Faşizm Üzerine Notlar (3)

Faşizm Spesifik Koşulların Yarattığı Tarihsel Bir Kazadır
Faşizmi belirli bir zaman aralığında üst üste yığışan fakat sadece o döneme özgü olan ve bir daha en azından bu yoğunluk ve güçte bir araya gelmesi olanaksız olan geç uluslaşma, liberal demokrasinin ve sağ muhafazakarlığın zayıflığı, kitle siyasetine yabancılık, 1. Savaş sonrası bazı uluslarda görülen ve milli gururu inciten travmalar vb. gibi nedenlerin bir araya gelişinin bir ürünü olarak görmek. Bu sayılan nedenler gerçekten de belirli ülkelerde faşizmin güç kazanması ve iktidara gelebilmesini kolaylaştırmıştır. Üstelik kitle siyasetine yabancılık, geç uluslaşma vb. gibi yalnızca o denem için geçerli olabilecek nedenler gerçekten de o dönemin faşizmini tahlil de gözetilmesi gereken önemli faktörlerdir.

a-Geç uluslaşma ve faşizm
Örneğin İtalya içten faktörlerin değil Fransa ve Piomente devletinin askeri eylemlerinin bir türevi olarak ulusal birliğini sağlamıştı ama tam da bu nedenle faşizmin güçlenme döneminde bu birlik hala sağlam bir birlik haline gelememişti, şekilsel bir birlik görünümündeydi. Almanya Bismarck döneminde ve ordu marifetiyle bir ulusal birlik sağlamıştı ama faşizm geldiğinde hala ekonomik, siyasi, ideolojik ve kültürel anlamda temelleri zayıf bir birlikti bu. Orta ve Doğu Avrupa’da bu tablo çok daha belirgindi. Avusturya, Romanya, Macaristan, Çekoslovakya, biraz daha geç bir tarihte Türkiye vb. ulusal birlik kurma süreçlerini dünya da esen faşizan rüzgâr ortamında ve ırkçılık çalan milliyetçi ve “yeniden doğuşcu” söylemler eşliğinde tamamlamışlardı.  Bu süreçte bu ülkelerde Alman ya da İtalyan işbirlikçisi faşist akımlarda mevcuttu ama ağırlıklı olan faşist akımlar değil geç ve önceki dönemlere göre daha gerici bir uluslaşma süreciydi esasta söz konusu olan. Benzer sayılabilecek bir yaklaşım da Weber’den değil ala Webercilerden gelmişti. Onların faşizme bakışı daha sınıfsal temele sahip olmak anlamında Marksistlere yaklaşıyordu. Ne var ki onlar faşizmi Marksistler gibi büyük sermaye ve küçük burjuva kitleler denklemi içinde değil feodal hâkim sınıf ve küçük burjuvazi denklemi içinde ele alıyorlardı. Faşizm, onlara göre, Doğu Almanya’daki ve İtalya’nın Po vadisindeki feodal egemen sınıfların, İspanya’daki latifundistlerin, Japon asker kastının milliyetçi küçük burjuvazinin hareketlenmesini kendi gerici çıkarlarına entegre etmesinden kaynaklanan hareketti.  Weberciler faşizmi bu ülkelerdeki burjuva devrimlerinin ve burjuva demokrasilerinin eksik ve zayıf yanlarından beslenen anti modern ve gerici bir hareket olarak görüyorlardı. Dolayısıyla burjuva devrimlerin, burjuva demokrasisisin ve modernizmin kemale ermesiyle faşizm tehdidi de kalıcı olarak ortadan kalkacaktı.

Görüldüğü gibi bu yaklaşımlar faşizmi belirli bir tarihsel momentin o momente özgü arızi bir hastalığı olarak görmekteler ve dolayısıyla faşizm defterini o tarihle başlatıp o tarihle kapatma eğilimindeler. Bu yaklaşımlar en azından faşizmi ideolojik ve kültürel parantez içine hapis etmeyip  belirli bir tarihsel, ekonomik siyasal, sosyal, kültürel ve ideolojik bağlam içinde analiz etmek çabası açısından egemen liberal ve muhafazakâr literatüre göre nispeten yöntemsel bir üstünlüğe sahipler.  Ne var ki, bazı önemli alanlarda egemen literatürle aynı zaafı da paylaşıyorlar. Faşizmi belirli bir zaman dilimi belirli bir coğrafya ve belirli birkaç örnek üzerinden analiz etmek, faşizmi yalnızca alttan gelen bir tepki ve tehdit olarak görmek ve dolayısıyla verili egemen sınıf, yönetici seçkinler ve devlet yapısı ile faşizm arasındaki bağlantıları ya tümden yok saymak ya da ihmal edilebilir bir faktöre indirgemek gibi çok temel alanlarda egemen burjuva literatürle aynı yöntemsel tutumu paylaşıyorlar. Bu durumda faşizm belirli bir tarihteki spesifik olaylarla ya da geçmişe ait sınıfların geriye dönük özlemlerine indirgeniyor. Birincil determinist ilişkiler buharlaştırılırken ikincil determinist ilişkiler belirleyici hale getiriliyor. Bu durumda ikinci dünya savaşı sonrası soğuk savaş faşizmleriyle, bugün yükselmekte olan faşist ve faşizan hareketleri de muhafazakâr otoriterlik, radikal sağ, sağ popülizm gibi isimlerle perdelemek kaçınılmaz oluyor.” Faşizm yükseliyor!” uyarıları da gereksiz bir vesvese ya da komünizm artığı boş ideolojik önyargı olarak yaftalanıyor.

