2013 yılında yayınlanan bir yazıdan alıntılar-
afyon meselesi
Görünen o ki “sosyalistlerin” klasik olarak tanımladıkları yapıtları bir yeniden okuma gereksinimi onlar adına hasıl olmuştur. Bu salt bir “yeniden okumada” olmamalıdır üstelik; şartlar “farklı” okumayı da zorunlu kılıyor; kitaplar devrimci ağabeylerinin ya da tarikatlaşmış örgüt/parti liderlerinin önerdiklerinden ya da dayattıklarından farklı bir şekilde yeniden okunmalı. Tekrarlıyorum; bir başlangıç tanımlamak istiyorlarsa eğer bu da yola çıkış koşullarından biri olmalı. Kendileri bilir, benim diyeceğim bu. Bize yıllarca “Alman İdeolojisi” diye okuttukların “şeyin” ne olduğunu ya da ne olmadığını gördükten sonra benim diyeceğim bu. Bu bağlamda “asıl sorunu” tanımlamakta uyarı mahiyetinde bir önem taşıyor. O büyük devrimci ağabeyleriniz, ablalarınız, şeyhleriniz peygamberleriniz, sosyalist devrimci liderlerin adlarını adlarının önünde telaffuz edilmesinden –etmekten- utanmayan liderlerinizin her nedense bu durumun farkına bir türlü varamamış olmaları. Nedenini sorgulamak çok önemli.
Diğer taraftan burada tanımlamaya çalıştığım sorunun daha az üstünde durulan bir yanını da dile getirmek gerekiyor; sosyalistlerin “diğer” kitabı okuma konusundaki isteksizlikleri. Alman İdeolojisini özetinin özetinden okuyup anlamaya çalışanların Feuerbach’a ait bir okuma yapmalarını beklemek duruma karşı bir haksızlık olur! Yıllar yıllar önce, henüz kendimi hala sosyalist olarak tanımladığım ya da öyle sandığım çağlarda derin ideolojik bilgisiyle ünlenmiş bir devrimci sosyalist abimize “Ludwig Feuerbach Hıristiyanlığın Özü’nde epistemolojik bir bakışla etik konusunda oldukça reformist bir yaklaşım sergilemiyor mu” diye sorduğumu anımsıyorum, naçizane küçük burjuva eklektik ideolojik kurgumla… Aldığım yanıt son derece öğretici olduğu için ısrarla paylaşmak zorundayım: “Ludwig Feuerbach mı, o kim?”
Burada mutlaka “onlarında” okunması gerektiğini iddia etmiyorum; zaten bu durumda bilmelerinin dahi imkânsız olduğunu düşünüyorum. Yalnız bu türden okuma zafiyetlerinin yol açtığı durumların nedenini sorgularken dile getirilmeleri gerekli. İşte bu nedenle “din halkın afyonudur” aforizmasının da alabildiğine eksik yorumlandığını düşünüyorum. Yanlış yorumla eksik yorum arasında, söz konusu olan “ideoloji” ise yanlış yorum lehine de bir fark olduğunu ara not olarak belirtmek zorunlu.
Gelinen nokta itibariyle –sosyalist ağabeylerinizin geldiği noktadan bahsediyorum- din, halkın olmakta ziyade sosyalistlerin afyonu olmuş durumda. Aforizmaya bir yanlış okuma notu da ben düşmek ve bir hipotezle bu yanlışımı taçlandırmak istiyorum “Din sosyalist aydınların afyonudur.” Yine yanlış bir soruyla devam edilebilir; hala “demokrasi” tanımı üzerinden siyaset yapanların ve “reel politik” olarak da tanımlayarak bu aşağılık ve geri duruşlarına meşruiyet kazandırmaya çalışanların olduğu; hala “kültür” üzerinden yalnızca siyaset/politika değil ideolojide kurgulamaya çalışarak sosyalistlikte pabucu kimseye kaptırmayanların olduğu bir çağda Felsefenin Sefaleti’nden önce Sefaletin Felsefesi’nin farkına varılması gerekmiyor mu? Ve fazlaca iyimser bir soru daha: Farklı başlangıçlarla bu “ideolojik” ve ahlaki çürümenin önü alınabilir mi. Ben bu bağlamda toptan bir reddedişten çok toptan bir yok edişin çok daha faydalı sonuçlara doğuracağını düşünüyorum.
