Aleviliğin Türk İslam Sentezine Uyarlı Yeniden İnşası

Alevilik/Yol, demokrasi ve insan hakları gelişiminin en önemli besleyici kaynağı, tüm baskıcı, tutucu ağır politik süreçlere direnerek, Ortadoğu’nun düştüğü şiddet sarmalına dönmesini engelleyen en temel kaynak, bu haliyle de ülkenin “ötekisi” olarak kodlanan kadim bir inançtır. Bir zamanlar Anadolu’nun ağzına kadar Yol mensubu topluluklarla dolu olduğu bu coğrafya, Alevilere yönelik kıyımların yapıldığı coğrafyadır da aynı zamanda. Baskı ve kıyımlarla sürekli olarak azaltılan ve bu nedenle de her dönem “devlet sırrı” olarak saklanan Alevilerin nüfusu, şimdi dörtte üç oranında azaltılmıştır ve bu pratik katlanarak, çoklu metotlarla devam ettirilmektedir.

Öte yandan Alevilik bilgisine, tarihine, felsefe ve hukukuna, kişi ve kurumlar üzerinden sistemli müdahaleler her dönem biraz daha üstüne konarak devam etmiştir. İçeriğinin boşaltılması, yani bilgisine, ritüeline müdahale edilmesine hız kazandırılırken, bu konuda proje ve stratejiler geliştiren bir devlet ile, hayatta kalmaya çalışan bir inanç arasındaki bu var oluş savaşı şiddetlenmektedir. Günümüzde en etkin olarak akademik çalışmalar üzerinden yürütülen bu çatışma, son zamanlarda yayınlanan Alevilik çalışmalarında önemli bir artış yol açmış görünüyor. İlk etapta pozitif bir durum gibi görünmekle birlikte, öte yandan bu çalışmaların devlet destekli Türk-İslam Sentezi (TIS)’ne uyumlu çalışmalar olması bu konuda önemli bir tehditin örgütlendiğini göstermektedir. Devletin bütün alanları kendi resmî ideolojisine uyumlu olarak kontrol altında tutulmasını sağlayacak ciddi bir mekanizmayı işlettiğini biliyoruz. Bu nedenle Alevilik çalışmalarının sıkı bir kontrol altında tutulduğunu anlamak da zor olmasa gerek ve dolayısıyla artık yasaklanamayacağı bir dönemde, yayınları istenen istikamette yönlendirileceğini tahmin etmek için müneccim olmaya da gerek yok. Bu yeni istikamette esas hedefin Aleviliği bir an önce İslam’ın içine koyarak, Aleviliğin içine de Sünni İslam’ın bilgisini boca ederek, hızlıca ve sessiz sedasızca asimile edilmesinin hedeflendiği de açık. Bu durum, önemli ölçülerde cemevleri üzerinde halihazırda yürürken, şimdi esas tehlikeli kısmı, stratejik konumu ve uzun erimli sonuçları itibariyle akademi olarak belirginleşmektedir,

Bir zamanlar üzerinde konuşulması, yazılması engellenen Alevilik, şimdi yazılı özellikle akademik anlamda esas görünümünün, yani özerk ve kadim bir inanç olarak görünür olmasının nasıl engelleneceği konusu önem hedeflenmiş görünüyor. Pıtrak gibi yazılan, çoğunlukla özensiz ve bir yığın yanlış bilgi ile dolu, çoğu sistemin bakış açısına uyarlanacak şekilde bozuma uğratılmış, makale ve kitaplar hızla yayınlanmaktadır. Bu makalelerin çoğunda Alevilik, Şia İslam’ın içinde gösterilmektedir. Oysa Alevilik ile Şia’nın yakınlık oranı, Alevilik ve Sünniliğin yakınlık oranı ile aynıdır.

Aradaki tek fark, Şiilikte Ali ve ailesinin daha önemli olarak kabulüdür. Bu ve buna benzer şekilde yurt içinde ve dışında hakemli dergilerde de yayınlanan bir yığın yanlış bilgi ile yeni bir sahte Alevilik inşa edildiği açıkken, Alevilerin bütün bu yayınları kontrol etme, cevap verme, düzeltme şansı neredeyse yok gibi. Bu yayınların yarattığı sahte bir Alevilik inşasında kullanılarak uzun vadede inanca ciddi bir zarar verirken, bu inşadaki en temel faktörlerden biri sisteme uyarlı düşünme ve yazma biçimi olduğu açıktır. Bu düşünme biçimiyle ‘en kolay ve zararsız’ biçimde gerçeğin tahrifi sağlanmaktadır. Bu nedenle saha araştırmaları ile Alevilerin güvenlik kaygıları da gözetilerek, özenli ve dikkatli yapılacak çalışmalarda Aleviliğin gerçek bilgisine ulaşmak mümkünken, tam tersine ofis ortamlarında üretilmiş yapay bilgilerle, kes-yapıştır ile Alevilik tarifi yapılmaktadır.

