Demirtaş’ın Aktif Siyaseti Bırakmasının Olası Perde Arkası

Gelelim şimdi, zurnanın zırt dediği yere…

Seçim sonuçları belli olur olmaz, “Yenilmedik. Yenilmediğimiz için de sakın kimse umutsuz olmasın. Asla teslim olmak yok. Mücadeleye devam, devam, devam!” diyen Demirtaş, ne oldu da beş gün sonra 180 derece çark ederek, “aktif siyaseti bıraktığını” açıkladı?

Şahsen ben her ne kadar Demirtaş’ı politik kimliğinden ziyade insanlığından ve sanatçı kişiliğinden dolayı çok seven biri olarak, kendisinin bu ülkenin kirli siyaset arenasından çekilmesine sevindiysem de yukarıdaki sözlerinin bağlamında baktığımda, bu açıklamasının pek de iradî olmayabileceğini tahmin edecek kadar politik bilince ve zekâya sahibim.

Hatırlanacağı üzere, Erdoğan geçtiğimiz ocak ayındaki bir grup toplantısında, “Edirne’deki, en büyük hesabı İmralı’dakine verecek!” demişti.

Örgütün Mersin’deki polis evi saldırısından sonra Demirtaş, “Şiddetin her türlüsüne karşı çıkacağız, demokratik siyasette ısrarcı olacağız. Bunun herkes tarafından net olarak bilinmesini isterim!” şeklinde bir beyanatta bulunmuş; bunun üzerine Kandil’in üst düzey yetkililerinden Duran Kalkan, “Yapanlara en azından dua et, karşı çıkma. Kendi kendine konuşma, ukalalık yapma. Kimsenin ukalalık yapacak hakkı yoktur…” cümleleriyle, kendisini son derece üsttenci ve aşağılayıcı ifadeler kullanarak çocuk gibi azarlamıştı.

Demirtaş’ın aktif siyaseti bıraktığına dair açıklamasından sonra yayınlanan İrfan Aktan röportajında da gördük ki çok ciddî eleştiriler getirdiği HDP, özellikle son seçim sürecinde kendisine karşı soğuk bir tavır almış, aday olma talebini -kamuoyuna bile açıklamadan- hiç gerekçesiz reddetmiş, pek çok sıcak gelişmeden haberdar etmeyi bırakarak onu dışlamış.

Bana göre yukarıdaki olaylar, Demirtaş’ın politikayı bıraktığını duyurmasından sonra dört koldan maruz kaldığı saldırılarla da birleştirilerek tahlil edildiğinde ortaya, kararının iradî olmama ihtimalinin çok yüksek olduğu sonucu çıkıyor.

Kendisinin Kürt halkının gözünde gerek İmralı’nın, gerek Kandil’in gerekse HDP’nin önüne geçen parıltılı varlığı, bu üç dinamiği de rahatsız etti ve birleşerek ona karşı bir operasyon düzenlediler bana göre…

Nasıl ve ne şekilde olduğunu bilemem elbette; ama Erdoğan’ın “Edirne’deki, en büyük hesabı İmralı’dakine verecek,” cümlesi bağlamında yorum yapacak olursam, “derinlerden” destek almış olmaları muhtemeldir diye düşünüyorum.

HDP, Kandil ve Demirtaş her ne kadar seçim sürecinde aynı çizgide hizalanmış gibi gözükseler de niyetleri kesinlikle ortak değildi yine bana göre…

HDP ile Demirtaş’ınkiler kısmen ortaklaşsa da Kandil, o çizgide onlarınkinin tam zıttı bir arka planla durarak, Erdoğan’ın elini güçlendiriyordu. Nitekim yine Duran Kalkan’ın “Kılıçdaroğlu’nu destekledikleri” şeklindeki açıklaması, Erdoğan’ın Bay Kemal’e karşı en büyük kozu oldu. Takdir edileceği gibi, Kandil’dekilerin bu açıklamayı yaparken, ne işe yarayacağını hesap edememiş olmaları mümkün değil.

Son tahlilde Kürt halkının en büyük üç temsilcisinin farklı farklı maksatlarla aynı çizgide hizalandığı bu süreç, teknik bir seçim yenilgisiyle sonuçlandı ve Demirtaş’ın, elbirliğiyle harcanması için beklenen ortam oluştu.

Hem zaten Kürtler’in müthiş derecede kendilerine yabancılaşmasına yol açılan bir sürecin sonunda varılan bu yenilginin bütün suçunun üzerine yıkılacağı bir günah keçisine ihtiyaç vardı.

Sonuçta hem Demirtaş’tan hem de sorumluluktan kurtularak bir taşla iki kuş vurdukları bir ortak operasyonla kendisinin tasfiyesini gerçekleştirdiler ve daha beş gün önce, “Devam, devam, devam!” diyen Demirtaş, bir anda aktif siyaseti bıraktığını ilan etti.

Çünkü hem Kürt halkı hem de azımsanamayacak sayıdaki Türk muhalif tarafından çok güçlü duygularla sevilip sayılmayı başaran Selo Can, Erdoğan -hatta derin devlet- de dahil herkesin varlığını tehdit ediyordu ve kendisinden kurtulunması gerekiyordu.