din sosyalist aydınımızın afyonudur
Birkaç yıl öncesine göre göreceli bir “ilerlemeden” söz edilse bile demokrasi ve gerçekçi politika argümanlarının arkasına saklanılarak sergilenen duruş, gidişat denen şey dikkate alındığında aşağılık bir görüntünün sergilenmesini sağlamaktadır. “Sosyalist” aydın denen güruhun temel ideolojisinin sosyalizm değil pragmatizm olduğunu cesaretle dile getirip yüzleşelim bu gerçekle. Hatta “pragmatizm” tanımının da –ve jargonumuzda yer alan hiçbir hakaretin- durumu aslında açıklamaya yetmediğini söyleyip sergilenen tablo için bir izm arayışına girişelim:
Olmamışlık-olamamışlık söz konusu. Bir düşüklük ve bir düşkünlük söz konusu. Bu gerçekle yüzleşelim; yüzleşerek arınalım. Bu zorunluluğu cesaretle üstlenelim. Bu cesaret gösterilirse gerisi kuşkusuz daha kolay olacaktır, bundan emin olalım.
Hiç kuşkusuz bu mücadelede karşımıza “sosyalizmin her türden ideolojik silahı” ile çıkacaklardır. İşte yılmamamızı sağlayan da bu olmalı aslında. Strateji, taktik ve siyaset; bu yavşakistlerin zavallıca dillerine doladıkları kelimeler. Onları fetişe etmekten yüceltmekten ve tüm bir yaşamım boyunca sonuçları itibariyle düşündüğümde hep tiksindiğim kelimeyle “saygı duymaktan” vaz geçelim. Onların tamı tamına BU DÜNYANIN İNSANLARI olduğunu görelim. Bu dünya ile distopyamız arasında bir tercih yapalım; tercihim ikincide yana. Yola çıkışa gelince emin olun en kolay başlangıç onların reddedilmeleriyle başlıyor.
Kendime konferanslarda daha öncede dile getirdiğimi anımsıyorum, ilk söz edişimden, neredeyse bundan 15 yıl önce: “İslami faşizm” tanımını… Her dile getirişimde çevremde var olan “büyük düşünür ve siyaset adamlarının” buna şiddetle karşı çıktıklarını da anımsıyorum. Kabul edersiniz ki bu karşı çıkış yalnızca kendine konferans verme hacminde olan benim gibi birisinin baş edemeyeceği ideolojik argümanlarla destekleniyor, savım yerden yere vuruluyordu. Neredeyse! Bu sav o gün olduğu gibi bugünde tartışılabilir, ne diyebilirim ki. Benim sorunum, sorun dışarıdan aymazlık gibi görünen çeşit çeşit pragmatizmin bir kez daha örneklenmesi üzerine.
Ama ısrarla tekrarlamaktan ve savunmaktan geri durmayacağım bir mevzuu da var; o da Türkiye –ve belki de dünya- solunun “din” ile olan mesafesini tanımlayamamış ve din ile olan “ilişkisini” bu dünya ya ait “halk” “demokrasi” gibi kavramların arkasına sığınarak ya da orada mevzilenerek kesememiş (belki de kesmemiş=pragmatizm) olduğu gerçeğidir. İşte tamı tamına onun içindir ki bu sol bırakıldığı yerde otlar haldedir. Bu durumu realize eden meşrulaştıran yüzlerce, binlerce derin kitap, derin analiz bulabilirsiniz. Ancak bu türden bir meşruiyet durumunun bu dünya algısı ile örtüştüğünü de kabul etmeniz gerekir.
