Ben demiştim! (tekrar, tekrar!)

Bir işin, bir sürecin nasıl sonuçlanacağına dair öngörüde bulunanların iş/süreç tıpkı onların dediği gibi sonuçlandığında “ben demiştim” demeleri çoğu kez kibir ve hatta küstahlık olarak değerlendirilir, bu iş-süreç bağlamında beklentileri karşılanmayan kişilerce. Mesnetsiz beklentiler! Çoğu kez “ben demiştim” diyene salt onun bu sözünden duyulan hoşnutsuzluk aktarılır; neden böyle konuştuğu ya da “nasıl bildiği” sorgulanmaz. Böylece meselenin özü ya da “ben demiştim” diyen kişinin nedenleri, neden böyle söylediği, nasıl oldu da bilebildiği(!) tartışılmaz; sanki hiçbir şey olmamış, her şey “diğerlerinin” beklentisi doğrultusunda gerçekleşmiş gibi söyleyene kızılır, kişiliği yargılanır. Ne derler “yapana değil yapılanı görene… görenin gözlerini oyarlar…” Sözün aslını isteyenlere “özelden” yazarım. Ama “ben demiştim”. Kültürel antropolojiye dayandırmaya çalıştığım temel savlarıma dayanarak bu seçimin ve hatta hiçbir “seçimin” kazanılamayacağını söylemiştim!

Bu kısa yazı seçimden önceki bir yılda yazılan ve önemli bir kısmı NoktaHaberYorum’da yayınlanan yazılarımın seçim güncellemesinin ardından yapılan bir özeti, tekrarı olup alıntılardan oluşmaktadır. Paragraflar (puzzle gibi!) bir birinin devamı olmayıp rastgele dağıtılmıştır. Nasıl yerleştirilirse yerleştirilsin ortaya çıkacak görüntü değişmeyecektir!

“Tarihi dönemeç” diyordu kendisini siyaset bilimci sanan kimi zıpırlar… Dönemeç metaforuna yine onların dillerine pelesenk olan “tünelden önce son çıkış” metaforuyla yanıt verelim: Çoktan karanlık, kapkaranlık bir tünelin içindeyiz; 80’den itibaren –tarih çok daha gerilere götürülebilir; örneğin 1950’ye, asıl olanla taklit olanan yer değiştirdiği taklitin asıl olana dönüştüğü yıla; belki çok çok daha geçmişe yüzlerce yıl geriye…-  tek yönlü, dönüşü olmayan zemini oldukça bozuk ve en koyusundan karanlık ve gittiği yer, en önemlisi de çıkışı olmayan, fay hattı üzerine inşa edilmiş bir tünelin içindeyiz; arasıra, pek sık rastlanmayan şekilde havalandırma bacalarının yardımıyla bu “yolculuk” sürüyor. Zifiri karanlık şimdilik soluk almamıza engel olmuyor, ne var ki ilerledikçe oksijenin azaldığını görüyoruz, biteceğini bilsek bile yüzleşmenin getireceği sorumluluklardan kaçmak için dile getirmiyoruz, görmezden geliyor ve bu “son aşamayı” olmaz/yok sayıyoruz. Kim bilir belki de bu yolculuk sadece sürüyor gibi görünüyor; çoktan “son olanı” geride bıraktık.

“Halkın ferasetine güveniyorum” diyor solcu bir siyaset bilimci; gülelim bari de boşa gitmesin onun bu ancak bir aptal iyimserin ağzından dökülen sözcükleri…

Halkın  yüzde seksen beşinin –siyasi parti kimliğinden bağımsız olarak- dinci ve ırkçı faşist olduğu bir ülkede yaşadığımızı hep anımsayalım. Geri kalan yüzde on üç ise kendisini “farklı” hissedenlerden oluşuyor. Sona kalan  yüzde ikiyi ise içimiz pek elvermese de “sol” diye tanımlayalım… istisnalar kaideyi doğrulamak için vardır!

İktidarda olandan bağımsız olmak üzere iktidarla “halk” arasında sado mazoşist bir ilişki vardır; yüzlerce yıllık mesele… Yönetmeyi alabildiğine kolaylaştıran, her ne şekilde olursa olsun yönetilmeyi kanıksanır hale getiren sürdürülebilirlilik…

Israrla iddia ediyorum bu güruhun yegane siyasi katılım şekli seçimdir, ikinci sırada sokakta yalnız yakaladıkları solcu gençleri dövme eylemine çoklu katılım gelir –linç kültürü-, üçüncüsü yoktur. Ve seçimlerde oyunu kendisine nohut ikram edene ya da birkaç liralık beleş doğal gaza verir. Razıdır ondan!

