Filistin (6)

“Ortadoğu’da demokratik çözüm aranmalıdır, bunun için de mevcut alternatifin herkesin demokratik haklara sahip olduğuna ilişkin çözüm iddiaları,” samimi olmamakla birlikte Ortadoğu’nun emperyalist güçler tarafından paylaşımı konusunda Filistin ve Arap burjuvazisinin siyasal kontrol ve egemenliği altında atılmış bir adım ve boş bir hayalden öteye gidememektedir. Bu çözüm önerileri, Filistin burjuvazisinin, İsrail Siyonist rejimiyle kendilerine düşen ekonomik ve siyasal pay alma garantisinin ötesine gidemeyen bir çıkar anlaşmasıdır. Tarihsel açıdan Filistinli kapitalistler ve özellikle ticaret burjuvazisi, Filistin halkını bir sefaletten diğerine sürüklediği gibi Filistin davasını da desteklememiştir. Sadece kendi küçük çıkarları uğruna Filistin halkının Siyonistler tarafından ezilmesini göz yummuşlardır. Filistin halkının şu anda içinde bulunduğu çıkmazın en büyük sorumlusu işgalci-sömürgeci ve emperyalistlerle birlikte bu sınıftır. Bugün Filistin halkının içinde bulunduğu yoksulluk ve sefaletin, hastalıkların da sorumlusudur. Bu sınıfın işbirlikçi özelliği ile de üç kuruşa kendi topraklarını satmaya hazır oluşları, içinde bulundukları tehlikeli yozlaşmanın yanında mali, idari, toplumsal ve politik yozlaşmayı da beraberinde getirmiştir. Diğer bir deyişle Filistin’in egemen sınıfı kapitalistler, Filistin ile ilgili politik kararlarını kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmektedir.

1993 Oslo Anlaşması ABD’nin bunca yıllık resmi politikalarını başlatan adım, “iki devletli çözüm” maskaralığının [1] resmi adıdır. Bu politika ABD’nin resmi politikasıdır. İçinden çıkılması zor olan bu durum hem Filistinliler için bir mezar taşıdır, hem de Filistin ve İsrail için uluslararası arenada bu politikanın resmen iflası anlamındadır.

Bu iflasın ardından geçen bunca yıllık görüşmeler, anlaşmalar vb. girişimler Filistin sorununa hiçbir çözüm getirmemiştir. Her geçen gün katliamlar, çocuk öldürmeler, keyfi tutuklamalar İsrail için sıradan bir uygulamadır denip geçilmiş ve üzerinde durulmamıştır. İsrail, bu katliam, soykırım, talan ve insanlık ayıbı uygulamalarını ABD’den cesaret alarak yapmıştır. Bu insanlık dramı her seferinde, Birleşmiş Milletler’e getirilmiş ve yine her seferinde ABD’nin engeline takılmıştır. İsrail, Ortadoğu’da ABD’nin uslanmaz şımarık çocuğudur.

6 Aralık 2017 tarihinde ABD’nin, Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak resmen tanıması, hem Ortadoğu’da kaybettiği itibarının üzerindeki gölgeyi kaldırmak ve hem de 2016 tarihinde kendi ülkesinde seçimleri kazanmak adına sağcı Hıristiyan Protestanların ve hem de bir avuç Amerikan Siyonist grubunun desteğini kazanmak ve verdiği sözde durmak olarak yorumlanabilir.

Filistinliye yönelik bu saldırganlık içeren eylem politikası özünde Ortadoğu, genelinde de İran’a karşı savaş yönelimi ile bağlantılı [2] olarak yorumlanabilir. Trump, bu kışkırtıcı konuşmayı yaptığı gün, Suriye’de konuşlandırılmış askerlerin sözde PYD ile birlikte hareket edeceği ama aslında İsrail’in sömürgeci ve yayılmacı eylemlerine yardım için bekletildiği iddia edildi. ABD’nin bu provokasyonu ve tek taraflı kışkırtıcı eylemi, Avrupa burjuvazisini de rahatsız etmiştir. Avrupalılar, artık kârlı yatırımlara ve pazarlara erişmede sıkıntı yaşayacaktır. ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi kapsamında elde edebilecek rantı, Avrupalılarla paylaşmak istemeyebileceği yönünde bir izlenim bıraktığı şeklinde yorumlanabilir.

