Toplumumuzun hemen her kesiminde karşımıza çıkan hallerden biridir ‘Birinin bir şeyi olmak’. Yıllarca evvel üniversitede asistanken gözetmen olarak gittiğim bir sınava gelen diğer gözetmen arkadaşın (aslında yaşı benden hayli büyük bir ilkokul öğretmeniydi) o dönem TV’lerde yeşil gözleri ve hızlı aşk hayatıyla sıkça söz ettiren bir magazin programı sunucusunun amcasının eşi yani yengesi olduğunu söylemesi, söylerkenki gururlu(!) ifadesi ve haliyle geçirdiğim şaşkınlık hiç çıkmaz aklımdan.
Düşünsenize bir sınıfta ÖSYM’nin yapacağı bir sınavın gerçekleşmesi için salon başkanı olarak yerinizi almışsınız. Sizden en az 15-20 yaş büyük bir öğretmen(!) hanım (Siz 20’li yaşların ortalarındasınız) gözetmen olarak geliyor. Görgü gereği tanışma faslı sırasında size ün sahibi bir kişinin yengesi olduğunu da söylüyor!
Toplumuzda büyük bir çoğunluk tarafından ‘kendin olmak’ kavramı pek itibar görmez. Hatta ne olduğu bilinmez bile. Aksine, birilerinin adını isminin önünde ünvan gibi taşımak değer(!) görür. Çünkü buna değer verenler de öyle yaparlar! Filancanın damadı filanca…Falancanın kızı falanca… Bunlar gene iyi. Bir de kendine ait bir ismi olduğunu dahi hatırlamayanlar vardır.
Birkaç sene evvel diyecekken fark ettim ki nerdeyse dokuz sene olmuş bile… Memleketim Trabzon’da olduğum bir yaz tatilinde biraz dolaşmak, alış-veriş yapmak…vs. için şehir merkezine gitmek üzere evden çıktığımız bir öğle vakti, dolmuş durağına kadar yürünmesi gereken yolda annemle birlikte ilerlerken, sürücüsü güler yüzlü, belli ki iyi niyetli ve yardım sever bir orta yaşlı kadın olan afili, beyaz bir jip yanımızda durdu. “Ben merkeze gidiyorum, siz de o tarafa gidiyorsanız buyurun” diye bizi aracına davet etti sağ olsun. Zaten o yerleşim bölgesinde oturanlar ya birbirini tanırlar ya da tanışmasalar bile biraz konuşunca ortak ahbaplara bağlı bir tanışıklık çıkar ortaya. Neyse… Annem sürücünün yanına, ben arka koltuğa yerleştik, şehre doğru yola koyulduk.
Hanımlar aralarında sohbete başladılar; ben ise lafa karışmadan dinleyici olmayı tercih ettim arkada. Zaten pek karışılabilecek gibi de değildi. Anneme önce hangi sitede oturduğu sorusu yöneltildi. Annem kısaca yanıtladı. Sonra kendisine henüz sorulmadığı halde araç sahibi hanım da kendi sorusunu kendi açısından yanıtladı ve hemen ardından yaşam öyküsünü anlatmaya başladı. Aman öykü dediğime bakmayın. O yıllar Trabzon’un Arap turist istilasına uğramadığı, trafiğin kaosa dönüşmediği yıllar olduğu için kent çeperinden şehir merkezine 10-15 dakikada varılabiliyordu. Yolun kısalığı nedeniyle özet geçti.
Öncelikli olarak Trabzonlu iş adamlarından ….’nın eşi olan bir ev hanımı olduğunu öğrendik. Ben aynı zamanda Trabzon’da o isimde birisi olduğunu da ilk kez duymuş oldum ama söyleniş şeklinden Trabzon’da tanınan bir kişi olduğunu ve bizim de mutlaka tanıyor olduğumuzu varsaydığını anladım. Ne o zaman biliyordum ne de şimdi kim olduğunu biliyorum ama neyse…Sonra o yerleşim bölgesine daha yeni taşındıklarını, hemen her gün aracıyla merkeze gitmek zorunda kaldığını, daha önce nerede oturduklarını öğrendik. İşte tam bu noktada o sitede oturan ortak tanıdıklara bağlı bir yakınlık mertebesi gelişti annemle aralarında. Sonrasında tam İstanbul’da yaşayan bir oğlan ve Ankara’da yaşayan bir kız çocuğu annesi olduğunu, çocukların oralarda ne işlerle meşgul olduklarını, çocuklar evden gidince kocasıyla yalnız kaldıklarını kader, kısmet temennileri içinde öğrenmiştik ki ne yazık ki ineceğimiz yere gelmiş bulunduk. Her ne kadar hanımefendi yolun sonuna doğru anlatış hızına güçlü bir ivme kazandırdıysa da, dedim ya yol kısa, hikayenin devamında gelmesi kuvvetle muhtemel olan çocukların medeni durumlarıyla ilgili bilgiyi edinemedik mesela bu nedenle. Ben teşekkür ederek, annem ilaveten ve karşılıklı olarak tanıştıklarına(?) memnun olduklarını da söyleyerek araçtan indik.