“Deve ve diken ya da deveye diken…” diye başlayan bir söz vardı değil mi?

Bir başka siyasi katılım şekli olarak biat! Biat başlıklı yazıya şöyle başlamışım: “Yegane iddiam, olası seçimlerin iktidardaki klik tarafından kazanılacağına dairdir…” Çarşı, pazar, toplum taşım hallerini, vesaireyi  rezidanslarından değil de yerinden/içinden izleyenler halkın ekonomik çöküntüye alıştığını ve kurtarıcı olarak da kendilerini bu batağa itenleri gördüklerini “öğreneceklerdir”.  Bundan sonrası için iktidar tarafından “sürdürülebilir” bir kriz hali söz konusudur ve daha derinleşecek yoksulluk ve açlığın siyasi etkisi olmayacaktır.

“Sürdürülebilirlik”; duyduğumuz zaman uzak durulması gereken bir kavram…

Dinci ve ırkçı faşist iktidar ulusal ve uluslararası sermayenin ve emperyal odakların desteğini hiçbir zaman kaybetmemiş ve kaybetmemek için “onlara” her türlü ödünü vermiştir. Cici muhalefet bu destekten yoksundur.

Avrupa Parlementosu sermaye kulübüdür; Avrupa insan Hakları Mahkemesi de onların kalem memuru… ve buradan demokrasi bekleyen bir sol!

Çağdaşlığı cep telefonu, aydınlanmayı evdeki ampul sanan Türkiye halkı insana, insanlığa dair bütün değerleri elinin tersiyle iterek ortaçağın karanlığına –ve hatta daha da öncesine- dönmekte herhangi bir beis görmemiştir, görmeyecektir.

Yobazlığı, muhafazakar körlüğü tanımlayan en önemli unsurlardan birisi de insanın insana, insanlığa ya da en azından olmak kaydıyla kendi varoluşuna saygısının olmaması değil midir? Diğer taraftan bırakın toplum olmayı topluluk olabilmeyi bile kimi durumlarda zar zor becerebilen “kitle” her zaman güce tapınmaya, biata meyillidir.

1980 faşizmine güle oynaya %93 gibi bir oranda evet diyen, kuşkusuz son derece samimi bir “evet” halidir bu, halkın seçim “tercihini” belirleyen en önemli unsurlardan birisininde “güç ve otorite” olduğunu –gönüllü kulluk / koşulsuz itaat- olduğunu anımsamak için tekrarlayalım.

Çöp toplayıcılık topluluksal bir gerçekliğimizdir ve o kadar gerçektir ki haber değeri bile yoktur. Onun kader planı çöp üzerinedir; ve bir duvar yazısında dendiği gibi, “sinekler çiçeklerin çöplerden daha güzel olduğuna ikna edilemiyorsa” o zaman bize de “bok yiyin milyonlarca sinek yanılıyor olamaz” demek düşer; bir başka duvar yazısında dendiği gibi.

Ne demişler “acıma yetime.”

Türkiye’de kadınların önemli bir kısmı, bırakın özgürlüklerini, kendilerini en temel haklarından mahrum bırakmayı siyasi programına koyan bir yönetim/iktidar anlayışını tercih etmiş, özgürlük/hak için mücadele eden hemcinslerine edilen küfre ortak olmuşlardır. “Kadınların gücü” argümanını şişirenler!

Siyasi doğruculuk siyasi körlüktür; “anlamayı” olanaksızlaştırır. Anlamayan aptallaşır ve buna “kısır döngü” denir. Bırakıldığın yerde devam eder durursun. Ve en azından bir modacı kadar siyaseten doğruculuktan uzaklaşabilme cesareti gösterilmeli… en azından…

“Onları bırakın, onlar körlerin kör kılavuzlarıdır. Kör köre kılavuzluk ederse her ikiside çukura düşer”

İktidardaki kliğin deprem bölgesindeki kimi merkezlerde aldıkları ortalama oy oranları olası seçimlerden sonraki oranlarla karşılaştırılsın diye bir şema halinde verilmiştir.

