Faşizm Spesifik Koşulların Yarattığı Tarihsel Bir Kazadır
Faşizmi belirli bir zaman aralığında üst üste yığışan ve fakat sadece o döneme özgü olan, bir daha en azından bu yoğunluk ve güçte bir araya gelmesi olanaksız geç uluslaşma, liberal demokrasinin ve sağ muhafazakarlığın zayıflığı, kitle siyasetine yabancılık, 1. Savaş sonrası bazı uluslarda görülen ve milli gururu inciten travmalar vb. gibi nedenlerin bir araya gelişinin bir ürünü olarak gören yaklaşımlardan söz ediyorum. Bu sayılan nedenler gerçekten de belirli ülkelerde faşizmin güç kazanmasını, iktidara gelebilmesini kolaylaştırmıştır. Üstelik kitle siyasetine yabancılık, geç uluslaşma vb. gibi yalnızca o dönem için geçerli olabilecek nedenler aynı nedenle o dönemin faşizminin tahlilinde mutlaka gözetilmesi gereken ikincil faktörlerdir.
a-Geç uluslaşma ve faşizm
Örneğin İtalya iç faktörlerin değil Fransa ve Piomente devletinin askeri eylemlerinin bir türevi olarak ulusal birliğini sağlamıştı. Tam da bu nedenle faşizmin güçlenme döneminde ulus hala sağlam temellere oturan bir birlik haline gelememişti; şekilsel bir birlik görünümündeydi. Almanya, Bismarck döneminde ve ordu marifetiyle ulusal birliğini sağlamıştı ama faşizm geldiğinde orada da hala ekonomik, siyasi, ideolojik ve kültürel anlamda temelleri zayıf bir birlikti bu. Orta ve Doğu Avrupa’da bu tablo çok daha belirgindi. Avusturya, Romanya, Macaristan, Çekoslovakya, ulusal birlik kurma süreçlerini dünyada esen faşizan rüzgâr ortamında ve ırkçılık çalan milliyetçi ve “yeniden doğuşcu” söylemler eşliğinde tamamlamışlardı. Bu süreçte bu ülkelerde Alman ya da İtalyan işbirlikçisi faşist akımlarda mevcuttu. Ama süreçte egemen karakter faşizm değil geç ve önceki dönemlere göre daha gerici bir uluslaşmaydı. Bir diğer benzer yaklaşım da Weber’den değil ama Webercilerden gelmişti. Onların faşizme bakışı daha sınıfsal temele sahip olmak anlamında Marksistlere yaklaşıyordu. Ne var ki onlar faşizmi. Marksistler gibi büyük sermaye ve küçük burjuva kitleler denklemi içinde değil feodal hâkim sınıflar ve küçük burjuvazi denklemi içinde ele alıyorlardı. Faşizm,, onlara göre, Doğu Almanya’daki ve İtalya’nın Po vadisindeki feodal egemen sınıfların, İspanya’daki latifundistlerin, Japon asker kastının, milliyetçi küçük burjuvazinin hareketlenmesini kendi gerici çıkarlarına entegre etmesinin bir ürünüydü. Weberciler faşizmi, bu ülkelerdeki burjuva devrimlerinin ve burjuva demokrasilerinin eksik ve zayıf yanlarından beslenen anti modern ve gerici bir hareket olarak görüyorlardı. Dolayısıyla burjuva devrimlerin, burjuva demokrasisisin ve modernizmin kemale ermesiyle faşizm tehdidi, kalıcı olarak ortadan kalkacaktı.
Görüldüğü gibi, bu yaklaşımlar faşizmi belirli bir tarihsel momente özgü arızi bir hastalık olarak görmekteydiler ve faşizm defterini o tarihle başlatıp o tarihle kapatma eğilimindeydiler. Weberci yaklaşım en azından, faşizmi ideolojik ve kültürel parantez içine hapis etmemişti. Belli bir tarihsel, ekonomik, siyasal, sosyal, kültürel ve ideolojik bağlam içinde analiz etmekteydiler. Bu nedenle, egemen liberal ve muhafazakâr literatüre göre nispeten yöntemsel bir üstünlüğe sahipler. Ne var ki, bazı önemli alanlarda onlarda egemen literatürle aynı zaafı paylaşıyorlardı. Faşizmi, belirli bir zaman dilimi, belirli bir coğrafya ve belirli birkaç örnek üzerinden analiz etmekteydiler ve faşizmi, yalnızca alttan gelen bir tepki ve tehdit olarak görmekteydiler. Dolayısıyla verili egemen sınıf, yönetici seçkinler ve devlet yapısı ile faşizm arasındaki bağlantıları ya tümden yok saymak ya da ihmal edilebilir bir faktöre indirgemek gibi çok temel alanlarda egemen burjuva literatürle aynı yöntemsel tutumu paylaşıyorlardı. Bu durumda faşizm belirli bir tarihteki spesifik olaylara ya da geçmişe ait sınıfların geriye dönük özlemlerine indirgeniyordu. Birincil determinist ilişkiler buharlaştırılırken ikincil determinist ilişkiler belirleyici hale getiriliyordu. Böyle olunca ikinci dünya savaşı sonrası soğuk savaş faşizmleriyle, bugün yükselmekte olan faşist ve faşizan hareketleri de muhafazakâr otoriterlik, radikal sağ, sağ popülizm gibi isimlerle perdelemek kaçınılmaz oluyordu” Faşizm yükseliyor!” uyarıları gereksiz bir vesvese ya da komünizm artığı boş ideolojik önyargı olarak yaftalanıyordu.