Arap yönetimine gelince; onların protestoları her zamankinden daha az inandırıcıdır. Suudi monarşisi, General Sisi’nin polis devleti diktatörlüğü, Ürdün’ün Haşimi monarşisi ve Mahmud Abbas’ın Filistin yönetimi, hepsi, ABD’nin Kudüs politikasındaki değişiklik, [2] Suriye çıkmazından sonra ortaya çıkmıştır.

İsrail’in kuruluş tarihi olan 14 Mayıs 1948 tarihinden bu yana aradan geçen 70 yılda binlerce kez Filistin halkına ihanet eden Arap yönetimlerinin ABD ve İsrail’e karşı çıkmalarının hiçbir anlamı yoktur. Suudi Arabistan, körfezin diğer gerici Sünni monarşist ülkelerini (BAE, Katar, Bahreyn ve Kuveyt) ile körfez dışında kalan Yemen’i İran’a karşı birleştirmek istemektedir.

İçinde barındırdığı mezhepsel kimliği ve inancıyla, azınlıklarıyla genel anlamda tek bir halk olan Arap dünyası 23 ülke, sınırları adeta cetvelle çizilmiş bir şekilde emperyalistler tarafından bölünüp, parçalanmıştır. Kuzey Afrika ile içinde Irak, Suriye, Ürdün, Filistin, BAE, Katar, Kuveyt, Umman, Yemen ve Lübnan’ın yer aldığı Arabistan yarımadası ülkelerinde yaşayan halkların aralarındaki kültür zenginliği ile birlikte gelenek, görenek, yaşam tarzları ve kültürleri, dilleri aynı olan ve bazıları 2000 yılında, bazıları da 2010 ve 2017 nüfus sayımıyla bu coğrafyanın nüfusu 407.500.000 gibi devasa bir rakam karşımıza çıkmaktadır. Bu nüfus ile dünya sıralamasında tek devlet olsaydı, Hindistan’dan sonra dünyanın 3. Büyük ülkesi olacaktı. ABD’den 100 milyon daha fazla bir nüfusu barındırıyor Arap coğrafyası. Bu coğrafyada yer alan ülkeler Moritanya, Batı Sahra, Fas, Cezayir, Tunus, Libya, Mısır, Sudan, Cibuti, Somali, Yemen, Suriye, Irak, Suudi Arabistan, Ürdün, Lübnan, Filistin, Bahreyn, Katar, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman ve Ürdün’dür. Ve bugün bu ülkelerin yönetimleri adeta başta Büyük Britanya olmak üzere ABD ve Fransa’nın da içinde bulunduğu emperyalist devletler tarafından belirlenmektedir. 23 Arap ülkesi arasına emperyalistlerin casus devleti olan bir avuç Siyonist yerleştirilerek Arap dünyasının kaderi çizilmektedir.

Siyonist yönüyle burjuva milliyetçiliği, faşizmin soykırımından kaçan yığınlar için yurt kurma temelinde Filistin topraklarını uygun gören emperyalist ülkeler, Musevi halkını Filistin’in yerleşik halkı ile karşı karşıya getiren sömürgeciliğe ve yayılmacılığa dayalı askerleştirilmiş bir devlet yaratmıştır. Avrupa burjuva demokratik devrimi ile hemen hemen aynı anda çıkan Siyonizm, hiç şüphesiz ki bu devletin kurulması, Troçki’nin (bir zamanlar) uyarmış olduğu [2] gibi “kanlı bir tuzak” olduğu kanıtlanmıştır.

Öte yandan emperyalizmin güdümündeki lider Mahmud Abbas’a gelince; 83 yaşındaki Filistin asıllı başkan, Yaser Arafat’ın 2004 yılındaki şüpheli ölümü sonrasında Filistin yönetiminin başına getirtildi. Ancak, merhum Arafat’ın bir ihanet vesikası olarak imzalamadığı İsrail barış görüşmelerine hemen başladı. Son Kudüs olayından sonra yapılan ankette Filistin halkının yaklaşık % 67’si [1] Abbas’ın istifasını istemiştir. Filistin halkı çok iyi biliyor ki, Abbas, Filistin devletini yozlaştırılmış bir kurum haline getirmiştir. Bu konuda kendi topraklarındaki işgalci İsrail ile güvenlik konusunda zaman zaman işbirliğine gitmesi, idari bir yozlaşmanın yanı sıra politik bir yozlaşmayı da beraberinde getirmiştir. Filistin halkı, kimsesizdir.