Merkez 2018 seçiminde “cumhur” oyları 2023 seçimi Dinci-ırkçı faşist oy/ Cumhurbaşkanı oy
Gaziantep %55 %66 / %60
Gaziantep İslahiye %50 %60 / %60
Gaziantep Nurdağı %80 %80 / %70
Kahramanmaraş %70 %80 / %72
Kahramanmaraş Pazarcık %50 %78 / %72
Kahramanmaraş Elbistan %55 %60 / %62
Adıyaman %60 %65 / %67
Hatay %45 %55 / %50
Hatay Antakya %55 %60 / %50
Hatay İskenderun %40 %55 / %45
Hatay Defne %5 %10 / %5
Hatay Samandağ %5 %10 / %5
Malatya %70 %75 / %70
Şanlıurfa %60 %65 / %62

 

Onlarca yıldan bu yana uygulanan sadece ekonomik saldırı/yıkım programları ile değil çok daha etkin kültürel yozlaşma/soysuzlaşma programları ile bugün gelinen noktada sadaka topluluğu- (kesinlikle topluluk; toplum değil; güruh vurgusuyla!) şükür kültürü ile karşı karşıya olduğumuzu unutmayalım. Tekrar, tekrar, tekrar…

Yük taşımaya koşullandırılmış develerin çölün ıssızlık, açlık ve yoksunluğunda bulabildikleri yegane yiyecek harese adı verilen dikendir ve çok iyi bildiğimiz ve gördüğümüz üzere develer bu dikeni yemeyi çok sever; aslında sevdikleri kendilerine çok yakıştığı söylenen diken değil dikeni yerken ağızlarında biriken ve ölümlerine neden olacak kanın tadıdır, bilmezler. Hoşlandıkça kanın tuzlu tadından dikeni yemeye devam ederler -hatta daha fazla, daha fazla-, ta ki kan kaybından ölene kadar. Ve görünen o ki deve için en hayırlısı budur!

Bir “seçim” varsa eğer kimin kazandığını söylemekten çok daha kolaydır kaybedeni belirlemek. Çünkü o hiç değişmez. Kimin kazandığı sorusu kaybedenin net bir şekilde dile getirilmesiyle yanıtlanabilir ancak…

Körler meseli: Brueggel’in bu tablosunu yazılarımdan birinde kapak resmi olarak kullandım; resimde “düşüşün” evreleri körlük metaforu üzerinden betimlenir. Bir körün kılavuzluğunda ilerleyen, sadaka ile yaşayan yoksul sefil körlerin önlerindeki çukura düşmeleri kaçınılmaz görünmektedir. Asıl ceza ise kadim olan körlükleridir; düşmeleri ise günahlarının bedelini ödeme sürecinin ancak bir kısmını oluşturur. Allah beterinden saklasın!

En sağdan en sola uzanan… nekrofili hali…

Asıl sorunlardan biri “neden kaybedilmeye mahkum olunduğu” ya da “neden kaybedildiğine” dair analiz yaparken antropoloji biliminin yol göstericiliğine önem verilmemesi olabilir mi. Siyaset bilimci adı verilen geveze güruhun dikkatine! Ve özellikle de “bizim” sol, Stalin’in bıraktığı yerde otlamaya özenle devam eden kalıt-küflü sol ne yapar; hemencecik “derin” siyasi ve sosyolojik analizlerine başlarlar; ben buna “ıkına ıkına teori sıçmak” derim. Gerisi laf-ı güzaf! 

“Bunlar adi, bunlar çürük, bunlar sürtük…”Bir deja-vü kıskacındayız sanki, bir hamster tekerleğine hapsolmuş gibiyiz; ve yeniden başa dönüyoruz: “Be ahlaksızlar, be terbiyesizler, haysiyetsizler… bre adiler…” Bu hal; tam bir dekadans, toplumsal dekadans…

Ülkede derin yoksulluk-yoksulluk ve yoksunluk insanlık dışı boyutlarda iken  onlarca yıldan bu yana sabırla üretilen-geliştirilen şükür toplumunun bu yoksulluk halinin nedenini sorgulamaktan aciz olduğunu, siyasi katılım şekillerine ve “alanda” verdiği yanıtlara bakarak iddia edersek yanılmış olmayız. Bunun değişeceğine dair bir emare görülmemektedir; yakın tarihi bilmeden yakın geleceğe dair öngörü oluşturulamayacağını söyleyebiliriz. Aslında bu bağlamda yakın-uzak fark etmez…