Tezimizi safça tekrarlayarak devam edelim; din sosyalist aydınlarımızın afyonudur, çünkü onlar Sefaletin Felsefesinden bi haber Felsefenin Sefaletini ezber etmekle yükümlü kılınmışlardır.
keşke…
Keşke bu kadar kolay olsa; bu kadar net görülebilse. Tedavisi kolay olurdu. Ancak sorun çok daha basit ve onun içinden çıkılamazlığı bu basitliğinden kaynaklanıyor. O halde kendim ile kısmen çelişkiye düşmek pahasına da olsa konferansıma devam edeyim.
Sosyalistlerimizin din kurumu ve din siyaseti ile olan ilişkisini, onların “dinci kurumlarla” olan ilişkisini salt pragmatik bir ilişkiye indirgemek, sorunun çözüm yollarının ulaşılabilirliliğini görünür kılar. Ancak sorunun çözümünün bu kadar kolay olmayacağını görmek, nedenini anlayamadığımız için bu bağlamda dışa vuramadığımız karamsarlığımızın derinleşmesine neden olur. Kanımca asıl sorun sosyalistlerin ateist olmamaları ya da olamamalarıdır. Bu durum temel bir genetik kodlanmışlık meselesi olarak karşımızda durmakta ne var ki ısrarlı ve dikkatli bir şekilde görmezden gelinmekte konuşulmamakta konuşulamamaktadır. Gizli inanmışlıklarını sürdüren dinli sosyalistlerin dinle olan ilişkilerini kendilerince sağlıklı bir şekilde sürdürmelerini sağlayan unsurlardan birisi de neden bu olmasın. Sosyalist yazında dinle olan ilişkinin ya da dinsel ideoloji eleştirilerin çoklukla siyasi kurgu üzerinden sürdürülmesinin bir nedeni de bu olamaz mı? Diye düşünüyorum! Sosyalistler için bu bağlamda başlangıcı ateizmle ya da dinle yapacakları bireysel yüzleşme, bireysel hesaplaşma oluşturacaktır. Hiç kuşkunuz olmasın ki bir küçük burjuva bu türden hesaplaşma ve yüzleşmeyi kendi sınıfının kolaycılığı açısından sınıf olmadığını iddia eden bir sınıf olarak sosyalistlerden daha kolay bir biçimde yapar. Çünkü “mülksüzün” cesareti buna muktedirdir.
Bu da “sosyalistlerin” daha çok “işi” olduğu anlamına da gelir. Bu diğer taraftan bir devrimin devrim olabilmesi için gerekli olan eşiklerden birisini de betimler. Ve olmuş ve olacak “devrimlerin” olmuş ve olası başarısızlıklarının da nedenlerinden birisidir.
Sosyalistler tümüyle bireysel ve bir o kadar da duygusal bu mesele ile olan ilişkilerini aldatmacalarla maskelemeye çalışır. Onun bu takvası aslında bir ibadet şeklinden başka bir şey değildir. Sosyalistlerin, o bir türlü ateist olamayan –bana kalırsa olma olasılığı da olmayan- sosyalistlerin, bu “eski”/ancient güruhun durumla ilgili tüm söylemlerini biçimlendirirken sarıldıkları tüm argümanların prekapitalist çağlardan miras alınması rastlantı olamaz. “Halkın kültürel değerlerine saygı”, “insan hakları” “temel ibadet hakkı”… elimizden ve dilimizden “hadi oradan” demekten başka bir şey gelmiyor.
