Etik ve ahlakın sürekli karıştırıldığı ülkemizde ahlaki değerlere sıkıştırılan kadın nefes alamıyor. Bilindiği gibi ahlak daha çok geleneklerin, dinlerin ve ideolojilerin değer yargılarından beslenir ve sadece “kendi iyi”si vardır. Etik ise; insanın değerini, onurunu koruyan veya çiğneyen eylemlerin arkasındaki olup bitene bakar. Yani bir insanın bio-psişik bütünlüğünü göz önünde bulundurarak ona karşı yapılan eylemleri değerlendirir çünkü insan bio-psişik bir varlıktır. Mesela o kişin örselenmişliğine, ruhunda bırakılan hasarlara ve kendisini değersiz görmesinin altındaki sebepler vb. şeylere bakar değerlendirmelerini insanların onur ve değer korumaları üzerine inşa eder.
Gerek dünyada gerekse ülkemizdeki kadın ve çocuk istismarlarına baktığımızda bu konulardaki toplumsal ilişkilerin kuruluşunu ve işleyişini düzenleyen yasaların ve hakların toplumsal cinsiyetçi olduklarını ve daha çok ahlaki değer yargılarına göre oluşturulduklarını söylemek yanlış olmasa gerek.
Bu elbette özellikle geleneksel toplumlarda refleks olarak devletin sosyal politikalarını oluştururken aydınlanmadan, bilimden ve özellikle de etik alandan uzaklaşması ile ilgilidir. Mesela geleneksel ve yarı modern toplumlarda kadınların onurunu ve değerini çiğneyen bekaret efsanesi ve bekaretin kontrolü gibi. Bu kontrol sadece bir kadın doğumcunun ya da gerdek gecesi sonrası yapılan ve kadınların ruhunu inciten abuk sabuk ritüeller değil sadece asıl kontrol erkeklerin ve toplumsal cinsiyetçi kolektif bakışın ruhundaki kontroldür. Ve asıl acı olan da budur. Bu bakış kadını alıp satılan bir meta gibi görmektir ve o malı ya da metayı ilk ben kullanayım densizliğidir.
Bu toplumsal cinsiyetçi bakış egemen olduğu için de kadınlar da bekaretini korumak için içten içe farkına varmadan bir mücadele içine girer ve her şey gelip zarın yırtılıp yırtılmadığına odaklanır. Oysa toplumsal cinsiyetçi bakıştan etkilenmeyen jinekoloji bilimsel olarak zarın yırtılma efsanesini çöp kutusunu atmış ve bunun koca bir yalan olduğunu söylemiştir. Yine aynı şekilde bu efsanenin “kan geldi, gelmedi” metaforu da çöp olmuştur.
Ne yazık ki bütün bunlar ortada dururken kadının bekareti ile ilgili yapılan hekim ve gerdek gecesi sonrası ritüeller sadece kadınların ruh sağlığını bozmaktan onları incitmekten başka bir işe yaramamıştır, bundan sonra da yaramayacaktır. Peki burada asıl ruh sağlığı bozuk olan kim? Aslında hepimiz bunun cevabını biliyoruz. İnsanı sadece kendi “iyi ve doğru” kavramına göre değerlendiren, bu değerlendirmelerden geliştirilen değer yargıları bakışıdır. Ne yazık ki bu bakış aynı şekilde hukuk alanında da geçerlidir.
Hukuk alanında da hâkim ve savcılar toplumsal cinsiyetçi kontrol mekanizmalarına göre suçlama ve karar oluşturmaktadır. Şöyle diyebilirsiniz yasa böyle ya da Hamurabi ve eski Roma Hukukunda da bu vardı. Ne yazık ki bu savunma yargılanan kişinin hakkını korumamak için size bir gerekçe sunmaz. Çünkü her ne olursa olsun o kişinin fikirlerine saygı duymasanız da o kişiye saygı duymak zorundasınız ve o kişinin temel haklarını gözetmek zorundasınız. Aksi durumda siz de zihninizdeki yargıç tarafından esir alındığınızı ve zırhı parçalayıp çıkamadığınızı kabullenmek zorundasınız.