Kızılok’un bir şarkısı vardı değil mi: “Süleyman hep başbakan, başbakan hep başbakan, hep Süleyman”

Aslını yansıtıyor haksızlık yapmayalım, anlamaya çalışalım; onun cemaziyelevvelini de biliriz! Kahramanmaraş’ta deprem sonrası yakınlarının birçoğunu kaybetmiş, çocukları da enkaz altında devletin gelmesini beklerken derme çatma çadırına sığınmış kırklı yaşlarda adam kendisine verilen yarım porsiyon bulguru yerken uzatılan mikrofona konuşur: “Buna da şükür… devletimiz sağ olsun. Allah beterinden saklasın” Geri planda “tekbir” sesleriyle “kurtarılan” ölüler; ölü kurtarma şovları… İşin sırrı ya da o bir türlü yüzleşmek istemediğimiz yanıt budur işte; temel gıda olarak bulgur: bütün kötülüklerin anası!

“Bunlar Erzurum halkını temsil etmiyor” diyordu kendisini taşlayanları kast eden bir belediye başkanı. Seçim sonucunda görüldüğü üzere Erzurum halkı “demokratik” tavrını göstermiş ve yüzde sekseni aşan tercihle dinci-ırkçı faşist partileri ve iktidarı desteklemiştir. Siyasi körlük…

Kerim-cabbar devlet anlayışı/kültürü ile biat/sadaka/şükür anlayışı/kültürü arasına sıkışmış halk tanımlamam ne yazık ki umutlu olabilmem için hiçbir çıkış bırakmıyor. 

“Carpe diem” halinin en sığ biçimde yaşandığı bir gürüh/kültür içinde var olmaya çalıştığımız, o an için bir şekilde karnını doyuruyorsa ona yeter. Gerisini bırakın geleceğinin en kısa zaman biriminde yarınını düşünmez, ne olacağını umursamaz. Doymaya endeksli bir carpediem! Böyle bir “milliyetçilik” anlayışı! 

Tekrar soru: aslı varken kötü taklide neden oy verilsin… Görünen o ki –tekrar- güruh her daim ve her ne şekilde olursa olsun faşizmden yana; mesela kendisini demokrat sansa bile! “Asgari demokrasi” sanırım bu toprakların siyasi terminolojiye hediye ettiği bir kavram…

Dekadans nedir; daha öncede bu soruyu sormuş, kısaca yanıtlamıştım. Toplumsal dekadans nedir; örnekleri nelerdir, dekadansı niteleyen unsurlar nelerdir. İki bin yıl öncesine giderek bir örnek verdim; okurlara naçizane önerim Roma imparatoru Caligula hakkında bulabildikleri, erişebildikleri, okuyabildikleri bütün yazılı metinleri okumaları ya da gözden geçirmeleridir.

Hızlandırılmış bir evrimin şahitleriyiz, bu durum da her kuşağa nasip olmaz; buna dair iyi gözlem yapmak gerekiyor… İşin “bilimsel” yanıyla sadece sosyal antropoloji uğraşmıyor tabii ki… Psikiyatri ve sosyoloji de işin içine dahil olmalı, çünkü toplum diyemesek de zorlanarak, halk/topluluk için diyebiliriz, yaşanan/görünen mazoşizm ile hedonizmin muhteşem karması…

Sadaka kültürü ve dilenme ruhu ile varoluşunu anlamlandıran bir güruhun esiriyiz; bin yıllık esaretten kurtuluş yok. Bir şükür topluluğu en hafif deyimle, hiçbir zaman toplum olma onuruna dahi erişemeyecek bir güruh. 

