Güller, Shakespeare ve ben…

Shakespeare’in oyunlarında Gül bahçelerinden (Rose Garden) pek bir sıklıkla bahsedilir bilen bilir (aşağı yukarı 45 oyununda). Güle ithaf, sevgiliye ithaftır. Sevgililer bu gül bahçesinin envai çeşit ağaçlarına bakarak hayaller kurarlar. Bir daha ki buluşma anlarını iple çekerler. Shakespeare oyunlarını kurgularken, bu gül bahçesindeki ağaçları öyle bir tasvir eder ki, kimi okuyucu bu tasvirlerin ustalığına şaşar kalır, edebiyatla arası pek iyi olmayanlar ise bu uzun uzadıysa anlatışları biraz abartılı bulabilir. Haklılık payları da vardır, kim bilir. Nihayetinde ağacın gölgesi! Bu mübalağa de ne diyebilirler…

Ne yazık ki, ben de Üniversitedeyken bu ağdalı dille yazılmış öykülerle ne kadar haşir neşir olsam da, içlerine yüklenen anlamları seneler sonra hayatın inceliklerini tecrübe ettikçe keşfettim. O zamanlar sadece “meraklı bir gezgin” olduğumdan, bu şiirler ve oyunların içinde yer alan romantik vurgu beni pek cezbetmezdi. Ben daha çok, Shakespeare ilham veren bu bahçelerin ve ağaçların nerede olduğuyla ve nasıl gidebileceğimle ilgilenirdim.

İncelikler, hayatı içine sindirerek yaşayanlar tarafından daha iyi anlaşılır derler. İşte, benim içinde öyle oldu!

İki gündür Shakespeare ilham veren Stanley Park’ın içinde yer alan Gül Bahçelerini karış karış geziyorum. Bu güzellikleri içime soluduğum, için kendimi şanslı sayıyorum. Birkaç asırdır aşıkların düş kurduğu, özlem biriktirdiği, aydınların ilham alıp en güzel şiirlerini yazdığı, bu ağaçlara insan bakarken gözleri doysa da kalbi bir turlu doyamıyor! Artık öyle bilge olmuşlar ki, sanırım dilleri olsa bana; “hayatı hissederek yaşamak” gibisi yok derlerdi.

Stanley Park, adını 1888 yılında Kanada’nın ilk devlet adamı Lord Frederic Stanley’den almış. Lord Stanley o zamanlar Vancouver yârim adasının içindeki 400 hektarlık ormanı resmi olarak park yapmaya karar vermiş. İçindeki Iolaganustu gül bahçesi ise önceden varmış, Avrupa’dan ziyarete gelen aydınlar bu gül bahçesine davet edilir, İngiliz çayı eşliğinde sohbetler yaparlarmış.

Dönemin insanları bu bahçelerde gezer, sosyalleşirmiş. Bu park gerek burjuvazi gerek sıradan halk için bir sosyalleşme alanıymış. Şimdi ki haliyle ise bizim alışık olduğumuz park kavramının çok ötesinde, adeta bir küçük dünya! Bugüne kadar gördüğüm hiçbir parka benzetemedim.

Central Park ve Hyde park gibi dünyanın güzide parkları bile yanında sönük kalıyor. İçinde ayrıca 230 tane park, 4 tane plaj, sayısız havuz, sanat müzesi, çocuklara yönelik bir akvaryum ve nice etkinlik, hayvanat bahçesi, tenis ve spor sahaları, mevcut. Üç gün harcasınız bile, göremeyeceğiniz yerler kalabilir.

Elbette, Rose Garden, ya da öbür adıyla Shakespeare Garden da tüm görkemiyle parkın içinde. İlginç olan sadece birkaç yerinde içecek alabileceğiniz büfeler (kiosklar) ve bir tane deniz ürünleri restoranı var. Yiyecek içecek işinin sınırlı olması, doğaya gölge düşürmemek adına verilen bir kararın ürünü olsa gerek!

Uzun lafın kısası, Shakespeare Garden’dan her etkilenen gibi bende henüz yeşil olan kestane ağacının altında kalbimi yeşertip, huzurla ayrıldım…

Ve bir kez daha kudretini doğaya kıymet vermesiyle ispatlayan, vizyon sahibi siyasetçilerden biri olan Lord Henry ve de W. Shakespeare’i sevgi ve saygıyla andım.