Frida’yı Siz Kahrettiniz

Meseleye kendimden başlamalıyım. Frida Kahlo, çoğunuzda olduğu -ve asla kabul etmeyeceğiniz gibi- benim de hayatıma yönetmen Julie Taymor’un filmiyle girdi. Film, biyografik açıdan oldukça başarılı bir filmdi. Salma Hayek, Frida rolünün hakkını oldukça iyi vermişti. Politik bir kadın olmam ve eğilimlerinden sebeple film beni çarçabuk içine aldı ve kendisini araştırmama vesile oldu. Aynı zamanda sanat eğitimi almış olmam ve resim sanatına ilgim de beni sanatçıya dair daha çok okumaya itti.

Onu anlamaya çalışırken en çok onun acılarıyla baş etme yöntemi ile ilgilendim. Acının üretkenliğe nasıl hizmet ettiğini anlamaya çalıştım. Frida’nın standart güzellik algısı dışında kendine has bir güzelliği vardı. Martı biçimli kaşları, renkli giyim tarzı, takıları ve tepeden toplu saçlarıyla hayata karşı duruş gibiydi. Kendisiyle o kadar barışıktı ve kendini o kadar iyi tanıyordu ki, bir tarz aramamıştı. Olduğu gibiydi, o kadar. Onu özel kılan da tam olarak buydu. Bizler şimdi onun ayak izlerini sözde takip ederken sadece görsel tarafını taklit ediyoruz. Hem de kötü birer taklidiz.

Kısa vadeli, huzursuz ilişkilerimiz bitince çırpınıp duruyoruz. Çırpınırken tırnaklarımız önümüze gelene bir çizik atıyor. Oysa onun çektiği aşk acısının yanına bile yaklaşamayız, değil mi?

Diyelim ki aldatıldık, en çok yataklara kapanır ağlarız. Bir şeyin ucundan tutunup da ne kendimizi ne hayatımızı onarırız. Yeni bir drama bulana kadar bundan beslenip etrafa kötü elektrik yayarız o kadar. Bu durumda bir daha bakalım, Frida ruhlu kadınlar mıyız?

Apolitik, dönemin sorunlarından uzak ama kuaföre ve AVM’lere yakın kadınlarız belki de ama sorsan Frida’yız! Komik değil mi hakikaten? Frida’yı mezarında ters çevirdik, canım kadınlar. Durum bu.

Sokakta bir gey gördüğümüzde içten içe gülerken veya lezbiyen bir çift önümüzde öpüşürken ağzımız açık “ıyyyıkk” sesleri çıkarırken ne kadar da Frida değiliz, değil mi? Ama sorsan, Onur Yürüyüşü’ne katılmış, asla homofobik olmayan tiplerizdir. Hadi oradan! Bir de hayvan sevmeden Frida’yı sindirdik diyoruz. Kedi görünce viyaklıyor, köpek görünce koşuyoruz. Koşarken dikkat edelim de Frida kolyelerimiz düşmesin.

Frida’nın Kim Olduğunu Biraz Daha Hatırlayalım mı?

Altı yaşındayken geçirdiği çocuk felcinin sonucu olarak bir bacağı sakat kalmış, kendisine “Tahta Bacak Frida” denmişti. Gençlik döneminde Ulusal Hazırlık Okulu’nda okudu. Bu okul onu sanat, edebiyat, felsefe gibi alanlara yönlendirdi. Okulda anarşist bir edebiyat grubuna dahil oldu.

Okuldan eve dönerken bindiği otobüsün tramvayla çarpışması sonucu çok kişinin öldüğü kazada, trenin demir çubuklarından birisi sol kalçasından girip leğen kemiğinden çıkmıştı. 32 kez ameliyat oldu. Çocuk felci etkisiyle zaten sakat olan bu bacağı 1954 yılında kangren yüzünden kesildi. Sıkıntı ve acıdan kaçmak için resim yapmaya başladı. Yatağının tavanındaki aynaya bakarak otoportreler yaptı.

1927 yılı sonunda tekrar yürümeye başlayan Kahlo, bu dönemde sanat ve politika çevreleriyle yakınlaştı. Kahlo bu etkileşimlerle 1929’da Meksika Komünist Partisi’ne üye oldu.

Meksikalı Michelangelo olarak anılan ünlü ressam Diego Rivera ile tanıştı ve ona resimlerini gösterdi. Aralarındaki ilişki kısa zamanda aşka dönüştü. Evlendiler. Evlilikleri, “fil ile güvercinin evliliğine” benzetildi.

Çiftin fırtınalı bir evlilik yaşamları oldu. Sağlık sorunları nedeniyle bir çocuğunu aldıran ve art arda iki düşük yapan ressam, eşinin sadakatsizlikleri nedeniyle 1939 yılında ondan ayrıldı. Ancak 1 sene sonra yeniden evlendiler ve Frida’nın çocukluğunu geçirdiği Mavi Ev’e yerleştiler.