Sadece deprem bölgesini ele alırsak kuşkusuz temel savlarımızın doğrulanması bağlamında “diğerlerine” haksızlık etmiş oluruz. Son kırk yılda Türkiye sol siyasetine yegane katkısı Uras olan bir gelenek her sene anımsatmasa unutmaya meyilli olduğum bir anım vardır; okuduğum gazete nedeniyle Fatsa’da uğradığım faşist saldırı; hani o efsanevi belediye başkanları işkencede iken işkencecilerine %92 oy veren Fatsa halkı… Ağustos geliyor yeniden başlayacak fındıkçı Ordulunun “elimiz kırılsaydı” zırıltısı. Dinci-ırkçı faşist partiler sizce son seçimde ne kadar oy aldı Ordu’da? Siz yormayın kendinizi ben yazayım: %70. Ya Doğu Karadeniz’in HES köylerinde durum nedir; hani şu “bizim köye yapacaklarına karşı köye yapsalar ya” diyecek kadar çevre bilincine sahip HES’li köylere; oy oranlarını mı soruyorsunuz %90; HES’lerinde yüzsünler bırakında. Çoğu yüzmeyi bilmez, kuşkusuz boğulsalar da boğuluyor olduklarının dahi farkına varmazlar (kader planı), ama sorun yok! Asıl sorun HES’li köylerde piknikten öte bir anlamı olmayan “eylemlerde” devrim ruhu arayan ahmakların varlığı! Aynı mevzu zeytinliklerinde maden aranan Ege köyleri için de geçerli, büyük bir keyifle izlenmeli maden sahası yapılmak üzere ağaçları kesilecek zeytin köylülerinin hali… Soma; madenlere gömülmeye “fitrat” diyenlere, kendisini tekmeleyenlere, kendisini savunanları müebbete mahkum edenlere “evet” demiştir ve hatta pek bir solcu sanılan Amasra bile –“işçi memleketi” diye anılan Zonguldak’ın eski ilçesi- Erdoğan’ın aldığı oy %45, dinci ve ırkçı faşist partilerin aldığı oy %70’e yakındır. (Kuşkusuz onlar “devletin ülkesi ve milleti ile bölünmezliği” söylencesine biatlarını sunmuşlardır.)

Sürdürülebilir (!) ekonomik kriz, ardından gelen pandemi ve pandemideki “bilimsel” yalnışlar –kuşkusuz bilim insanlarının da bu yanlışlarda payı büyük-, ve pandeminin ardından büyük ekonomik kriz ve devamında ekonomik buhran ve deprem bir iflası, çöküşü en acı biçimde deneyimleten. Derin bir yoksulluk, otuz milyonunun net açlıkta yaşadığı söylenen bir ülke, sefalet… Ve sonra seçim: neydi slogan “yola devam”. Ne demeli bu güruhun kılavuzluğunda: “Allah beterinden saklasın!” Ve “Devletimizin her zamankinden çok birlik ve bütünlüğe muhtaç olduğu şu günlerde…”

Halkın zaten açlık sefalet, yoksulluk ya da yoksunlukla ilgili bir sorunu yok; kanısanmış bir “hak getire” durumu söz konusu. Artık kim ne getirirse onunla yetinecek. Varsa yoksa temel sorun alanının sınırları “devletin ülkesi ve milleti ile bölünmezliği” argümanı ile çizilmekte. Sonuç itibariyle “ayranı yok içmeye iha ile gidecek…”

Kimi zaman kafalara takılan bir soru: faşizm seçimle gider mi? 1946’dan beri devam eden “demokrasi geleneğimizi” göz önüne alarak yanıt vereyim. “Gittiği, bittiği sanılır.” Evet; birçok kere seçim kaybetmişler ancak gitmemişlerdir. Ülkenin “bu muhalif halle” baki kaderidir faşizm; çünkü alabildiğine sıradanlaşmıştır. En alt düzeyde iki kişi arasındaki ilişkinin niteliği ile biçimlenebilecek faşizm olgusu bu haliyle gündelik yaşamın bir parçası olmuş kanıksanmış, sıradanlaşmıştır. “Buna da şükür” diyen insanların “şükrü” ben duygusuna, egoya, bencilliğe dairdir ve kapısının dışındakilerin, diğerlerinin, ötekinin açlığı, sefaleti, yoksulluğu ya da çektiği acı, işkence, ölüm görmezden gelinmekte, yok sayılmakta hatta kimi zamamlara bu durumu onlara hak olarak görmektedir. Faşizmi birey düzeyinden başlayarak en yukarılara değin sürdürülebilir kılan, adını koymadan meşru kılan “şey” budur. Sadece bunca yıllık “demokrasi” hayatımızın değil çok öncesinden başlayarak kültürel genetik kodlanmış yüzlerce yıllık gelenek, “kerim devlet / cabbar devlet” tapınısı/fetişizasyonunun sonucudur sıradanlaşmış faşizm; kaçınılmaz, korunulmazdır. Değiştirilmesi zordur, gündelik yaşama öylesine sinmiştir ki tanımlamak, görmek, ayırt etmek olanaksızlaşmıştır. Faşizm sorgulanamayan gönüllülüktür; biat olarak ta tanımlanabilir, o meşhur tabirle gönüllü kulluktur. Tabii ki faşizm “devletimizin ve milletimizin her zamandan daha çok birlik ve bütünlüğü ihtiyaç duyduğu” günlerde yoğunlaşmaktan, daha bir görünür hale gelmekten de imtina etmeyecek kadar duyarlı ve ilkelerine bağlıdır!

