınları güçsüzleştirmiş, daha önceleri aralarında kurulan bağı yıkmıştır. Öncesinde kadınlar işbirliği içerisinde çocuklarına bakar, iş yükünü anneleriyle ve diğer kadın akrabalarıyla paylaşırlardı. Bunu, oldukça gerçekçi geleneksel bir töre mümkün kılıyordu. Yaşamı boyunca, kadın annesiyle ve kız kardeşleriyle aynı evde ikamet ediyordu. Çocuklar, erkek akrabaların desteğiyle, annelerden, kızlardan ve kız kardeşlerden ibaret bir konfederasyon tarafından yetiştiriliyor; kadınlar, herhangi bir kocanın çocukları almasına veya onları ayırmasına mani olacak dayanışma ve otoriteye böylece sahip oluyorlardı. Bu anlaşmalarda, gevşek bir ‘evlilik’ türü de görülüyordu ama kadın-evine taşınan kocaların, gelinleri, kadınlara ait bu komünal evde ziyaret edeceklerini kabul etmeleri gerekiyordu. Hiçbir kadın kocasının özel mülkü olamaz veya alıp götürülemezdi.

Morgan’a göre, bu ayarlama, –ki teknik olarak ‘anne-evinde ikamet’ olarak tanımlanır-  aslen dünyanın her yerinde bütün toplumlarda görülüyordu. O halde, ne oldu da nesilerdir süren bu ayarlamalar değişti? Morgan’a göre, bu noktada en önemli unsur, hayvanların, özellikle de büyükbaş hayvanların evcilleştirilmesidir. Hayvan sürüsüne sahip olan bir adam, müstakbel eşinin akrabalarıyla pazarlık edip kızları karşılığında ineklerini ailesine vererek, kızı alıp götürebilirdi. Eski anne-evinde ikamete dayalı sistemde, gelin, çocuk bakımını ailedeki diğer kadınlarla birlikte üstlenerek doğduğu evde kalmakta özgürdü, çocukların babası sadece misafir olarak görülürdü. Büyük baş hayvanların resme girmesi, genel olarak, anne-evinde ikametten baba-evinde ikamete geçilmesini sağladı. Bu geçiş, ‘evde kadının ve annesinin rolünü tersine çevirdi.’ Morgan bunu şöyle açıklar:

‘Çocuklarından farklı bir klana mensuptu: kocasıyla yaşamak için evinden çekilip alınmıştı. Kocasından farklı bir klandan gelmesinin yanı sıra, kocasının ayrı, münferit evinde kendi akrabalarından uzaklaştırılmıştı. Bu yeni konumu, ortak meskende yaşamanın yarattığı soyun kadın üzerinden aktarılmasından kaynaklanan güç ve nüfusu bozma eğilimindeydi[9].’’

Engels, bu durumun siyasi etkisini ekler: ‘Erkek evde de idareyi eline aldı, kadın değersizleştirildi ve ailede sahip olduğu konum hizmetkara indirgendi, erkeğin şehvetinin kölesi ve salt çocuk üretiminin aracı haline geldi.[10]’ Engels şöyle devam eder: ‘Tarihte görülen ilk sınıf çatışması, tek-eşli evlilikte erkek ve kadın arasında gelişen antagonizmadır ve ilk sınıf tahakkümü, erkeğin kadın üzerindeki tahakkümüdür’[11]

Alçak Çöküş

Bu günlerde pek az Marksistin savunduğu kuram budur işte. Malinowski’nin 1920’lerde yürüttüğü saldırının ardından, batılı Marksizm yerleşmeye başladı. Resmi Sovyet komünizmi de bu kuramla sözde uzlaşı içinde olsa, orada burada ondan bir iki bahsetse de onu geliştirmek veya ileri taşımak için hiçbir şey yapmadı. Bu arada, Batıda sola-eğilimli entellektüeller, bu paradigmayı hepten terketti. Bunun sonuçlarını hala yaşıyoruz. Günümüz Sosyalist Parti’sinin, Sosyalist İşçi Partisi’nin, İşçilere Özgürlük İttifakının vs. herhangi bir üyesine gidin, Engels’in anne soyundan gelen klan fikrini savunup savunmadığını sorun. Ne diyeceklerini bilemezler.

Elbette, Engels’in yanılmış olması da mümkündür. Belki de anne soyundan gelmenin öncelikli olduğunu öne süren kuran hepten yanlıştır. Belki de, gelenekleri soyun anne üzerinden aktarılmasına dayanan Ilinois yerlilerinin geçiş ayinlerine katıldığından, bu törelerden fazla etkilenmiştir. Belki de, bu yerlilerin geleneğini, hatta miti kuramına dayanak olarak ele almış, insan tarihi üzerine duyduklarını haksız yere genele yansıtmıştır. Morgan, durumu yanlış anladıysa, o halde Marksistler olarak bizler de bilime öncelik vermeli, zamanı dolmuş on dokuzuncu yüzyıl dogmalarını terk etmeliyiz.

Lakin sol entellektüellerin bu konuda biraz araştırma yapmasını beklerdik doğrusu. Antropolojide aniden işlerin böyle tersine dönmesini sorgulamaları gerekmez miydi? 1880’lerin ve 1890’ların önde gelen düşünürlerinin neredeyse hepsi Morgan’ın kuramının şu ya da bu vasfını kabul etmişti. Yirminci yüzyılın ortalarına kadar, Emile Durkheim ve Sigmund Freud gibi entellektüel devler, anne soyundan gelen klan konusunda Morgan’a katılmaya devam etti. Sonra, II. Dünya Savaşı’ndan hemen sonra, üniversitelerde yeni antropoloji disiplini birden u-dönüşü yaptı. Marksistlerin –aslında herkesin- bundan biraz şüphelenmesini beklemez miydiniz? Böylesi bir değişimin arkasında siyasi bir şeyler olduğundan şüphelenemezler miydi? Bütün bu yeni solcu dergilerden, Althusser’cilerden, postmodernlerden, kendilerine Marksist diyen bu pek moda entellektüellerden hiçbirinin çıkıp da bu fikre karşı mücadele vermemesi beni afallatıyor. Bu güne kadar, hiç kimse en temel soruyu sormaya bile lüzum görmemiş: Morgan’ın ve Engels’in her şeyi yanlış anladığını gösteren ne gibi bulgular var elimizde?