Süreç boyunca attığı tweetlerle ve yazdığı yazılarla öne çıktığı seçimin hezimetle sonuçlanması da bunun için beklenen fırsatı sağladı kendilerine… Çünkü bu operasyonu daha önce yapsalardı, halkta bu kadar karşılığını bulamazdı. Şimdi ise, ağırlıklı olarak, çok sevdikleri Selocan’larının isteğini kırmamak için Ümit Özdağ ırk.ısını bile yutarak oy vermiş olmalarının acısını yaşayan bir kısım Kürt üzerinde, ciddî karşılık buldu.

O kızgın Kürtler’e Demirtaş’tan kuyruk acısı bulunan bir kısım habis ruhlu kalemşorlerle HDP kurmayları, Türkiyelileşme söyleminden rahatsız olan Hak-Par’lılar vs gibi radikal Kürtler ve Kılıçdaroğlu’nun yenilgisine bahane arayan bir kısım Kemalistler de eklenince, Demirtaş bir anda müthiş bir nefret söylemiyle lincin ortasına düştü. Böylece de herkes tarafından nicedir arzulanan tasfiye operasyonu, başarıyla gerçekleştirilmiş oldu.

Ben her ne kadar, baştan beri o söylemle politika arenasına giren HDP’nin ve Demirtaş’ın, Kürtler’in öncelikli hayatî sorunlarını öteleyen “Türkiyelileşme” şiarına hep soru işaretiyle baksam da Demirtaş’ın reel bir partinin lideri olarak belli sınırlar çerçevesinde kalmak zorunda olduğu için terennüm ettiği bu söylemden ibaret bir siyasetçi olmadığını düşünüyorum. Bana göre o, bundan çok daha fazlası…

Evet, yıllar boyunca HDP’nin kuruluş misyonunun gereğini yerine getirdi; ama gönlünde yatan, halkı adına çok daha anlamlı söylemler ve mücadeleler geliştirmekti. Bunu da bu sahte yoldaşlardan ve özünde Kürdün asimilasyonuna hizmet eden partisinden kurtulduktan sonra yapacak.

Yapacak; çünkü neyin ne, kimin kim olduğunu çok acı bir şekilde tecrübe ederek gördü.

Bence HDP’nin 2015’teki kongresinde yoldaşları -kabul edilmeyeceğine güvenerek verdiği- istifasının üzerine atlayıp; kendisinin yerine, halkın isteğine hilafen antidemokratik bir şekilde iki vasat eş başkan “atadıklarında” göreceğini görmüştü aslında; ama son iki gündür gördükleri, ona bir ömür boyu yetecek.

Yurdum insanı, ışığı olan kişileri sevmez. Ona, kendisinin karanlığını fark ettirir çünkü… Onun başaramadıklarını başaran insanlardan nefret eder. Sevgisizdir, kadüktür, sığdır, yozdur, yavandır. Hassas, duyarlı, nahif, yetenekli, sevilen insanlar, kendisine ne kadar küçük olduğunu hatırlatır. Hasettir, fesattır, fitne fücur ve nobrandır. Parlak insanlara karşı, sürekli pundunu bulduğunda kusacağı sinsi kinler biriktirir.

O ışıklı insanları bir süre sürü psikolojisiyle alkışlasa bile, içten içe onu tekmeleyebileceği fırsatın çıkmasını bekler ve o fırsatı bulduğunda çirkinlikte, hoyratlıkta, zalimlikte sınır tanımaz.

Ne vefa bilir, ne vicdan merhamet tanır. Vurur abalıya…

Nitekim Demirtaş şu anda, her kesimden aşağılık kompleksli kifayetsiz muhterislerin kendisine karşı biriktirdikleri bu kinin patlamasını yaşıyor. Asıl hesap sormaları gereken kişi ve odaklara yönelmeye yüreği yetmeyen o insan müsveddelerinin, tam yedi senedir aşkla sevdiği karısına ve büyümelerine tanıklık edemediği çocuklarına hasret bir şekilde dört duvar arasında rehin tutulan bir insana karşı sergilediği nefretin odağı olarak, çok büyük bir hayat dersi alıyor.

Ama ben eminim ki o bunun da altından kalkacaktır. Hem de gerek halkı gerekse kendisi adına girdiği yanlışlardan büyük dersler çıkararak kalkacaktır.

Dün değerli bir dostum; “Demirtaş’ın entelektüel, aydın, okuyan arkadaşlar tarafından bu kadar abartılmasını anlayamıyorum,” diye yorum yapmıştı bir yazımın altında…

Ben de kendisine şu yanıtı vermiştim: “Bizim de bunca iblis suratlı, kara kalpli politikacının arasında ışıklı bir yüz görmekten mutlu olmak gibi zafiyetlerimiz olabilir mi acaba?.. Hani sonuçta biz de taş değil, insanız ya…”

Şaka bir yana; ben öyle, insanları çok büyütüp abartan; idoller, önderler, mitler peşinde koşan biri değilim. Hiç olmadım. Tam tersi, bütün putların yıkılması taraftarıyım. Her ne kadar çok duygusal olsam da gerek kişileri gerekse olayları ve durumları daima objektif bir yaklaşımla değerlendiririm. Demirtaş’a da hep rasyonel bir gözle baktım. Nitekim, seçim sürecinde Kılıçdaroğlu’na verdiği desteği hiç onaylamadım. Hele ki Bay Kemal’in ağır “kayyum” satışından sonra bile hiçbir şey olmamış gibi sürdürmesi, beni çok rahatsız etti.

