S-400 ve F-35 tartışmasının son halkasını oluşturduğu Türkiye-ABD gerginliği zinciri Türkiye’nin ABD/ NATO çizgisinden kopabileceği, hatta kopmak üzere olduğu yolundaki tartışma ve spekülasyonları güçlendiriyor. Rıza Zarraf olayı, rahip Brunson krizi, ABD ve Avrupa kaynaklı bazı kurumların Türkiye’deki insan hakları ihlallerini giderek daha fazla eleştirmeleri, Türkiye’nin Suriye krizinin çözümü için Rusya ve İran’la işbirliği yapıyor gözükmesi ve hepsinden önemlisi ABD’nin Kuzey ve Doğu Suriye’deki Kürt oluşumuna destek veriyor olması ve Türkiye’nin buna tepkisi de bu tür subjektif değerlendirmeleri besliyor. Hatta hızlarını alamayanlar 15 Temmuz 2016 tarihli sözde darbenin arkasında Fethullah Gülen’in ve dolayısıyla ABD’nin kendisinin bulunduğunu ileri sürüyorlar. Erdoğan ve kafadarları yaşanan sorunların kaynağının “Türkiye’yi çekemeyen ve yıkmak isteyen dış güçler” olduğu demagojisi yardımıyla kendi tabanlarını pekiştirmek isteyebilirler ve isteyeceklerdir de. Ama, kendileri de çok akıllı olmamakla birlikte ABD’ni yönetenlerin, Temmuz 2016’da en azından yüzde 50 oy desteğine sahip bulunan ve kendisiyle ciddi bir sürtüşmesi olmayan bir NATO ülkesinde bir darbe yapmaya girişecek kadar ilkel ve deneyimsiz olmadıkları da ortada.
Bugünkü iktidar, yani AKP ile Ergenekon ya da derin devletin bir bölümünün ittifakı ya da isterseniz Türk devleti, istese de ABD-AB emperyalist blokundan kopamaz ve Rusya ve/ ya da Çin ile stratejik bir ittifaka giremez. Bunun olabileceğini, hatta gerçekleştiğini ileri sürenler hiç olmazsa Suriye’de, Ankara ile Moskova’nın ve Pekin’in neredeyse taban tabana karşıt pozisyonda olduklarını ve farklı ve karşıt güçleri desteklediklerini görmeliler. Ancak Türkiye ile hızla büyümekte olan Çin arasındaki mali ve ekonomik bağlar yakın gelecekte olmasa da zamanla iki ülke arasındaki bağların daha da güçlenmesine yol açabilir. (Çin’in Türkiye elçisi Deng Li, Mart 2019’da yaptığı bir açıklamada Çin’in Türkiye’deki doğrudan yatırımlarının 2021’de 6 milyar doları bulacağını belirtmişti.)
Erdoğan’ın anti-ABD söylemlerinin temelinde iki ya da daha doğrusu üç faktör yatıyor: Bunlardan birincisi ABD’nin -kapitalizmin eşitsiz gelişim yasası uyarınca- Rusya ve Çin gibi emperyalist devletler karşısında -epey bir zamandır- güç yitiriyor olmasıdır. Bu, dünyanın başka yerlerinde de (örneğin Filipinler) geleneksel olarak ABD’ne bağımlı devletlerin yöneticilerinin anti-Amerikan içerikli açıklamalarında da görülebiliyor. Hatta bu eğilim ABD ile onun geleneksel Batı Avrupa’lı bağlaşıkları arasındaki ilişkileri de gevşetiyor. Almanya’nın -ABD’nin uyarılarına rağmen rağmen- Rusya ile, Nordstream/ Kuzey Akımı başta gelmek üzere ekonomik ilişkilerini geliştirmesi, Britanya, Almanya ve Fransa’nın, ABD’nin yaptırım uyguladığı devletlerle -ABD Senatosu’nun tehditlerine rağmen- dolaylı yoldan ticaret yapmak için geliştirdikleri inisiyatif (INSTEX) de ABD’nin zayıflamakta olmasının sonuçları arasında sayılabilir.