Sosyalistlerimizin özellikle din meselesi mevzu olduğunda diğer meselelerle kıyaslanmayacak ölçüde bir akıl tutulması yaşamalarının, kekemeleşmelerinin, vesairelerinin nedenlerini sorguluyorum kendimce… Sosyalistlerin reddetme retoriğinin sadece ideoloji ve sistemle (kapitalizm) bir arada kurgulanması ve sınıflı ve çok katmanlı bir toplumda, onu tümden red edecek argümanlara ve tabii ki cesarete sahip olamamak, bu türden içselleşmiş, içselleştirilmiş ve hatta zor unsurunun en bireysel kıyıcılığında sahiplenilmiş aşağılık bir yoksunluk durumu ile karşı karşıya olduğumuzu açık sözlülükle ifade etmek gerekiyor. Çünkü bu yoğun yoksunluk durumunun insanı götüreceği tek yer tanrısının yanıdır.
Bu, diğer taraftan bir zekâ yitiminin, akıl boşlanmasının da göstergesidir. Birçok soruya en kolay yanıtı “tanrısı” verir çünkü. Hesaplaşmaz, yüzleşmez, YANIT ARAMAZ; “lan ben nasıl komünistim” diye kendine sormaz. Belki de doğrudan bir mülkiyet kurgusu olan pragmatik ilişki kurmasındaki temel iteleyici unsurda bu hesaplaşmama durumudur. Bu biraz iyimser bir yaklaşım oldu, karamsar masamıza geri dönelim; bu bağlamda günümüz toplumun en muhafazakâr guruplarından birisini de “eski sosyalistler” oluşturuyor demek hakkına sahip olduğumu düşünüyorum, naçizane bir biçimde. Çünkü onlar “tanrı yoktur” diyemedikleri için ve bunda ötesinde -derininde- iyiden iyiye inandıkları için az önce söz ettiğimiz türden (dine saygı, insana saygı, kültüre saygı vs.) argümanların üretilmesinde değişen zamana karşın değişmez bir çaba ve sürdürülebilirlilik durumu gösteriyorlar.
Aykırı bir soru ile bölümü atlayalım: “sakın ola nihilizme olan bu düşmanlıklarının temelinde tanrı severlik yatıyor olmasın?”
bir alıntı
“Nasyonal sosyalist propaganda kuşkusuz çok ilkeldir. Ama halkın düşünce seviyesi de çok ilkeldir.”
islami faşizm
1980 tarihi ile başlatılabileceği artık bugün iyice netleşmiş “ikinci cumhuriyet” çağında “İslamcı faşizm” terimini/deyimini ilk kullananlardan birisi olduğumu iddia edebilirim. “Kanıtla” derseniz kanıtlayamam ancak işi ısrarcı bir iddiaya bindirirseniz kanıtlama çabasına da girişmekten geri durmam. Yıllar öncesinde bu “duruşum” üyesi bulunduğum entelektüel ortamda pek küçümsenmiş, alaycı eleştiri konusu olmuştu. Benim için kasımpaşa… türünden durumlar. Biz küçük burjuvalar için…
Faşizm denince aklına sadece Hitler gelen ve faşizm üzerinden analizlerini de Dimitrov-Poulantzas ekseninde yapan geleneksel sol yaklaşımın –hele ki pragmatizm- batağında ülkesinde olup bitenleri doğru yorumlama yeteneğinde olmadığını iddia etmek zor olmayacaktır. Ve anılan süreç itibariyle bu tanımın ilk kez “anarşist” bir dergide haklı olarak dile getirildiğini not etmek gerekiyor. Kuşkusuz gelecek kurgusunu yapmaktan aciz bir saplantılı sol için üzücü ancak benim için oldukça sevindirici bir durum olduğunu da belirtmek gerekiyor. Kişisel bir yaklaşımımı tekrarlamak durumundayım: faşizm her şeyden önce bir hissediştir. Baskının ve devlet terörünün altında benliğinin tüm unsurlarıyla tüm hücreleriyle hissedişinin adı olarak görürüm faşizmi. Onun hakkındaki diğer doğrulamalar benim için ancak ve ancak bu hissediş durumundan sonra gelir.
