Egemen İnsan Hakları İdeolojisinin Krizi

Dünyadaki bütüncül kriz, toplumsal yaşamın pek çok alanında insan haklarına saldırı olarak kabul edilen gelişmelere neden olurken insan haklarının ve insan hakları hareketinin kendisi üzerine sorgulayıcı bir düşünme biçimi geliştirilmesinin imkânlarını da zorlamaktadır. Öyle ki bizzat insan hakları kavramının ve bu kavramın evrenselliğinin sorgulanması insan hakları hareketi için ufuk açıcı olabilir.

Egemen insan hakları hareketi ve insan hakları ideolojisi sıklıkla insan haklarını “ideolojiler üstü” kabul ederek bu kavrama bir dokunulmazlık atfetme eğilimindedir. Dini bir mistifikasyona çeşitli açılardan benzetilebilecek bu korumacılığın, insanlığın binlerce yıllık ilerleyişinde katetmiş olduğu gelişmelerden geri dönülmemesi için meşru görülmesi beklenmektedir. Dolayısıyla egemen insan hakları ideolojisi, insan haklarını ezeli ve ebedi, tüm insanlar için geçerli, herkesin saygı duyması gereken ahlaki ilkeler bütünü olarak görür. Ancak bu soyutlaştırmanın iyimserliği ile hayatın pratiği arasında devasa bir uçurum bulunmaktadır. Bu uçurumun üstünü kapatmaya çalışan egemen ideolojiye göre tüm insanlar ve halklar eşit haklara sahiptir. Pekâlâ, Tanrı’nın huzurunda herkesi eşit kabul eden kutsal bir kitabın vaaz ettiğine benzer bir vaazda bulunan egemen insan hakları hareketi/ideolojisi, fiilen halkları “eşit, özgür ve kardeş” kılabilmekte midir?

Soruya cevap verirken öncelikle kutsal kitap analojisinin kullanılmasının yerinde olduğu söylenmelidir. Öyle ki Wallerstein’e göre 21. yüzyıldaki “insan hakları” kavramının, 16. yüzyıldaki Hıristiyanlık kavramından pek de farkı yoktur.[1] Kavramlardan birisi Amerikan yerlilerinin köleleştirilmesinin, diğeri ise Irak ve Afganistan müdahalelerinin ahlaki dayanağıdır. Üstelik insan hakları kavramı da en az İspanyolların, “barbarlara” “evrensel değerleri” öğretmesini salık veren Hıristiyanlık kadar mistik bir kavram olarak kullanılmaktadır. Samir Amin’in ABD halkının kendisini “Tanrı’nın seçilmiş halkı” olarak gördüğünü iddia ettiği fundamentalist propaganda[2] böylece insan hakları retoriği ile mükemmel bir ikili oluşturmaktadır. Aslen bu mistifikasyonun, biraz da NATO’nun bombardıman uçaklarının yardımıyla yeni dünyanın ‘barbarları’, insan haklarının vaaz ettiği ahlaki değerlerle tanışabilmektedir. Dünyayı bu şekilde insan haklarına sahip olan ve olmayan coğrafyalara bölen emperyalizm için apolitik bir insan hakları hareketi, oldukça büyük bir meşrulaştırma vazifesi görmektedir. Öyle ki merkez kapitalist ülkelerde, kapitalist dünya sistemiyle uyum içerisinde çalışan insan hakları aktivistleri, Amerikan yerlilerinin köleleştirilmesinin doğal olduğunu savunan Sepulveda’ya özgü bir kibirle, tepelerine bomba yağdırılan halklarla değil; bombardıman uçaklarına havalanma emri veren Kongre üyelerinin atomize hale gelmiş kimlikleri ile ilgilenmektedirler.

Apolitik insan hakları hareketinden kasıt, yalnızca merkez kapitalist ülkelerdeki siyasi bilinç zafiyeti ile ilgili değildir. Buradaki esas sorun insan hakları mücadelesinin, siyasetin yerine geçirilmeye çalışılıyor olmasıdır. Böylece insanın özgürleşmesi problemi politik, ekonomik ve örgütsel bağlarından kopartılmakta; birtakım ‘tarafsız’ insan hakları kuruluşunun çözmesi gereken uluslararası hukuka ait bir problem olarak görülmektedir. Bu bakış açısı, insan haklarını tarihsellikten ve sınıfsal çelişkilerden azade, ezeli ve ebedi olarak görmeye yol açmaktadır. Peki gerçekten insan hakları tüm bu çelişkilerden azade, “ideolojiler üstü” bir kavram olabilir mi? Yerkürede en azından iyimser bir yaklaşımla 1789’dan bu yana ideolojiler üstü herhangi bir kavram yoktur ve olmayacaktır. O halde insan haklarını ve hareketini ideolojiler üstü olarak adlandırmamız, ideolojilerin sonunu ilan eden liberalizmin zaferini ilan etmekten başka ne anlama gelmektedir? İnsan hakları hareketinin ideolojiler üstü kabul edilmesinin pratik sonucu dünyanın dört bir yanında neoliberal politikaların yıkıcılığına karşı mücadele eden hak mücadelelerini dışlamaktan başka nedir?

