Ayasofya dün ibadete açıldı. Bizans İmparatoru I. Justinien tarafından 1500 yıl önce kilise olarak inşa edilmiş ve 537 yılında da hizmete başlamıştı. Oysa bu görkemli eser Justinien’in en önemli eseri değildi. İlk sırada ondan çok daha önemli olan Corpus Juris Civilis geliyordu. Batı uygarlığı bu hukuki temel üzerine kuruldu.
Corpus Juris Civilis, yani Roma Hukuku o tarihte İtalya’da çok sayıda metin arasında parçalanmış olan hukuku birleştiriyor, modern hukukun temellerini atıyordu. Yıllar süren bir çalışmadan sonra 534 yılında tamamlanmış, uygulamaya hazır hale gelmişti. Ne var ki şanssız zamanların ürünüydü. Barbar fetihlerinin yarattığı anarşi ve feodal gelişmeler ortamında, Avrupa’da uygulanabileceği alan giderek daralıyordu ve çok geçmeden de unutuldu gitti. Ancak beş yüz yıl kadar sonra, 11. yüzyılda, İtalya’da yeniden keşfedilecek ve izleyen yüzyıllarda da Fransa kanalıyla Batı Avrupa’ya yayılmaya başlayacaktı. 15 ve 16. yüzyıllardan itibaren Akdeniz kıyılarında, kapitalizm, özel mülkiyeti mutlak bir hak (Jus utendi, fruendi et abutendi) sayan bu kanun çerçevesinde yayılmaya ve hegemonya kurmaya başladı.
***
Oysa İstanbul’u fetheden ve Ayasofya’yı cami yapan Osmanlılar bambaşka bir hukuk anlayışı içindeydiler. Onların sivil hukuku Kuran’a, hadislere, icma-ı ümmete ve kıyasa dayanıyordu. Gerçi Fatih Sultan Mehmet zamanında da ünlü alim Molla Hüsrev Efendi bunları toplayarak “Dürer al Hükkam” (hükümlerin incileri) başlıklı bir eser meydana getirmişti. Daha sonra, 16. yüzyılda da bunun yerini Şeyh İbn Halebi’nin çok daha kapsamlı “Multeka”sı almıştı. Ne var ki Osmanlı Devleti’nde, özel mülkiyeti mutlaklaştıran bir hukuk hiç olmadı. Kapitalizmi yaratan sermaye birikimi aradığı güvenlik ortamını hiçbir zaman Osmanlı topraklarında bulamadı.
Bunun siyasi, iktisadi, coğrafi, kültürel vb çeşitli nedenleri vardır ve yüzyıldır “batılılaşma”, “modernleşme”, “çağdaşlaşma” gibi adlar altında bu sorunu tartışıyoruz. Oysa asıl kavram “kapitalistleşme süreci” olup, asıl tartışılması gereken de “Osmanlı Devleti’nde sermaye birikiminin neden gelişemediği”dir. Bu bağlamda sorunun hukuki boyutu da özel bir anlam kazanıyor ve Batı Avrupa’da Roma Hukuku ulusal kodlara yol açarken, Osmanlı Devleti’nde neden sonuna kadar Şer’i hukuka sadık kalındığı da aydınlatılmaya çalışılıyor.
***
Aslında kapitalizm Batı’da hegemonya kurarken periferideki ülkeleri de sarsmış ve geleneksel (kapitalizm öncesi) üretim ilişkilerini yok etmeye başlamıştı. Nitekim Batı “code civil”leri bu ortamda Osmanlı Devleti’nde de gündeme gelmiş ve Fransız elçisi M. Bourée bir grup devlet adamına Fransız Medeni Kanunu’nu uygulamalarını önermişti. Üstelik ciddi bir tepkiyle de karşılaşmamıştı. Nihayet söz konusu olan, kanunu olduğu gibi aktarmak değil, onu ülke koşullarına uyarlamaktı. Oysa olmadı. Karşı olanların başını da Abdülhamid’in sağ kolu, ünlü vakanüvis Ahmet Cevdet Paşa çekiyordu. Aslında Roma Hukuku’na dayanacak bir Osmanlı “Code Civil”i Osmanlılarda “ulusal” bir burjuvazi yaratma ve Müslim-gayrimüslim tüm mülkleri garanti altına alarak Batı’ya sermaye kaçırma yollarını kapatma potansiyeli taşıyordu. Ne var ki Abdülhamid’in mutlak ve karanlık despotizmi buna engel olmuştu.
***
Roma hukukuna dayanan bir medeni kanun bizde ancak Türk Devrimi’nin bir ürünü oldu ve 1924 Anayasası ile beraber Devrim’in hukuki temelini teşkil etti. Ne var ki Osmanlı yönetimi, devrimcilere harap bir Anadolu bırakmıştı ve Mustafa Kemal Paşa ülkeyi ve İstanbul’u işgalden kurtarma savaşını örgütlemeye şu tespitle başlamıştı: “Memleket baştan nihayete kadar ha¬rabezardır. Her yerde baykuşlar ötüyor. Milletin yolu yok, serveti yok hiçbir şeyi yok. Bütün millet acınacak bir fakrü sefalet içindedir”.
Ne var ki “kurtuluş”tan sonra, “kuruluş” yılları başlıyordu; temeller atılmıştı. Oysa şimdi bu temellerin atılmasından yüz yıl kadar geçmiş bulunuyor; memleketin fizyonomisi çok değişti ve bu temeller sayesinde bir yerlere gelenler de, bugün çağdışı bir takım saplantılar içinde bu temelleri yıkma çabası içindeler.
***
Dün Ayasofya merasimlerini izlerken bu duygular içindeydim ve Fatih Sultan Mehmet ulusal coşkuyla göklere çıkarılırken, doğrusu İmparator Justinien’e de hayli haksızlık yapıldığını düşündüm. Ve bu arada da, “yoksa Ayasofya’dan sonra sıra Medeni hukuka mı geliyor?” gibi sorular geldi aklıma. Yıllardır bu konuda da hasret çekenler ve artık bunu açıkça söylemekte de sakınca görmeyenler, yoksa Medeni Hukuku da Justinien’in “zincirlerinden” koparıp, yerli, milli ve şer’i bir hale getirmeye mi hazırlanıyorlardı?
Öyle ya da böyle, bence buna asla güçleri yetmeyecektir. Siz, bir yandan Batı’dan akan (borç, yatırım, sıcak para, turizm vb) dolarlarla yaptığınız inşaatlarla durmadan övüneceksiniz; fakat öte yandan da İslam dünyasında Batı düşmanlığının başını çekmeye soyunacaksınız! Ama herhalde bu batılılar da o kadar ahmak değiller! Daha yüz elli yıl önce, bu kafada olanları, Ziya Paşa, “Sen herkesi kör, alemi sersem mi sanırsın!” diye uyarıyordu. Kaldı ki ortaçağ özlemine en sert direniş de, Batı’dan önce, iktidarın yatıp kalkıp “inşaat ya Resulullah!” diyen sevgili müteahhitlerinden gelebilir!
Yine de, Rubikon aşılırken, bu gidişata en sağlıklı, en tutarlı ve en umut verici direnişin, ancak bütün bu sürecin yükünü sırtında taşımış ve çilesini çekmiş halk kitlelerinden gelebileceğini unutmayalım!
- Irkçı Fransa, PKK ve Beştepe - 26 Aralık 2022
- Hiranur dramı ve tarikatçılık… - 14 Aralık 2022
- 1 Mayıs: Kutlama ve Anma! - 1 Mayıs 2022