Yıllar önce yitirdiğim bir dostu anarak, anımsayarak devam edelim. Bir başucu kitabı vardı, sanırım adı “Nazi İmparatorluğunun Yükselişi”ydi. Neredeyse yirmi yıl kitap koltuğunun kenarındaki sehpanın üzerinde durdu. Pek sık olmayan ziyaretlerimde günün anlamına göre ya da olup bitenlere göre bir bölüm okur benzerliği tartışmaya açardı. Ancak asıl sorun bu benzerlikler dışında onların çok öncesinde ben olarak hissettiğim baskıyı öncelemekti. Evet süreç gerek bireysel gerekse toplumsal bir paralellikte ilerliyordu. Peki, solu “hak”, “özgürlük” “yetmez ama” vs. retorikleri arkasında saklanarak işlevsizliğe ve doğal olarak teslimiyete iten neydi?
Sosyalist aydınlar 30 yıla yakın bir süredir liberalizme ve onun açtığı kapıdan (kapı=pragmatizm) faşizme savrulmuşlardır. Her ciddi sorun sürekli bir savruluşu da beraberinde getirmiş bu hainler yaptıklarının meşruluğunu demagojik argümanlarla maskeleyip yeni ve çağcıl bir sol tanımı imiş gibi sunmaya çalışmışlardır. Ayrışım toparlanamaz bir haldedir; bu kanserleşmenin yalnızca hedef organların değil neredeyse tüm bir organizmanın top yekûn imhasından başka tedavisi yok gibi gözükmektedir. İşte umudumuz bu distopyadadır. Çünkü en azından BEN (BİZ) sağlıklı olduğumu iddia edeceğim bir durumdayım. Evet, herkes bütün bir sosyalist dünya beni küçük burjuvalıkla suçlayabilir ama kimse bana ne hain, ne dönek ya da “liberal” vesaire, “özgürlükçü” vesaire diyemez.
İslamcı faşizm bağlamında “sol’un” aymazlıkla körlük arasındaki yalpalamasının nedenini açıklamanın öyle uzun uzun derin –ve anlaşılmaz- ve sorunun özüne değinmekten ustaca kaçınan analizlere gereksinim olmadığını düşünüyorum. Aksine her şey evet ama her şey son derece anlaşılabilir bir “gelişme” göstermiştir. Sorun soldan çok kuşkusuz solcularla ilgilidir ancak sol ile de hepten ilgisiz değildir.
saptamalar
Yazıma küçük, küçük burjuvamsı kimi saptama ve içerdikleri önermelerle devam edeceğim:
Neo-liberal çağda genel bir retorik, orta sınıfın güçlenmesinin kapitalizmin kurgusu içinde mümkün olabildiği kadarıyla eşitliğin gerçekleşebilmesinin yegâne koşulu olduğu idi. Güçlü orta sınıfın aynı zamanda demokrasi ve özgürlükler içinde başlıca koşul olduğu propagandası aktif bir şekilde yapılıyordu. Bu propaganda o kadar etkiliydi ki, az ve çok ve azçok gelişmiş ülkelerin az gelişmiş kimi solcularını peşinden sürükledi. Bu savrulma öyle bir noktaya geldi ki bunu yeni sol teorilerinin nirengi noktası yapmaya bile arsızca başladılar. Bu durumun oluşmasında en büyük destek ise paradoksal olarak geleneksel sol teorilerin faşizm analizlerinden alınıyordu. Bir küçük burjuva olarak yaşadıklarımdan öğrendiğim üzere dile getireceğim sav şudur: evet sanılanın aksine faşizm orta sınıfa oynar, diğer taraftan küçük burjuva ise tümüyle belirsiz doğası itibariyle tüm otoriter kurguların faşizmin ve onun versiyonunun başlıca düşmandır. Ve sosyalistlerin o şanlı işçi sınıfının ise dünya tarihi boyunca hiç ama hiçbir şekilde faşizmle bir “sorunu” olmamıştır. Her türden faşizmi özünde bir savaş hali olarak kabul etsek bile bu savaşta işçilerin bir sınıf taraf olmak gibi bir sorunsalı yoktur, olmamıştır ve güne dönersek olmayacağı görülmüştür. Çünkü faşizm yalnızca sermaye mülkiyetine değil topyekûn mülkiyete sırtını dayayan bir kurgu olarak kendini biçimlendirmektedir. Bu konjonktürseldir. İslamcı faşizm çağdaş örnekleriyle sol teorisyenlere bunu göstermiş ancak onlar görmemekte dirayetli davranmaya alabildiğine özen göstermişlerdir.