Egemen insan hakları hareketinin kendisini ideolojiler üstü olarak görmesi veyahut göstermeye çalışmasının yarattığı apolitizasyon, kaçınılmaz biçimde sınıfsal çelişkilerin yerine sivil toplum-devlet çelişkisinin koyulmasına neden olmaktadır. Bu durum, sivil toplumla devletin bütünüyle ayrıştığı kapitalist sistemle mükemmel bir uyum oluşturmaktadır. Marx’ın Yahudi Sorunu’nda ele aldığı şekliyle “devletin varlığı, insanın “kendi güçleri”ni “toplumsal güçler” olarak elinde tutup bunları kendisinin düzenlemesi yerine, bu güçlerin “siyasal güçler” biçimi altında insana yabancılaşarak kendisinden “ayrılmasını” ifade eder.”[3] Bu durumda sivil toplumu oluşturan insanların hakları olarak droits de l’Homme, politik yönetime katılma hakları olarak droits de citoyen’den (yurttaş haklarından) ayrışacaktır.

Kimdir citoyenden ayrışan bu homme? Sivil toplum üyesinden başka kimse değil. Niye sivil toplum üyesine insan, kısaca insan ve haklarına da insan hakları denir? Bu nasıl açıklanmalı? Politik devletin sivil toplumla olan ilişkisiyle, politik özgürleşmenin özüyle.[4]

O halde Marx’ın eleştirdiği Fransız Bildirgelerinin yazıldığı döneme dönmek ve yurttaş haklarıyla insan haklarını birbirinden büsbütün ayırmakta da bir beis görülmeyecektir. En nihayetinde sivil toplumu oluşturan insanlarla devlet arasındaki ayrışma, egemen insan hakları ideolojisince bir sorun olarak görülmemektedir. Aksine Douzinas’ın vurguladığı gibi çağdaş popüler insan hakları kampanyaları, doğrudan eylem ve tek siyasetli inisiyatifler lehine resmi politik kurumlardan uzak durarak çok sayıdaki toplumsal çelişkiyi ve parçalı mücadeleleri ortak bir hedefte birleştirmeye çalışan Marksist stratejiye adeta meydan okumaktadır.[5] O halde yüzlerce yıllık mücadele ile elde edilen siyasi katılım haklarını içeren politik hakların varlığı, egemen insan hakları ideolojisi/hareketi için pek de bir şey ifade etmemelidir. Çünkü egemen insan hakları hareketi mevcut durumunda politik iktidarı talep etmek bir yana, sivil toplumla devlet iktidarı arasındaki mesafeyi açmak için elinden geleni yapmaktadır.

Peki, iddia edildiği üzere esas çelişki gerçekten ‘otoriter rejimler’ ile temel hak ve özgürlüklerini isteyen sivil toplum üyesi yurttaşlar arasında mıdır? Öyleyse, bu yurttaşlar gerçek hayatlarında ‘gerçekten’ eşit midir? Fiilen sömüren ve sömürülen insanların eşit kılındığı bu yanılsama, eşit addedilen insanlar arasındaki sömürü ilişkilerinin görünmez kılınarak derinleşmesine hizmet etmektedir. Egemen insan hakları ideolojisi sömürü ilişkilerini ve bunların doğal sonuçlarını (savaş, göç, açlık, yoksulluk) sisteme içkin görmemekte; aksine bunların bir çeşit patoloji olduğunu iddia etmektedir. Dolayısıyla bu patolojilerle sistemi değiştirmeden, ufak iyileştirmelerle[6] başa çıkmayı mümkün görmektedir. İşte bu nedenle egemen insan hakları hareketi, bugün çoğunlukla ulusal ve uluslararası STK’ler eliyle yürütülen, mevcut sistemi değiştirmeden sistem içinde çeşitli reformlar yapmayı veyahut uluslararası düzlemde dünya-sistemin çizdiği sınırların dışında kalan devletleri sisteme dahil etmek için ‘insan haklarına saygı’ duymaya zorlamayı içeren, sistemle uyum içerisindeki bir ‘aktivizmi’ ifade etmektedir.