Yolun sonuna doğru annemin sabırla dinleyişini seyrederken içimden Turgut Uyar’ın “Sizin alınız al, inandım. Morunuz mor, inandım. Ama sizin adınız ne?” şeklindeki dizelerini tekrarlıyordum. Arabadan inince anneme, “Hanımefendinin ismi neydi acaba? Keşke onu da söyleseydi de, sen de söyleme fırsatı bulsaydın da gerçekten tanışmış olsaydınız.” dedim. Bu şekil tanışma(ma)lara alışkın olan annem söylediğim şeyin üstünde durmadı bile.
Evet bu şekilde tanışmamalara çok alışkınız. O hanımefendi çok tatlı dilliydi, hoş sohbetliydi, akıllıydı, iyilik severdi. Belli ki kendisinin memnun olduğu bir yuva da kurmuştu. Ve hatta arabası da çok güzeldi. Amenna…Ama keşke kimin eşi, kimlerin annesi olduğundan önce kendisi olduğunu hatırlasaydı da “Benim adım …” diyebilseydi. Birinin karısı, onların annesi, şunların babası, babasının prensesi, annesinin prensi, bilmem kimin damadı, filancanın yeğeni olmak değil. Sadece kendin olabilmek. Kendi ismine dahi sahip çıkamayan bir kişiden kendini bilmek erdemini beklemek yersiz olacaktır şüphesiz. Başkalarının adından, gücünden istifade etmek, başkasının adının, gücünün gölgesine sığınmak kendini bilmeyen, öz değerlerinin farkında olmayan, kendini gerçekleştirme bilincinden yoksun idraklerin varlığını sürdürme yoludur. Bu yazıda örnek olarak anlatılan kişilerden birinin anne, diğerinin ise hem öğretmen hem anne olması ise bu gülümseten hikâyenin trajik kısmı ve toplumuzdaki güce tapışın da bir özetidir kanaatimce. Ne mutlu birinin bir şeyi olmaktan bağımsız, sadece kendi olabilenlere, kendini gerçekleştirebilenlere!
Bu kadar anlattım, hikâyeyi yarım bırakmak olmaz. Bir sene sonra oğluma hamileyken ve yine aynı yolda yürürken aynı araç aynı teklifle bir kez daha durdu yanımda. Bu sefer araçta hanımefendinin kızı ve bir de genç bir erkek vardı. İlk seferde öğrenemediğim söz konusu ismi, konuşmalardan komşularının oğlu olduğunu anladığım erkek yolcu ‘Ayşe Teyze’ diye hitap edince öğrendim. Bu şekilde öğrenmeseydim, benimki sorulmasa da sorup öğrenmeye ve bu yardım sever, iyi kalpli kadına ismiyle hitap etmeye kararlıydım zaten. “Teşekkür ederim Ayşe Hanım” diyerek indim araçtan.
Bu kadar da değil. İki yıl kadar sonra olsa gerek, bu anne- kıza Ankara’da Sosyete Pazarı’nda bir kez daha rastladım iyi mi! Ben bir şeylere bakarken pusetindeki oğlumu seven birilerinin ilgisine doğru döndüm ki yine onlar! Ben: ” Aaa… Ben sizi tanıyorum. Ayşe Hanımsınız ve Trabzonlusunuz değil mi?” deyince nasıl da şaşırdılar. Onlar beni hatırlamasalar da ayak üstü kısa bir memleket muhabbeti çevirdik.
Bu son karşılaşmamız oldu. Ama ne zaman adından önce kimin neyi olduğunu söyleyen biriyle karşılaşsam Ayşe Hanım hatırıma gelir. Yani sık sık… Ve lafın fazla uzamasına izin vermeden sorarım öncelikli olarak “Ama sizin adınız ne?”
*: Turgut UYAR’ın Denge isimli şiirinden esinlenilmiştir.
Fotoğraf: Ergin TOPCU
- Hatıralar - 1 Ekim 2024
- Doğruluk mu? Cesaret mi? – Elif Demirbaş Topçu - 2 Haziran 2024
- Onsuz da Olmay… - 4 Aralık 2023