b-Ve diğer savlar
Söz konusu literatürde sıkça “1. Dünya Savaşı olmasaydı faşizm olmazdı”, “liberal demokrasi güçlüyse faşizm gelişemez”, “Sağ muhafazakarlık zayıflatılmasa faşizmin iktidara gelmesi olanaksızdı”, ya da “faşizmin zaferinde Hitler ve Mussolini’nin kişisel karizmaları ve kullandıkları etkili propaganda teknikleri belirleyici önem taşır” ve hatta daha nadir de olsa “demokrasi ve oy hakkı olmasaydı faşizmde iktidara gelemezdi” gibi argümanlara rastlanır. Kuşkusuz ki I. Emperyalist Savaşın, devletlerin söylemlerinde milliyetçiliğe geniş bir alan açması, dış düşmanın yanı sıra iç düşman retoriğini siyasette olağanlaştırması, şiddeti ve militarizmi gündelik yaşamda ve siyaset dilinde meşrulaştırması, eril söylemin çok daha öne çıkarılması, ulusal intikam duygularının ateşlenmesi vb. gibi faşizmi besleyen bir dizi etkisi olmuştur. Ama tarih faşizmin, her zaman savaş ile birlikte var olmasının zorunlu olmadığını ortaya koyduğu gibi iki dünya savaşı arası döneminde, emperyalist hegemonya krizi gibi, savaş ve faşizmin her ikisine de besleyen çok daha belirleyici ortak bir etkenin varlığını da ortaya koyuyor. Ne var ki, küresel hegemonya krizi olgusuna egemen burjuva faşizm literatüründe rastlamak neredeyse imkansızdır.
Kitle siyasetine yabancılık, yerleşik siyaset elitleri açısından doğru bir saptamadır. Oy hakkı 1890lı yıllardan itibaren kural olarak sadece erkekleri kapsayacak biçimde genişlemeye başladı ve tarihler 1914’ü gösterdiğinde, Avrupa’da artık yaygın sayılabilecek bir uygulama haline gelmişti. Yılların mücadelesinin yanı sıra bizzat savaş koşullarının kendisi de, devletler açısından temel savaş gücü olan yetişkin erkek nüfusa oy hakkı tanınmasında etkileyici oldu. O güne kadar ki siyaset her biri bir centilmenler kulübü görüntüsünde olan ve burjuva kesimlerin açık egemenliğindeki liberal ve muhafazakâr partiler ile sınırlı bir alandı. Bu durumun tek istisnası ise işçi sınıfı partileriydi. Kitle siyaseti sadece sosyal demokrat ve komünist partilerin tekelindeydi, Verili burjuva partileri, ezilenler ile iletişim ve politik bağ kurabilecek yetenek ve deneyimden büyük ölçüde yoksundular; ayrıca buna pek istekli olduklarını söylemekte mümkün değildir. Üstelik artan ekonomik kriz, yaşanan ideolojik kriz ortamında işçi sınıfı partileri sistem açısından çok daha ciddi tehdit haline gelmişlerdi. Henüz gerekli güçten yoksun olsalar da büyük ölçüde elit tabakanın dışından, yani alt ve alt orta sınıftan gelen, bir kısmı da sosyalist kitle siyaseti tedrisatından geçmiş olan kadro yapısıyla faşist hareket, işçi sınıfı partileriyle kitle siyaseti alanında yarışma potansiyeli olan o an için tek ciddi siyasal güçtü. Ne var ki tam da bu nokta da çok daha önemli olan iki hususun altını da çizmek gerekir: burjuva siyasetteki krizin esas nedeni kitle siyasetine yabancılık değildi; sistemin her alanda yuvarlandığı çok boyutlu kriz, burjuva ideolojisi ve siyasetinde de temsil krizi ve inandırıcılık krizi olarak karşılığını bulmuştu. Sistem içinde, sosyal demokratlar da dahil, tüm yerleşik siyasi yapılar yakın geçmişte denenmiş ve hayal kırıklığı yaratmıştı. Üstelik gelişmeler yürütme erkinin güçlendirildiği, yasalarla değil en “demokratik” olasılıkla kararnamelerle ülkeyi yönetebilecek güçlü ve otoriter bir siyaseti dayatmaktaydı. Yerleşik siyasal ve kurumsal seçenekler ise o kadar yıpranmıştı ki, bunlarla yola devam etmek, komünistlere çok geniş bir etki alanı fırsatı doğması anlamına gelecekti. Komünizme karşı mücadele kapsamında kullanılan faşist yapıların zaten devletin asker ve sivil bürokrasisi ile önemli bağlantıları vardı; büyük sermaye tarafından da önemli ölçüde fonlanıyorlardı. Henüz denenememiş ve yıpranmamış halleriyle, komünist tehlikeye karşı hem söylemsel ve hem de paramiliter yeteneklere sahip yapılarıyla etkili olabilecek bir seçenek olarak faşizm, hemen yanı başlarında duruyordu.