Eşitlik ve onur hakkındaki misyoner açıklamalar ile müstehcen eşitsizliğin kasvetli gerçekliği arasındaki uçurumun bağ kurulamazlığı ortaya çıktığında insan hakları yeni ve kontrol edilemeyen gerginlik ve çatışmalara yol açacaktır. İspanyol askerleri geçmişte, “Kahrolsun Özgürlük!” diye bağırarak, ilerleyen Napolyon orduları ile yüzleşmişti, bugün ise insanlar yeni dünya düzeninin “arabulucuları” ile “Kahrolsun İnsan Hakları” çığlıkları atarak yüzleşiyor.[7]

İnsan haklarının korunmasını kimden bekliyoruz? İnsan hakları için, Kantçı bir perspektifle konuşursak insan onurunun korunması için verilecek mücadele birtakım uluslararası kuruluşa veyahut sivil toplumdan ayrışmış devlete tevdi edilebilir mi? İnsanlığın kurtuluşu meselesi tarihten ve sınıf ilişkilerinden bağımsız görülmemelidir. Öyle ki içinde bulunduğumuz kriz ne tarihten ne de sınıf ilişkilerinden bağımsızdır. Aksine kriz, tüm dünyayı etkisi altına almış olan neoliberalizmin krizidir. Tam da bu sebeple insan hakları hareketi, kendi krizini aşmak istiyorsa önce esas çelişkiyi yurttaşlık ve eşitlik yanılsamasıyla görünmez kılan egemen-liberal insan hakları ideolojisi ile hesaplaşmalıdır. Örnekler çoğaltılabilecek olmakla beraber neoliberalizme karşı barınma, sağlık, eğitim, ulaşım, temiz ve kullanılabilir su hakları gibi kamusal hakları için mücadele edenler insan hakları hareketi adına bu hesaplaşmayı gerçekleştirmektedir.

Çağrıştırdığı olumsuz anlamıyla değil, kavramı yeniden gerçeğe tercüme ederek, insan haklarının gerçekleşmesi, insan onurunun korunması ancak daha eşit ve adil bir tarihsel-toplumsal sistemin kurulmasıyla mümkündür. İnsan hakları hareketi, bunun mücadelesini veriyorsa ve verecekse insanlığın kurtuluşunun örgütlenmeyi gerektiren iktisadi ve politik bir dava olduğu[8] gerçeğiyle hareket etmelidir. Ancak o zaman insanlığın kurtuluşunun Strasbourg’da değil; Chiapas’tan Porto Allegre’ye sokağa dökülen ve kendi kaderini eline almak için mücadele eden insanların elinde olacağı bilinçlerde açığa çıkacaktır.

Kaynak: İnsan Hakları Okulu /Blog


[1] Immanuel Wallerstein, Avrupa Evrenselciliği, Gücün Retoriği, Çev. Aziz Ufuk Kılıç, İstanbul, 2. Basım, bgst Yayınları, Kasım 2018, s. 12-41.

[2] Samir Amin, Liberal Virüs: Sürekli Savaş ve Dünyanın Amerikanlaştırılması, Çev. Fikret Başkaya, İstanbul, 2. Basım, Yordam Kitap, Ağustos 2018, s. 58.

[3] Karl Marx, Yahudi Sorunu, Çev. Muzaffer İlhan Erdost, Ankara, Sol Yayınları, 2009.

[4] Marx, a.g.e., s. 29.

[5] Costas Douzinas, İnsan Haklarının Sonu, Çev. Kasım Akbaş, Umre Deniz Tuna, Ankara, 1. Baskı, Dipnot Yayınları, 2018., s. 198.

[6] Mesela kurulacak uluslararası bir mahkemeyle!

[7] Costas Douzinas, “İnsan Hakları Üzerine Yedi Tez: (3) Neoliberal Kapitalizm & Gönüllü Emperyalizm”, Çev. Cevher Elgin, hukukkritik.com, (Çevrimiçi) https://www.hukukkritik.com/projects/insan-hakları-üzerine-yedi-tez%3A-(3)-neoliberal-kapitalizm-%26-gönüllü-emperyalizm, Erişim Tarihi: 16.02.2022.

[8] Şebnem Baransel ve Tezcan Eralp Abay, “İnsan Hakları Retoriği ve Mücadele Gerçeği”, Gelenek, Nisan 1999 (Çevrimiçi) https://gelenek.org/insan-haklari-retorigi-ve-mucadele-gercegi/, Erişim Tarihi: 17.02.2022.

Gönenç HACALOĞLU

2018 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldu. Yüksek lisansını İstanbul Üniversitesi Kamu Hukuku Anabilim Dalı’nda 2021 yılında tamamladı ve Galatasaray Üniversitesi’nde kamu hukuku doktorasına başladı. Halen İstanbul Gedik Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde araştırma görevlisidir. Uluslararası kamu hukuku, dünya-sistemleri analizi, emperyalizm ve yeni-sömürgecilik alanlarında çalışmalarını sürdürmektedir.