Mesela daha birkaç yıl öncesine kadar “Fahişeye tecavüz yasasında 3/2 indirim cezası” gibi utanç verici bir hüküm vardı. Sanki o “fahişe” incinmiyor, sanki o “fahişe”nin duyguları yokmuş gibi karar alınıyordu. Her ne kadar yok sayılsa da sistemler kendilerini devam ettirmek için yeraltı karanlığına dair meslekleri yaratır o meslekleri icra edenlerden vergi alır. İşte “seks işçiliği” de sistemlerin yarattığı yeraltı karanlığı mesleklerinden biridir. Ve hukuk vergi aldığı tüm meslek icracılarına karşı eşit davranmak zorundadır.
Ülkemizde geçenlerde belki de haberi duyan bütün kadınları inciten bir tecavüz davası daha sonuçlandı. Yeğenine tecavüz eden amca beş ay gibi kısa bir süre tutuklu kaldıktan sonra cezaevi çıkışında ailesi ve çevresi tarafından davullu zurnalı karşılandı. Onun için ahlakçı toplumun ahlaki değer yargısı da bu kadar oluyor.
Sorun sadece mesleklerin icrasında değil. Kadınların ya da erkeklerin “hayır” ve “evet” diyememesindedir. Mesela bir kadının en büyük laneti kendisine defalarca hunharca şiddet uygulandığı halde bu şiddete “hayır” diyememesi o evde ya da mekânda kalması, halen o erkekle ya da o babayla veya anneyle yaşamasıdır.
İstismara cinsel taciz ve tecavüze uğradığı halde “hayır” deyip haykırmamasıdır. Çünkü ahlaki değer yargıları ve yeni hayatın zorluklarına “evet” demenin korkuları ve korkunçluğudur. Bu en eski hikâye olan Havva’nın lanetinin Adem’e katlanmasıdır. Eğer Havva bu lanetini yenip Adem’e “hayır” deseydi. Kadının tarihte rolü daha farklı olabilirdi ve bu “hayır” günümüz kadınının şiddete, tacize, tecavüze “hayır” demesini daha güçlü kılabilirdi. Elbette bu katlanmaların da alt yapısında yine ahlaki değer yargıları var.
Yine anneliğin “kutsallığı” da toplumsal cinsiyetçi koca bir yalandır. Bu yük de kadına “hayır” demeyi yasaklayan erkeklerin yalanıdır. Ne yazık ki kadınlar da bu “kutsallığı” pozitif olarak algılamıştır.
Rousseau’nun “Emile” adlı romanını okuyanlar ne düşünür bilmiyorum. Ama çocukların gelişim evrelerini göz önünde bulundurarak yetiştirilmesi gerektiği ve bu bakışın bebek, çocuk, ergen ve yetişkin kavramının içeriğinin doldurulması için sonraki çalışmalara bir meşale olması çok önemlidir. Rousseau romanında, Emile isimli bir erkek çocuğun bebeklik yıllarından itibaren yetişkinliğine dek nasıl bir eğitim anlayışıyla yetiştirilmesi, terbiye edilmesi gerektiği üzerinde durmuştu. Onun için kadınların ya da erkeklerin otorite figürlerine “evet” veya “hayır” demeleri eğitim anlayışı ve politikalarının geliştirilmesi için de çok önemlidir.
Ve elbette evdeki eğitim sadece anneye yüklenen bir sorumluluk olmamalıdır. Her ne kadar bu durum erkeklerin istismar alanı olsa da burada da “hayır” ya da “evet” demek kadına düşer. “Geleneksel zihin” bakışında anneler çocuk bakımıyla, ev işleriyle uğraşır algısı hakim olmuştur ve kadın politik alandan uzaklaştırılmıştır.
Defalarca söylesem de bıkmayacağım toplumsal cinsiyetçiliğin ailede başlayıp eğitim kurumlarında zirve yapıyor olmasıdır. Onun için hepimizin öğrenmesi ve ilke edinmesi gereken iki basit kelime var. “Hayır” ve “evet” işte önemli olan bunu zamanında ve yerinde haykırma gücü ve cesaretidir.
Eğitim; toplumsal cinsiyet rollerinin öğretildiği ve pekiştirildiği, toplumun devamlılığına aracılık eden sosyalizasyon ve toplumsallaşma süreci olsa da. Siz siz olun bu iki kelimeyi asla unutmayın. Hayır! Evet!
- Yazar Takdir bekler mi? - 14 Ağustos 2024
- Kör İnanç ve Terör - 4 Ekim 2023
- Z Kuşağı ve Deprem! - 9 Şubat 2023