ABD’nin zayıflaması, ABD egemen sınıfı içindeki bir bölünme ile elele gidiyor. İsrail’in ve güçlü Siyonist lobilerin yoğun baskısına rağmen ABD yıllardır askeri gücünü giderek daha fazla Pasifik’e yığmaya ve Çin’i kuşatmaya yönelmiş durumda. Yani ABD’nin, kendisi için esas tehdit olarak algıladığı -yeni süper devlet adayı- Çin’i hedef alma eğiliminin bir diğer yüzü de ABD egemen sınıfı içinde Ortadoğu’yu ikinci plana atma eğiliminin güçlenmesidir. (ABD başkanı Donald Trump’ın Ortadoğu ve Afganistan’da giriştikleri savaşların ABD ekonomisine 7 trilyon dolara patladığını ve ABD’nin bundan bir kazanç sağlamadığını belirtmiş olmasını anımsayalım.)
İkinci faktör ise, Türk egemen sınıfının ve bürokrasisinin en azından 1950’lerin başlarından itibaren ABD ile içli dışlı olmuş ve 200 küsur yıldır yönünü Batı’ya çevirmiş olmasıdır. Daha da önemlisi, ekonomisi çökmüş ve gırtlağına kadar borca batmış olan Türkiye, Rusya ya da Çin’den asla alamayacağı ekonomik ve mali desteği ancak AB ve ABD emperyalistlerinden alabilir. Eğer 500 milyar dolara yaklaşan bir borç yükü altında ve her yıl bu borcun sadece faizini ödemek için 150-200 milyar dolar bulmak zorunda iseniz, hiç, ama hiç kimseye gerçek bir kabadayılık ve bağımsızlık gösterisi yapamaz ve IMF gibi uluslararası emperyalist finans kuruluşlarının size dayatacağı reçeteleri efendi efendi uygulamak zorunda kalırsınız. Hele, kendi halkınızı beslemek için gerekli tarım üretimini yapamıyor ve halkın besin gereksinimini karşılamak için her yıl başka ülkelerden büyük miktarda besin maddesi satın almak zorunda iseniz…
Belki bir üçüncü faktör olarak Erdoğan kliğinin gerek içerde ve gerekse dışarda yaptıklarının son çözümlemede İsrail’in ve kısmen de ABD’nin stratejik çıkarlarına uyuyor olmasını ekleyebiliriz. ABD ve İsrail’e karşı istediği kadar esip gürlesin, Erdoğan kliğinin Türkiye’yi her, ama her bakımdan zayıflatan politikaları ABD ve İsrail ve özellikle bu iki ülkedeki en gerici ve en saldırgan fraksiyonlar için bulunmaz bir nimettir. Onbinlerce iyi eğitim görmüş insanını yurtdışına kaçıran ya da uydurma gerekçelerle tutuklayan/ işinden atan, eğitim sistemini kendi eliyle yıkan ve dinselleştiren, toplumdaki yapay gerilimleri (Alevi-Sünni, laik-şeriatçı, Türk-Kürt ve Suriyeli-Türkiyeli) körükleyen, Fethullah Gülen yanlılarına karşı savaşım gerekçesiyle kendi ordusunu tarumar eden ve itibarsızlaştıran, TC tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir hırsızlık ve yolsuzluk düzeni kuran, Türkiye’yi El Kaide ve benzer terör örgütlerinin karargahı ve lojistik üssü haline sokan, ülkeye denetimsiz bir biçimde 5 milyondan fazla mülteci yığan ve daha da fazlasını almaya aday olan vb., vb., bir rejimden söz ediyoruz. Bu rejim mi Türkiye’yi Batı’dan koparacak?
Uzun sözün kısası, “Ainesi iştir kişinin, lafa bakılmaz!”
- 1 Mayıs 1977 Tartışması: Aydınlıkçılık, Liberalizm ve Devrim - 3 Mayıs 2020
- Bolton Giderken… - 16 Eylül 2019
- Quo Vadis AKP Türkiyesi? - 27 Ağustos 2019