İsrail, Gazze, Batı Şeria ve Kudüs’ün bağlantılarını keserek bölgeyi izole etmeye çalışmaktadır. Bugün itibariyle İsrail, Arap topraklarını almaya devam ederek, Arapların hareket alanını daraltmaktadır. İsrail, yasadışı Yahudi yerleşim yasasını 7 Şub 2017 tarihinde onayladı. Batı Şeria’daki yaklaşık 4.000 yerleşim birimini yasallaştıran tasarı yasalaşarak, Filistinliye hareket alanını tamamen kısıtladı. Bununla birlikte Batı Şeria ve Gazze’de yaşayan % 20’lik Filistinliyi dışlayan bir karardır. İsrail Parlamentosu ayrıca Yahudi Ulus devletini kurmak için parlamentoya yasa tasarısını sunmuştur. Bu devlet, Yahudi şeriatçı bir yapı taşıyacak. Yani tek devlet olacaktır.

Oysa BM’nin daha önce aldığı karar, Filistin Devleti’nin topraklarının 1967 yılındaki sınırlar bağlamında ele alındığını ve Doğu Kudüs’ün Filistin’in başkenti olarak görüldüğünü de kanıtlamaktadır. Yani İsrail’in bugünkü sınırları da BM nezdinde kabul görmemektedir. Bu durum, İsrail’in bir devlet olarak siyasal meşruiyetinin de tartışmalı hale geldiğini göstermektedir. Çünkü bu devletin mevcut sınırları BM tarafından kabul görmemekte ve İsrail “resmen” işgalci [3] olarak nitelendirilmektedir.

Türkiye’nin istikrarsız bir çizgide yürüttüğü politikaya gelince, İsrail, Türkiye’ye küsecek mi, barışık mı olacak; bunun kararını bir türlü veremiyor. Çünkü bu politika ikiyüzlü ve güven vermekten tamamen uzaktır. Bir yandan Türkiye’deki İrade İsrail’e kızdığı zaman dış politika nezaketini bir kenara iterek, ağza alınmayacak kınamalarla iç siyaseti oynuyor. Öte yandan İsrail ile ilgili ilişkilerinde en küçük bir değişiklik yapmıyor.

Halbuki, Türkiye, Irak Savaşı sonrası önemli bir fırsat yakalamıştı. Son on yılda ilk kez önemli bir dış politika kararı toplumsal taleplerle şekillendi. TBMM ikinci tezkereye hayır diyerek hem Irak savaşı sürecini uzattı, hem de Filistin sorununun öncelikli bir yer almasını sağladı. Bu durum bir anlamda 11 Eylül ile Filistinlilere karşı uluslararası meşruiyetini artıran İsrail yönetimini de zor duruma sokmuştu. Tarih-coğrafya-strateji üçlüsü kolay oynanamayacak bir Ortadoğu rolünü Türkiye’nin önüne getirdi.

İç politikadaki tercihler ile dış politika yönelimleri iç içe geçmiş durumdadır. Türkiye’nin Filistin sorununa anlamlı katkı yapması, ABD-İsrail ekseninin bölgesel dizaynları dışında kalabilmesi ve AB ile dış politikada bir eşgüdüm sağlayabilmesi ile olacaktır[4]. Türkiye, ikinci intifadan sonra İsrail’i zora sokacak ve Filistin sorununu ön planda tutacak bir istikrarlı politika izlememiştir[4].

Sonuç olarak Filistinliler, yıllardır maruz kaldığı baskıya, yoksulluğa ve şiddete son verme ve bölgesel bir savaş tehlikesini durdurma görevi, güçlerini tüm ulusal ve dinsel sınırların ötesinde emperyalizme ve onun hem İsrailli, hem Arap yerel ittifaklarına karşı ortak bir mücadelede birleşmesi gereken işçi sınıfına aittir. Bölgeye yön veren politik kurguların kapitalizmin çözümsüz krizi eliyle körüklenen çöküşü, Arap ve Musevi işçi sınıfının kapitalizme [2] ve emperyalizme karşı ortak mücadelesinden geçmektedir.


[1] Jean Shaoul (4. Enternasyonal’in Uluslararası Komitesi yayını, 22 Aralık, 2017)

[2] Bill Van Auken (Ortadoğu barış maskaralığının sonu wsws.org, 11 Aralık 2017)

[2] age.

[3] [3] http://politikaakademisi.org/2012/12/03/filistin-sorunu-bm-ve-turkiye/

[4] Doç. Dr. Bülent Aras (bianet, Filistin sorunu ve Türkiye, 15.01.2018)

Mazhar ÖZSARUHAN
Latest posts by Mazhar ÖZSARUHAN (see all)