Durdurun koşan karıncaları!

“Hiç şaşma […]
Azabı tatsın, hissedebilsin diye sıcağı ve soğuğu,
kutsal güç böyle bedenler yarattı,
ve bizlere, bu ilâhi cilvenin sırrını açıklamadı.”

-Dante- İlâhi Komedya

Bir süredir, evin bir köşesini mesken tutmuş karıncaları izliyorum.
Birbirlerine çarparak gezinmeleri ve bir an olsun hiç yavaşlamamaları ne acayip!
Bugün sadece bir tanesine göz diktim.
Önce incitmemeye çalışarak parmağımla dokundum ve izlemeye başladım.
Kolumda her yönde gezintisini sürdürdü.
Yalnız kaldığı için, belki de biraz yavaşlar diye düşündüm ama hızı hiç azalmadı.
Neden koşuyordu ki hiç durmadan?

Onun karşısındaki devasa boyutumu düşündüğümde aslında durması gerekmez miydi?
Varlığının anlamsızlığı karşısında, kolumun rahat bir köşesinde keyif sürse daha güzel olmaz mıydı?
Bir hayvanın, içgüdülerinden bağımsız davranabileceğini zannederek, bir hikâye peşinde koşmaya ne kadar da meraklıyım.

O karıncanın benim karşımdaki gerçekliği ne ise, benim de dünya karşısındaki gerçekliğim aynı işte.
Tek fark, insanın varlığına yüklediği anlam.
Sadece içgüdüleri ile yaşamını sürdüren karıncadan ne kadar farkın var?

Koşuyorsun, önüne dahi bakmadan.
Bir ses duyduğunda, çıngıraklı bir zil çalıp, diğerini de çağırıyorsun koşmaya.
Üstelik çoğunlukla, -sen de- bunu içgüdülerinle yapıyorsun.
Hayır düşünmüyorsun davranışını hangi bilinçle yaptığını.

Koşanın arkasından gittiğinde, sadece vicdanını rahatlatıyorsun, sorgulamadığın hayatını, güruh içerisinde kolaylaştırıyorsun.
Ne kadar hep birlikte aynı konfor zonu içerisinde var olursak, o kadar koruyorsun kendini her şeyden.
Hiçbir farkın yok kendisi olmayı bilmeyen karıncadan.

İyisin, hoşsun, bazen sözünü sakınmıyorsun ama eyleme gelince, -yolunu bulmayı bilen- karıncadan daha beceriksizsin…

Senin derdin, “kendi yoluna” gönül vermek değil çünkü.
Fırlatıldığın dünyaya uyum sağlamak için buradasın.
Varoluşun sadece bir adaptasyon üzerine kurulu.

Sabah söylediklerini akşam unutuyorsun çoğunlukla.
Her sabah yeniden doğuyor ve her akşam yeniden ölüyorsun.
Tüm varoluşun bu kadar mı?
Seni şu “an”a getiren hikâyenin birikimiyle, yarın sabaha uyanmış olduğunda, yolculuğunu, hikâyenin kendisi ile bütünleşerek değil, o “an”ki dürtülerinle gerçekleştiriyorsun.

Bir an olsun kabuğuna çekilmiyor ve sessizliğe sığınmıyorsun.
Kendi gücünden ürküyorsun, ne kadar kendine yakınlaşırsan, o kadar derinleşecek, bazen dibe vuracak ve gerçekliğinle karşılaşacaksın.

Olduğunu zannettiğin, güzel, iyi insan taraflarının yanında, rezil taraflarınla da yüzleşecek, kurgu değil, gerçekleri göz önünde bulundurduğunda, dünyanın tüm kötülüklerini gerçekleştirenlerin, sen ve benden ibaret olduğunu fark edecek, dünya meselelerinden önce, kendi meselelerin üzerine kafa yormayı öğreneceksin.

Ancak, kulak verdiğin kendi sesin değil, çoğunluğun sesi.
Yoksun sen!
Her sabah herkes olarak uyanır, her gece herkes olarak uyursun.
Ben, yani sen…
Söylediklerinin mi gerçeğisin davranışlarının mı?
Kimsin sen?
Söylediklerini bu kadar çabuk unutursan, hangi sözün, hangi davranışınla bir olacak?

Söz, eylem midir?
İnsan eylemlerinin tarihidir.
Söylediklerin gerçekliğin ise neden yapmıyorsun?
Bazen yapamayız evet, ama sen kendi hayatını henüz yoluna koyamamışken, varoluşuna göz dahi kırpmamışken, sözlerin nasıl eyleme dönüşecek?

Neden karıncalarla işbirliği yapıp onları durmaya davet etmiyorsun meselâ?
Şimdi o karıncalar durabilse, kendine kulak verebilse, mesken tuttuğu evin dışındaki yerleri de merak edip yeni hikâyeler yaratmaz mı?

Hayat sadece yarattığın zaman anlamını bulur.
Ölümün anlam kazanır.

Şimdi sen bir an olsun durabilsen, önce kendi gözlerini, sonra diğerinin gözlerini fark etmez misin?
Duyduklarından tekrarlar yaratmak çok iç sızlatıcı değil midir?
Çoğalalım hep birlikte diyorsun ama neden hep başkasının sesiyle?

Var ol, var et…
“Var olmadan var etmek” senin içgüdülerin sadece.

Karıncaların dansına gönül vermen gerekirken, karıncaları yok etmeye çalışıyorsun.

Anlayamadığın şey, onlar dans etmeyi öğrendiklerinde, istedikleri zaman durabilecekler, sen de onları evde rahatsızlık veren böcekler olarak görüp yok etmek yerine, durduklarında onları dinleyebilecek, sonrasında kabuğuna çekilip kendine dönecek, belki diğer gün sen onlara anlatmayı isteyeceksin.

Anlaşılamadığın sürece huzursuzsun.
Anlaşılmak en önemli gerçekliktir.
Karıncanın dansını fark edebilirsen eğer, o da durmayı öğrenecek.
Durduğunda seni dinleyebilecek.
Dinlenildiğinde anlaşılacaksın.
Anlaşılamadığında; kendi sesine bir daha, bir daha, bir daha yakınlaşıp, kendini dinlemeyi öğreneceksin.

Sen; o siyaset insanı, kendini keşfetmenin tadını hiç bilmezken,
her gün akıl veriyor, nasihat ediyorsun.
Sadece duyduklarının tekrarısın, doğdun ve ezberlemeye başladın.

Sormadın!
Sormayı da istemedin!
Kocaman bir armağanı, kendin olmayı teptin, sloganlara mahkûm oldun.

Lütfen sabah; ilk vazifen olarak gördüğün, “siyaset yapmak” yerine, dünyadaki yerini hatırla.
Ne kadar kendi sesine yaklaşırsan, yaptığın siyaset de o kadar gerçek olur.

“İlahi Komedya”da ne der Dante:
“Büyük denizin kıyısındaydık
kendilerini yolu düşünmekten alıkoyamayan yolculardık,
kalbimizde yürümekte bedenimizle mıh gibi durmaktaydık.”

Arzu BURSA