Bir yazımda deprem bölgesine ait önceki seçime dair oy oranlarını paylaşmıştım ve bu paylaşımı yaparken temel öngörüm bu bölgede iktidarın bırakın seçim kaybetmeyi oylarını dahi arttırabileceği şeklindeydi. Netekim!  

Kültürel genetik kodlanna nüfuz etmiş “aşağılanmışlığın” intikamını alan dinci-ırkçı faşistlere karşı mücadele süreçlerinde mizaha fazla yaslanılmaması gerektiğini aksine zararlı olabileceğini düşünüyorum. 

Soru: Hızla gelinen bir nokta var, her ne kadar iyi oynandığına dair efsaneler üretiliyorsa da hızla yönetemez olma noktasına geliniyor; ne var ki görünen o ki sıkça tekrarlanan bu söylemin aksine yönetemez olunca yıkılmıyor; çünkü halk yönetilemezliğe razı. Sıkıntı! Kısacası seçim ritüeli, seçmenin dahi zorlaştığını gösteriyor. Bunun sosyalistler için anlamının açık olduğunu ummak istiyorum ancak onlar bunca uğraş ve parlamento üzerine bunca demagojiden sonra oraya kapağı atmayı “pişi” sanıyor. Peki, salt bu şartlar altında parlamento ve seçimin anlamı nedir? Seçimler aktif propaganda olanaklarından biraz daha rahat bir şekilde yararlanılmasının tanımı mıdır? Bu oyuna katılarak onu meşrulaştırılmasının yarar zarar oranındaki işlevi nedir. Belki de bu bağlamda yanıtlanması en kolay sorular bunlar. Temel bir soru yeniden sorulmalı ve her hangi bir etki altında kalınmaksızın yeniden yanıtlanmalıdır: “parlamentarizm siyasi olarak zamanını doldurmuş mudur?” Ezilenler-yoksullar-mülksüzler ve “küçük burjuvalar” için bu kurum ne ifade ediyor, onlar seçim sandığına giderken bu süreçten ne bekliyor? Diğer taraftan kapitalizm için burjuva demokrasisinin ve onun öznesi parlamentonun işlevi nedir? Ne kadarını red ne kadarını kabul ediyorsunuz Ya da bunu mücadele tanımlarınız içinde kurguluyorsanız onun değeri nedir?

Umut yok, bırakında topyekûn ya da ne varsa bilebildiğimiz hep birlikte çöküşün, dibe vuruşun ve ardından gelecek yok oluşun cazibesini ve bu cazibenin hazzını yaşayalım!” Fazla mı hedonist oldu, fazla mı kinik. Ve hiç kuşkusuz her kuşağa nasip olmaz bu durum!

*

Bu puzzle –yapboz- düzgün kenarlı tamamlayıcı resimlerden oluşur; hangi sırayla okunursa okunsun ya da yerleştirilirse yerleştirilsin ana çerçeveye resim değişmez.  

Bonus: Şu Z kuşağı ile ilgili görüşlerimi seneler önce tekrar tekrar yazmıştım! Cicisakil muhalefet pek güveniyordu onlara. Kısa bir görüş tekrarı da onlar için: Apolitik değildirler aksine bağnaz sağcı ve milliyetçi olup bunun farkında değildirler. Özgürlüğü sosyal medyada cep telefonları aracılığı ile yediklerini içtiklerini sıçtıklarını paylaşmak, zincir kafe köşelerinde kendileri gibilerle kakarakikiri yapmak sanırlar. Kültür ve sanat denen “şeyden” bihaberdirler. Vesaire!

Tolga ERSOY
Latest posts by Tolga ERSOY (see all)