Dine sırtını dayayan faşizmler kitle ajitasyonu konusunda “sürünün” genel psikolojik ve akılsız halini çok iyi kullandığı ve bu süreçte kimi/çoğu solun kültüralist ve hümanist yaklaşımların esaretinde konjoktüre yedeklendiği görülmektedir. Başlangıçta değindiğim din ideolojisi ile gerek bireysel gerekse topyekûn hesaplaşmadan özenle kaçınılması bunun nedenidir.
Tekrarlarsak sosyalistler komünistler önce ateist olma zorundadırlar. Sorun din üzerinden kitle/halk/sürü yavşaklığı yapmaları kadar bu türden bir olmamışlıklarıdır da.
Bir küçük burjuva olarak net bir şekilde gördüğüm/tanımladığım bir sorun var: birlik durumu. Miting alanlarında el ele tutuşma soytarılığından başka bir şey olmayacak birlik söylemi toplumun geleneksel kurgusunun yeniden inşa edilmesinden başka bir işlevi yoktur. Oysa bu kurgu faşizmin yaşamın bütün unsurlarına dek yerleşmesinin biricik aracından başka bir şey değildir. O halde kahrolsun birlik denmediği sürece oyun kapitalizmin ve onun faşizmlerinin sahasında oynanmaya mahkûm olmuş demektir.
Ve savaş; doğası gereği bir iç savaşı tanımlayan faşizmin savaş çığırtkanlığı konusunda tarih öğretici. Gerekirse sermaye adına savaşa girmekten çekinmez. O hep örneksenen (!) Nazi Almanyası savaşa girerken işçi sınıfının onları tümüyle desteklediğini unutmayalım. Kuşkusuz sosyalist siyasetin bir utancı. Ancak faşizmin İslamcı versiyonunun bu bağlamda elinin çok daha kuvvetli olduğunu söyleyebiliriz. Sol jargonun kültüralizm, hak, etnisizm vs. söylemleri bu bağlamda İslamcı faşizmim “şehitlik” söylemini de kuvvetlendiriyor.
Sol gericileştikçe –ben bu gericileşme durumunun onun bireyi reddetmesiyle birebir ilişkili olduğunu düşünüyorum; bir tekrar- faşizm güçleniyor. Faşizmin bu kadar net bir “şey” iken bunca sofistike bir hal almasında sol sorumluluk/sorumsuzluk başlıca bir sorun olarak ortaya çıkıyor.
Solcular “halkın” özünde ve derinliklerinde aslında faşist olduğu gerçeğiyle yüzleşmesi ve siyasi programını bu gerçeğe göre biçimlendirmesi gerekiyor. Bu bağlamda “başkaldıranın” halk değil toplum olduğunun bilincine/farkına varılması gerekiyor. Özünde faşist olan halkın ondan hiçbir şey beklemeksizin yönetilmesinin ve güdülenmesinin kolaylığının siyasi programlarda bir avantaja dönüştürülesi gerekiyor. Oysa tarih boyunca solun halk tapınısını temel alıp bireye –küçük burjuvaya- saldırıyı temel siyaset ve yönetim biçimi yaptığı sürece faşizmin ekmeğine yağ sürdüğünü görüyoruz. Bir şeyin aslı varken niye taklit propagandaya kansın şu halk; o kadar da aptal değiller! Hele ki din unsuru işin hemen yanı başında duruyorsa.