Frida’nın da evlilikleri sırasında çeşitli erkeklerle ve kadınlarla ilişkileri oldu. Bunlarda birisi de Rus devriminin önde gelen isimlerinden Lev Troçki iledir. Troçki, Rivera’nın Meksika cumhurbaşkanından aldığı özel izinle 1937’de Meksika’ya gelmiş ve Frida’nın evine yerleşmişti. Aralarındaki ilişkiyi Troçki’nin eşinin fark etmesi üzerine Frida, Troçki’den ayrılmıştı. O sırada San Fransisco’da bulunan eski eşi Rivera’nın yanına gitti ve yeniden evlendiler.

Sık sık sağlığı bozulan sanatçı, dayanılmaz acılarla başa çıkmak için bütün gücüyle resim yapmış; yalnız ülkesinde değil, Amerika ve Fransa’da sergiler açmıştır. 1948’de yeniden Meksika Komünist Partisi’ne katılmak için başvurmuş ve başvurusu kabul edilmiştir.

Eserleri

Kahlo’nun bilinen 143 resmi vardır; 55 tanesi otoportredir. Yaşamının büyük bir bölümünü yatakta başının üstünde duran, “gündüzlerinin ve gecelerinin celladı” olarak tanımladığı bir aynaya bakarak geçirdiği için sürekli otoportre çizmiştir.

Resimlerindeki gerçekçilik ve üstün başarı Picasso’ya bile, “Biz onun gibi insan yüzleri çizmeyi bilmiyoruz,” dedirtebilmiştir. Evcil hayvanlarla sürekli birlikte yaşayan sanatçının 2 adet hayvan portresi de vardır (1941’de yaptığı “Ben ve Papağanlarım” ile 1943’te yaptığı “Maymunlarla Otoportre”).

Sürrealist olarak değerlendirildi ama o bunu şiddetle reddetti. Resimleri acı ve kesin gerçekliği yansıttığı için bunu reddediyordu. Eserlerinde Meksika devrimi, kültürü, ulusal kimlik hep yer bulmuştur. Buradan ele alınca da karşı çıkışında bence son derece haklıdır.

Hayatı algılayışı

Hayatı boyunca acı ile ama “gerçek acı” ile iç içe yaşadı. Ama bu acıyla baş etmenin en iyi yöntemi onun için resimdi. Tablolarında yaşadığı acı en net haliyle görülür. Diego ile yaşadığı aşk da onun için öyle gerçekti ki, bu ilişkiden çocuk sahibi olmak için 2 kez hamile kalmasına ve bir çocuğu çok istemesine rağmen sağlık sorunlarından dolayı iki bebeğini de düşürmüştür. Diego çocuk istememesine rağmen ısrarla denemiştir, çünkü aşkı ne denli büyük olursa olsun kendi kararlarını hep cebinde tutabilmeyi başarmış bir kadındır.

Onlar tek eşli bir çift değildi. Diego’nun çapkın ve kadın düşkünü bir adam olması ise onu en çok kendi öz ablası ile yakaladığında yaralamıştır. Uzun süre bu acının etkisinde, çift taraflı kaybından esinle tablolarına içini dökmüştür. Minimalist tabloları kadar devasa ölçülerde resimlerini de aynı ustalıkla tuvale dökmüştür.

Ve acıyla baş etmeyi öğrenin. “Aşkın ve acının kadını” yakıştırmasını öylesine almadı Frida. Aşkında da, acısında da öyle sahici ve çarpıcıydı ki o başka türlü hatırlanamazdı. Kendisi ve yaşamı iç dünyasının dışavurumuydu.

Ben onun en çok Kırık Sütun adlı tablosunu severim. Çok da kıskanırım. Bir tablo yapacak olsam Kırık Sütun’u çizmek isterdim. Ama alıp duvarıma asmaya utanıyorum ya da iyi reprodüksiyon yapabildiğim halde yapmıyorum. Çünkü paramparça kalbini ve bedenini bir de ben inciteceğim diye düşünüyorum. Bir şeyleri birilerinin gözüne sokmadan da hayatımızda tutabiliriz, inanın. Resimden konuşulan her ortamda ondan söz ediyorum mesela. Kırık Sütun‘dan.

Çok özel kadınlar tanıyorum, kendisi olarak ışığını hayata savuran. Hiç kimseyi taklit etmeden kendisi olarak çekici olmayı başaran. Acı çeken ve bu acıyı ortaya sermeden üretmeye devam eden kadınlar. Bir tablonun öyküsünü yazarken de, yazın sanatına hizmet ederken de çarpıcı olabilen kadınlar. Ya da hiç makyaj yapmadan karakteristik burnu ile “benim” diyen güzellere taş çıkaran kadınlar. “Bu sana yakışmamış”a tebessüm ederken gizemli ve çekici olabilen kadınlar. Şiir okurken sesindeki buğudan karşısındaki ağlatabilecek kadınlar. Bir hayvanla dostluk kurarken etrafı ısıtan kadınlar. İnanın hiçbiri bu aksesuarları kullanmıyor. Ve hepsi Frida’yı seviyor.

Şimdi Frida’yı rahat bırakalım. Hayata katılalım, her acı ve sevinç için evet diye fısıldayarak!

Aslında diyeceğim şu ki: Kendimiz olsak ya. Kırdıysam affola.

Hazal Uluçay