Lâkin son tahlilde, onlar ona karşı aynı hisleri beslemiyor bile olsalar, kendisinin son ana kadar güçlü bağlar hissettiği açık olan partisinin seçimi buydu ve o da özünde Bay Kemal’e değil, partisine destek veriyordu. Ayrıca da Kılıçdaroğlu’nun, “seçilmesi halinde onu ve hukuksuz yere içeride tutulan bütün politik rehinleri serbest bırakacağını” vaat etmesi de tutumunda etkiliydi bana göre… Dile kolay, tam 7 senedir devam eden bir haksız hukuksuz tutsaklık!.. Nihayetinde o da bir insan, öyle değil mi?.. Hem de serbest olması halinde yapacağı çok değerli işler bulunan ve tam da bu yüzden haince bir işbirliğiyle rehin tutulan bir insan…

Kaldı ki hangimiz farklı şekilde davrandık?

Sergilenen trajikomik seçim tiyatrosunun, başta Kürtler olmak üzere bütün hakiki komünist, devrimci ve anarşist dinamikler tarafından boykot edilmesi taraftarı olan ben bile, her iki oylamada da kusa kusa gidip oy verdim. Keza Diyarbakır’ın oyu, CHP’nin kalesi İzmir’i geçti.

Hepimiz gibi Demirtaş da Bay Kemal’i seçmek için değil; yeniden kazanması halinde rejimi değiştirme ihtimali bulunan bu ceberut iktidarın kaybetmesi ve bu sayede -yeni gelenlerin de sürdüreceğini çok iyi bildiğimiz- faşizme karşı biraz güç ve zaman kazanabilmek için oy kullandık.

Ne var ki el birliğiyle yaptığımız bu yanlışın sonucunda vardığımız hezimetin günah keçisi, CHP dahil bütün kesimlerin müptezellerinin gözünde Demirtaş oldu.

Ama iyi oldu.

Türkiye siyaset tarihinin en aydınlık yüzü olan Demirtaş’ın gerçeklere ayması, kimlerle yola çıktığını anlaması, özüne dönüp halkının iyiliği adına asıl doğru olan mecralara yelken açması için, bu acı tecrübeye ihtiyacı vardı.

Ben biliyorum ki o yıkılmayacak. Hiçbir zaman tepeden bakmayıp, daima önce kendilerine inanıp güvenmelerini vaaz ettiği halkı adına çok daha anlamlı işler yapmaya yönelecek. Düne kadar kendisini yere göğe koymazken, bugün düşene bir tekme de kendileri vurmak için yarışan ezik büzük kalemşorler, ilkesiz siyasetçiler ve habis bireyler de tiksinç hasetlerini, fesatlarını ve komplekslerini açık ettikleriyle kalacaklar.

Son söz olarak, bu süreçte yazdığım yazılarımın bir şekilde ulaştığını ümit ettiğim Sevgili Demirtaş’a, kendi şiiriyle sevgilerimi ve selamlarımı göndererek diyorum ki:

“gök gri bulut yalancı
kandırıp düşürse derde
bil ki güneş var güzelim
her zaman olduğu bu yerde

korkma bağır
olmadı hızır’ı çağır
hızır senin kalbindedir
sen hızır’sın be güzelim

dur da suya bak istersen
istersen kör aynalara
sende hızır var güzelim
vur kendini mor dağlara
korkma bağır

olmadı hızır’ı çağır
hızır senin sesindedir
hızır sensin be güzelim
korkma”

Hızır sensin be güzelim! Korkmadığını biliyorum; ama sakın küsme ya da yılma!.. Sen, bu ülkede, Jina Emini için saçlarını kazıtan iki erkekten birisin. Sen, insan güzelisin.

Toplumun geneli seni hak etmiyor; ama sen yine de aralarında, kalplerinde tahtın olup seni terk etmeyecek milyonların da bulunduğu bu topluma insanlık tohumları atmaya; senden vazgeçmeyecek olan halkınla cezaevlerindeki tutsaklara güç vermeye devam edecek yüreğe ve potansiyele sahipsin.

Attığın tohumların yeşerdiğini yaşarken göremeyeceksin belki; ama insanlığa ışık olan ruhlar, sadece bir küçük kelebek etkisi yaratma ihtimalleriyle yetinerek tohum atarlar. Sen de o kalender ışıklardan birisin, “yeter ki gülüşün solmasın”.

Bir an önce özgürlüğüne, ailene ve halkına kavuşman dileğiyle, sevgimle kal.

Rabia MİNE
Latest posts by Rabia MİNE (see all)