Şimdi oldukça tartışmalı bir iddiada bulunacağım; yaptığım tekrarların özeti: “mülkiyetsizlik mülkiyeti” ve bu durumun yarattığı tedirginlik nedeniyle hiçbir sınıf –buna sosyal grup, katman vs. de ekleyebilirsiniz- küçük burjuva kadar gelecek öngörüsü açısından hassas değildir. Ve bu nedenle küçük burjuva tarihinin hiçbir döneminde işçi sınıfı kadar mülkiyet edilgen ve bu nedenle de hantal olmamıştır. Bu nedenle faşizmin farkına “herkesten” önce küçük burjuva varır, onun gelişini ilk hisseden hep küçük burjuva olmuştur. “Kimilerinin “ kaypaklık olarak tanımladığı bu tedirginlik durumunun yarattığı haklı öngörüler, distopik geleceğe duyulan güçlü inanç ve belki de özlem, küçük burjuvayı “mülkiyetsizliğin mülkiyeti” üzerinden olası devrimlerin baş aktörü yapacaktır. İddiam budur. Kim bilir?
şimdide 1999’dan kafası biraz karışık bir alıntı
Burjuva devrimleri sürecinin hemen ardından din unsurunun, burjuva ideolojilerinin önemli argümanlarından biri haline gelmesi olgusunun ihmal edilmesi ve din olgusuna yönelik burjuva devrimcilerin tutumunun paradokssal biçimde bu hatalı yaklaşımın oluşumuna neden olduğu görülmektedir. Ve kuşkusuz bu görüntü “bunca yaşananların ardından” yüzyıl öncesi ile kıyaslanmayacak ölçüde nettir. Ve bu net olma durumu, burjuvazinin temel argümanlarından biri haline gelen dinsel ideolojilerle mücadelenin devrimci sınıf mücadelesinin alanlarından biri haline gelmesini zorunlu kılmaktadır. Kültürel bir unsur olarak dini anlamak, onu bireyin kutsallık ritüeli olarak değerlendirmek mücadelenin bir sürecinde bir taktik sorunu olarak dikkate alınabilir. Bu aşamada eğitim sorunu karşımıza çıkar; eğitim konusu özetle, “inanç sistemlerinin-dinin kökeninin ne olduğu ve sonuç itibariyle neye hizmet ettiği” olmalıdır. Ve, mücadelenin başarısı ile “dinle ilgili sorunların” neredeyse tümünün çözülmesinin örtüştüğü bu eğitimin amaçlanan hedeflerinden biri olması gerekmektedir. Din halkın afyonudur ve bu afyon, sınıfsal ilişkilerin/gün geçtikçe büyüyen eşitsizliğin içselleştirilmesini sağlayan en önemli uyuşturucudur. Bu afyon, egemenlerin egemenliğinin en önemli koruyucularından, güvencelerinden birisidir. Nasıl ki ilkel insan olarak tanımladığımız ilk insanların korkuları onlarının dinini oluşturduysa, sınıflı toplumlarda ezilenlerin, yoksulların korkularını da hukukileştirerek yönetim argümanı şekline dönüştürmek işi kitaplı dinlere düşmüş ve dinler ilişkiler ve ilişkilerin bu biçimde korunması için toplumsal mutabakatı “zor”la sağlayan, onları onaylayan ideolojik biçimlere dönüşmüştür. Sınıfsız bir toplumda dinin hiçbir şekilde yerinin olmadığı konusu, antropolojiden geniş ölçüde yararlanacağımız ve bu bilgilerimizi sosyalizm ideolojileriyle kaynaştıracağımız eğitimlerin=yeni insanı oluşturma süreçlerinin temel alanı haline gelmelidir. Zaten din ve benzeri konulardaki başarı, sınıfsız toplum yaratma sürecinin başarısının da göstergesidir. Din gibi kişisel sorunlara (!) yanıt veremeyen bir “sistemin” kendi insanını, dolayısıyla kendi geleceğini oluşturma, temel ideolojik hedeflerini yakalama konusunda başarısız olacağını söylemek ise kuşkusuz falcılık değil bir gerçeğin dile getirilmesi ya da koca bir tarihin özetlenmesidir.