b-Ve diğer savlar
Söz konusu literatürde sıkça “1. Dünya Savaşı olmasaydı faşizm olmazdı”, “liberal demokrasi güçlüyse faşizm gelişemez”, “Sağ muhafazakarlık zayıflatılmasa faşizmin iktidara gelmesi olanaksızdı”, ya da “faşizmin zaferinde Hitler ve Mussolini’nin kişisel karizmaları ve kullandıkları etkili propaganda teknikleri belirleyici önem taşır” ve hatta daha nadir de olsa “demokrasi ve oy hakkı olmasaydı faşizmde iktidara gelemezdi” gibi argümanlara rastlanır. Bu savaşın etkisi, yerleşik siyaset elitlerinin kitle siyasetine yabancılığı gibi savlar yukarıda belirttiğimiz gibi ikincil etkenleri birincil etkenlerin yerine ikame etmekle ilgili. Gerçekten de savaşın devletlerin milliyetçiliğe geniş bir alan aşması, dış düşmanın yanı sıra iç düşman retoriğini siyasette olağanlaştırması, şiddeti ve militarizmi gündelik yaşamda ve siyaset dilinde meşrulaştırması, eril söylemin çok daha öne çıkarılması, ulusal intikam duygularının ateşlenmesi vb. gibi faşizmi besleyen bir dizi etkisi olmuştur. Ama tarih faşizmin her zaman savaş ile birlikte var olmasının zorunlu olmadığını ortaya koyduğu gibi iki dünya savaşı döneminde iktisadi, emperyalist hegemonya krizi gibi her ikisine de besleyen çok daha belirleyici ortak bir etkenin varlığını da ortaya koyuyor. Ne var ki, bu son derece önemli olan etkene, yani küresel hegemonya krizi olgusuna egemen burjuva faşizm literatüründe rastlamak mümkün değildir.

Kitle siyasetine yabancılık yerleşik siyaset elitleri açısından doğru bir saptamadır.  Oy hakkı 1890lı yıllardan itibaren kural olarak sadece erkekleri kapsayacak biçimde genişlemeye başladı ve tarihler 1914’ü gösterdiğinde Avrupa’da artık yaygın sayılabilecek bir uygulama haline gelmişti. Yılların mücadelesinin yanı sıra bizzat savaş koşullarının kendisi de temel savaş gücü olarak kullanılacak olan erkek nüfusa oy hakkı tanınmasında etkileyici oldu. O güne kadar ki siyaset her biri bir centilmenler kulübü görüntüsünde olan ve sadece burjuva kesimlerin egemenliğindeki liberal ve muhafazakâr partiler ile sınırlı bir alandı. Bu durumun tek istisnası ise o an bölünmemiş olan işçi sınıfı partileriydi. Kitle siyaseti bu kesimin tekelindeydi, Verili burjuva partileri gerçekten de ezilenler ile iletişim ve politik bağ kurabilecek yetenek ve deneyimden büyük ölçüde yoksundular, ayrıca buna pek istekli olduklarını söylemek de mümkün değildir. İşçi sınıfı partileri üstelik artan ekonomik kriz, yaşanan ideolojik kriz ortamında bu nedenle çok daha ciddi tehdit haline gelmişlerdi. Faşizm bir kısmı sosyalist kitle siyaseti tedrisatından geçmiş olan ama çoğunluğu yerleşik elit tabakanın dışından yani halktan gelen kadro yapısıyla işçi sınıfı partilerine bu alanda tek karşı koyabilecek özellikte ki siyasi yapıydı. Ne var ki bu nokta da çok daha önemli iki hususun altını çizmek gerekir; burjuva siyasetteki krizin esas nedeni bu değildi; sistemin her alanda yuvarlandığı çok boyutlu kriz burjuva ideolojisi ve siyasetinde de temsil krizi ve inandırıcılık krizi olarak kendini gösteriyordu. Sistem içinde sosyal demokratlar da dahil her siyasi yapı yakın geçmişte denenmiş ve hayal kırıklığı yaratmıştı. Üstelik gelişmeler yürütme erkinin güçlendirildiği, yasalarla değil en fazlasından kararnamelerle ülkeyi yönetebilecek güçlü ve otoriter bir siyaseti dayatmaktaydı.  Yönetici seçkinlerin ve büyük sermaye çevrelerinin ise elindeki yerleşik siyasal ve kurumsal seçenekler ise o kadar yıpranmıştı ki bu seçeneklerle yola devam etmek, komünistler için çok geniş bir etki alanı doğması anlamına geliyordu. Zaten devletin asker ve sivil bürokrasisi ile önemli bağlantıları olan ve büyük sermaye tarafından önemli ölçüde fonlanarak özel olarak komünizme karşı mücadele kapsamında kullanılan faşist hareket ve partiler, bu yıpranmayı en az yaşamış, komünist tehlikeye karşı hem söylemsel ve hem de paramiliter yetenekler bakımından etkili olabilecek bir seçenek olarak, işte hemen ileride, orada yakın bir yerde duruyorlardı.