Faşizmin iktidar olmasında, Hitler’in ve Mussolini’nin karizması ya da faşistlerin propaganda ustalıkları belirleyici bir önemde değildi yani. Eğer tarih başka türlü ilerlese, her ikisi de muhtemelen kaba saba, cahil ve liderlik açısından kayda değer hiçbir özellikleri olmayan itici özellikte siyasi figürler olarak anılacaklardı. “Üstün propaganda yöntemleri” iddiasına gelecek olursak, faşist yapıların kullandıkları araç ve yöntemlerinin çoğu, komünist ve sosyal demokrat partilerinden kopyalanmaydı. Elbette, kitle siyaseti alanında ulaşım ve iletişim alanındaki gelişmelerden çokça yararlandılar. Ama bu yöntem ve olanakları tek kullananlar onlar değildi. Komünistler ve sosyal demokratların yanı sıra liberaller ve muhafazakarlarda, kitle siyasetine geçiş ve yeni teknolojik imkanların ortaya çıkışı koşullarında, benzer propaganda tekniklerine başvurmaya başlamışlardı. Schivelbush’un “Uzak Akrabalar” kitabında gösterdiği gibi, krizin bu denli derin ve kapsamlı olarak yaşanmadığı ABD ve İngiltere’de, Roosevelt ve Churchill’in radyo, tren, uçak vb. araçlar kullanarak yürüttükleri propaganda da kitleler nezdinde çok etkili olmuştu. Diğerleri ile faşizm arasındaki başarı farkı propaganda tekniklerinden değil, ilklerinin aşırı derecede yıpranmışlıklarına karşın faşizmin yepyeni ve farklı görünebilmesinden kaynaklanmaktaydı. Tabi, bütün bunların yanı sıra asıl faktör, yerleşik siyasi seçkinler, askeri- sivil bürokrasi ve büyük sermaye içinde faşizmi iktidara getirmek konusundaki oydaşmanın ürünü olarak faşist yapılara verilen büyük destekti. Nitekim faşist partileri iktidara davet eden bizzat bu güçlerdi. Ortada ne karizmatik liderlerinin varlığı sayesinde ne de etkili kitle propagandası ve örgütlenmeyle kitlelerden geniş ölçüde eoy desteği alarak iktidara gelen bir faşizm gerçeği yoktu. Dolayısıyla, Passmore’nin “Faşizm” başlıklı küçük kitabında sarfettiği “Demokratik toplumun oy hakkı ve teknik örgütlenme olanakları olmasa, faşizm var olamazdı.” Sözleri, yalnızca faşizmi belirleyici olarak kitle siyasetiyle ve alt sınıflarla özdeşleştirmesi ve faşizmi sadece aşağıdan gelebilecek bir tehdit olarak görmesi gibi açılardan değil aynı zamanda, faşizmin, oy hakkı ve örgütlenme mekanizmalarını kullanarak iktidar olduğu yanılsamasını yaratması bakımından da yanlış ve aldatıcı bir değerlendirmedir.
c-Bölüm sonu
Göstermeye çalıştığımız gibi bu savların bir kısmı asli ve tali nedensellik ilişkilerinden tali olanları öne çıkarırken asli olanları görünmez kılan niteliktedir; kimileri ise tümüyle temelsiz iddialardır. Fakat bu savların tümünün ortaklaştığı -ve bugünlerde popülizm kelimesinin kullanımında da açığa çıkan- son derece tutarlı bir arka plan da mevcuttur. Burjuva faşizm literatürü, faşizmden çok alt sınıfların siyasete katılımından rahatsızlık ve hatta korku duymanın bir ifadesi olarak görülebilir. Ayrıca büyük burjuvazi, egemen siyasal elitler ve verili devlet ile faşizm arasındaki bağlantıyı karartmak konusunda zımni ama çok kuvvetli bir konsensüs bu literatürde net olarak kendini dışa vuruyor. Faşizmi sadece alttan gelen bir harekete indirgemek; faşizm ile kitle siyasetini, faşizmle komünizmi, faşizmle bağımsızlıkçı ulusal hareketleri eşitlemek çabaları, bu literatürün diğer karakteristik özellikleridir. Biz bu çalışma boyunca bu iddialarımızın altını sürekli biçimde çizeceğiz. Yeri geldikçe de bu iddialarımızı daha da ayrıntılandırmaya devam edeceğiz.
Latest posts by Mahmut ÜSTÜN (see all)
- Faşizm Üzerine Notlar (6) - 9 Ocak 2025
- Faşizm Üzerine Notlar (5) - 1 Ocak 2025
- Faşizm Üzerine Notlar (4) - 20 Aralık 2024