Ancak, dinin kişiselleşmesine -geçici bir süreliğine dahi- değer vermek, bu durum ile dinin ideolojileşmesi arasındaki sınırların alabildiğine ince ve geçirgen olması nedeniyle sorunun farklı biçimlerde ne var ki niteliğini koruyarak -belki de güçlendirerek- karşımıza çıkmasına neden olmaz mı? Soru, bu bağlamda bizimde kırılmadığı sürece bir kısır döngü içinde olabileceğimizi tanımlar. Bu şekliyle din, bireyden topluma uzanan bir çatışmanın habercisi olabilir ve bu türden bir çatışma ile baş etmek zaman sorunu göz önüne alındığında kolay olmayabilir. O halde tutsak edici bir düşünce ve davranış biçimi olarak din, kişisel bir “sorun” olarak irdelenmeye çalışılırsa bu özgürlük anlayışımızda ne kadar bağdaşacaktır. Tanıdığımızı düşündüğümüz ve değer verdiğimizi dile getirdiğimiz “vicdan özgürlüğü” durumu gerçek anlamda bir köleliğin, silinmesi ya da gizlenmesi olanaksız izlerini taşımamakta mıdır? Özgürlük ve eşitlik anlayışımızda “bazı değerler” uğruna ödün vermenin ya da bu sorunun çözümünü zamana ve yaşama bırakmanın sağlayacağı “çıkarlar” ideoloji-eylem birlikteliğinin yozlaşmasından, dejenerasyonundan başka bir işe yaramayacaktır.
Dolayısıyla mücadelenin en önemli alanlarından birisini de, en az dinsel ideolojiler ve onların tüm argümanlarına karşı olduğu yoğunlukta kişisel tanrı/din ideası oluşturmalıdır. Kuşkusuz bilinci çeşitli düzeylerde zapt etmiş tanrı kavramına karşı mücadelenin kolay olabileceği düşünülmemelidir ve tüm deneyimlerle birlikte yeni ve keşfedilecek yöntemleri de içermelidir. İnsan bilincinin en esaslı keşiflerinden biri olan tanrı ile insanı yeniden yüzleştirerek onun niteliğinin çözümlenmesi bu mücadelenin amacıdır. İnsan bilincinin birer ürünü olarak tanrı/din yasalarının “toplumsal öğe olarak birey” bağlamında değerlendirilmesi sürecinin başlatılması ile bu “yasaların” gerçek niteliğini açıklamak kolaylaşacaktır. Bu bağlamda, epistemolojik bir aforizma olan: “tanrı varsa bile onu yok etmek gerekir” yaklaşımı bir başlangıç sloganı olabilir. Böylece kapitalizmin evrensel hiyerarşi araçlarından biri olan din unsurunun temelden sarsılmasıyla kişisel özgürleşme yönünde ilk adımlardan birisi atılmış olacaktır. Dinin aynı zamanda karşı mücadele edilmesi gereken tüm ideolojilerin ve bu ideolojilerin yönetme gücü devletlerin olmazsa olmaz unsurlarından biri olduğu unutulmamalıdır. Bu da mücadelenin teklikte çok yönlülüğünü tanımlar ve bu nedenle de yapacağımız bir ayrımlaştırmanın, ertelemenin, seçmenin ve seçimlerin mücadelenin tekliğine de zarar vereceği unutulmamalıdır. Böyle bir seçim yapma özgürlüğümüz ya da böyle bir hakkımız-haklılığımız da yoktur.
*Bir Küçük Burjuva(nın) Not Defteri 2013
- Mefisto Sendromu: Sanatçı ve Toplum İlişkisi - 2 Nisan 2025
- Dipnontlar (3) - 31 Mart 2025
- Eski Bir Yazıdan* - 19 Mart 2025