Faşizmin iktidar olmasında belirleyici olan Hitler’in ve Mussolini’nin karizması ya da propaganda ustalıkları değildi yani. Eğer tarih başka türlü ilerlese muhtemelen itici, kaba saba, cahil ve liderlik açısından da kayda değer bulunmayan liderler olarak anılacaklardı. Üstün propaganda yöntemlerine gelecek olursak yöntemlerinin çoğu işçi sınıfı petrilerinin kitle siyaseti yöntem ve deneyimlerinden kopyalanmaydı. Tabi ki özellikle ulaşım ve iletişim alanındaki gelişmelerden de yararlandılar; bu konularda ustalaşmış komünist muarızlarıyla rekabet edebilmeleri için kitle çalışması, propaganda ve ajitasyon yöntemlerini azami ölçüde kullanmak zorundaydılar. Ama bu yöntemleri ve teknolojik olanakları tek kullananlar da onlar değildi. Komünistler ve sosyal demokratların yanı sıra liberaller ve muhafazakarlarda kitle siyasetine geçiş ve yeni teknolojik imkanların ortaya çıkışı koşullarında benzer propaganda tekniklerine başvurmaya başlamışlardı. Schivelbush’un “Uzak Akrabalar” kitabında gösterdiği gibi krizin bu denli derin ve kapsamlı olarak yaşanmadı ABD ve İngiltere’de Roosevelt ve Churchill’in radyo vb. araçlar kullanarak yürüttükleri propaganda da kitleler nezdinde çok etkili olmuştu. Almanya ve İtalya’da liberal, muhafazakâr ve bir ölçüde sosyal demokratlar ile faşizm arasındaki başarı derecesindeki esas fark propaganda tekniklerinden değil ilklerinin aşırı derecede yıpranmışlıklarıyla faşizmin yepyeni ve farklı görünebilmesinden kaynaklıydı. Ama bütün bunlardan daha önemli faktör, yerleşik siyasi seçkinler, askeri ve sivil bürokrasi ve büyük sermaye arasında faşizmi iktidara getirmek konusundaki oydaşma ve verilen büyük destekti. Nitekim bu partileri isterlerse ezebilecekken tam tersini yaparak onları iktidara çağıran bizzat bu güçlerdi. Ortada ne karizmatik liderlerinin varlığı sayesinde ne de etkili kitle propagandası ve örgütlenmesiyle kitleleri geniş ölçüde etkileyebilen, bu kitlelerin aktif kalkışması ya da oy desteği ile iktidara gelen faşizm gerçeği söz konusu değildir. Dolayısıyla Passmore’nin “Faşizm” başlıklı küçük kitabında sarfettiği “Demokratik toplumun oy hakkı ve teknik örgütlenme olanakları olmasa, faşizm var olamazdı.” sözleri faşizmi belirleyici olarak kitle siyasetiyle ve alt sınıflarla özdeşleştirmesi ve faşizmi sadece aşağıdan gelebilecek bir tehdit olarak görmesi gibi açılardan değil aynı zamanda faşizmin, oy hakkı ve örgütlenme mekanizmalarını kullanarak iktidar olduğu yanılsamasını yaratması bakımından da yanlış ve aldatıcı bir değerlendirmedir.

c-Bölüm sonu
Göstermeye çalıştığımız gibi bu savların bir kısmı asli ve tali nedensellik ilişkilerinden tali olanları öne çıkarırken asli olanları görünmez kılan niteliktedir; kimileri tümüyle iddialardır. Fakat bu savların tümünün ortaklaştığı ve bugünlerde popülizm kelimesinin kullanımında da açığa çıkan son derece tutarlı bir arka plan da mevcut. Burjuva faşizm literatürü, faşizmden çok alt sınıfların siyasete katılımından rahatsızlık, hatta korku duymanın bir ifadesi olarak görülebilir. Ayrıca büyük burjuvazi, egemen siyasal elitler ve verili devlet ile faşizm arasındaki bağlantıyı karartmak konusunda zımni ama çok kuvvetli bir konsensüs net olarak kendini dışa vuruyor. Faşizmi sadece alttan gelen bir harekete indirgemek; faşizm ile kitle siyasetini, faşizmle komünizmi, faşizmle bağımsızlıkçı ulusal hareketleri eşitleme çabaları bu literatürün diğer karakteristik özellikleri…  Biz bu çalışma boyunca bu iddiamızın altını sürekli biçimde çizecek ve bazı başlıklarda ise bu iddiamızı çok daha ayrıntılı olarak ele alacağız.

Mahmut ÜSTÜN
Latest posts by Mahmut ÜSTÜN (see all)