Alevilik çalışmalarındaki tahrifat yine devletin yaklaşımının yarattığı bir dizi sonuç üzerinden ortaya çıktığını belirtmek lazım. Bu nedenle Alevilikle ilgili ortaya çıkan bilgi kirliliği ve sahte bilgi üretiminin bir kısmı bilgisizlikten kaynaklanırken, bir kısmı kişisel kaygılarla, bir kısmı gerçek haliyle tariflenirse Alevilere yönelik güvenlik kaygısından, bir kısmı ise bilinçli bir şekilde devletin ve Sünni inancın misyonerliği sonucu ortaya çıkmaktadır. Sonuçta hangi saikle yapılırsa yapılsın sahte bir bilgi üretilmekte, Alevi bilgisi kırıma uğratılmakta, sahte bir Alevilik inşa edilmekte ve bu gelecek için bu sahte bilgi sabitlenmektedir. Böylece gerçek Alevi bilgisi ortadan kaldırılarak, İslam’ın içinde asimile edilecek sahte bir veri tabanı oluşturulmaktadır. Bu nedenle de gerçeğin ve bilgisinin tahrifatı önemli ölçüde akademi içinde yürüyen ve son yıllarda bu alandaki en önemli tehdittir. Önemli bir kısım araştırıcı ya da akademisyen gerçek bilginin sistemle uyumsuzluğunun farkındadır. Ancak kendi kişisel akademik kaygılarını kollayarak inancın bilgisini tahrif etme yoluna meyletmekte de bir sakınca görmemektedirler. Bu esas olarak Türkiye akademiyasının etik anlamdaki sorunlu yapısıyla da çok ilişkili. Resmî ideolojiyle uyumlu olması kaydıyla, yağmalamaktan hiçbir hicap duymadan, etik kaygı gütmeden, kes yapıştır ile ‘bilimsel’ makaleler yayınlanmakta bir sakınca görülmemektedir. Sırf makale yayınlansın diye, bilimin en önemli konusu olan etik, yani temelde ‘zarar vermeme’ ilkesini hiçe sayarak, hem Alevi toplumunun kendini tanımlama hakkına, hem de gerçek bilgisinin dolaşımını ve aktarımını engelleyerek bilimsel anlamda suç işlenmektedir. Gerçek anlamda etik olarak konuyu çalışan sınırlı birkaç kişinin haricinde, sahte bilgi üretiminde ve bilgi kirliliği yaratılmasında temel rol elbette devletindir. Bu anlamda Aleviliğin tamamen TIS çerçevesinde yeniden inşa edilmesini hedeflediğini ve büyük oranda bunu başardığını görüyoruz. Bütün bunlar birkaç yıl sonra Aleviliği tamamen gerçek ekseninden çıkararak, Sünni İslam’ın hatta Selefi versiyonuna da uyumlu bir yeniden inşa sürecine sokulacağını görmek mümkün.

Sahte bilgi üretiminde de yeni metot olarak son dönemde özellikle Kürt ve Türk Alevi akademisyenlerin yönlendirilmesi öne çıkmaktadır. Böylelikle üretilen bu türden bilgileri Alevilere ve özellikle de yabancı araştırmacılara daha kolay kabul ettirebileceği düşünülmektedir. Bu çerçevede kontrollü yayınlar çıkarılarak, Aleviliğin İslam’ın içinde tarifi ve yavaş yavaş da İslam’ın içinde asimilasyonu ile sonuçlanacak adımlar olarak hesaplanmaktadır. Öte yandan kredisi yüksek olsun diye yabancı akademisyenler de kullanımı da başka bir yöntem olarak belirmektedir. Bu konuda özellikle Irene Melikov, özeniz ve ucuz milliyetçi saiklerle Aleviliğin Türk-Islam sentezine sokulmasında en önemli Truva atlarından biri olduğunu söylemek gerekir. Melikof ve diğer pek çok Alevi yazarlarca da ağza sakız yapılan heterodoks ve senkretik kavramları üzerinden çok ağır bir hasar verildi. Melikof’un senkretizmi bilinçsizce kullandığını düşünmek fazlaca saflık olur. Tam tersine Aleviliği TIS’e uyumlu hale getirmek için bilinçli olarak ve çok sık kullandığı açıktır.

Senkretizm, birden fazla dinden oluşturulan bir dinsel biçim olarak tanımlanacak olursa, ‘Alevilik oradan buradan toplama bir dindir’ sonucuna taşınarak, alttan alttan biraz Şamanizm, biraz İslam karıştırılmış dolayısıyla gerçek olmayan, kırsal kesimde ‘cahil’ halkın kullandığı ‘sapma’ bir din olduğuna getirilmektedir örtülü bir şekilde. Oysa Şamanizm ile Aleviliğin kıyaslanamayacağını bal gibi biliyorlar. Şamanizm bir dinden öte daha çok rit üeldir ve Şaman ölen ruhlar ile yaşayanlar arasında bir aracılığa soyunur. Oysa Alevilikte böyle bir ritüel olmadığı gibi, ancak on binlerce yıl içinde ancak oluşabilecek bir karakterde, hiyerarşisi ve karmaşık yapısı ile çok köklü bir sistemi mevcuttur. Felsefesi, hukuku, eskatalojisi birçok dinden daha güçlü, köklüdür. Şamanizm, Aleviliği bağımsız ve kadim bir din olduğunu örtbas etmek ve aynı zamanda da Türkçü bir yere bağlamak için uydurdukları bir yalan. Bu ortaya çıkınca da yeni bir bağlantı olarak Ahmet Yesevi üzerinden kurulmaya çalışılıyor. Bu anlamda ocak isimleri Türk ya da Arap kökenlere bağlanıyor. İsimler Türkçeleştiriliyor vs. Türkmenler üzerinden Aleviliğin Orta Asya kaynaklı olduğuna vardıracak kadar ileri giderken, Türkmenistan’da neden Aleviliğin olmadığını da elbette gözden kaçırarak bu kısmı örtbas etmeye çalışıyorlar. Oysa bu bile başlı başına Türklerin ve Türkmenlerin bu inancı, temas ettikleri Kürtlerin de dahil olduğu Ari/İrani topluluklardan aldıklarını açıkça göstermektedir.

Heterodoks kavramı da benzer bir biçimde Alevilik için kullanılmaktadır. ‘Doksa’ yunanca da gerçek bilgi ve ortodoks ise değişmeyen sabit ve gerçek bilgi anlamına gelir. Buradan yola çıkarak Ortodoks İslam yani Sünni İslam’ı ve heterodoks inanç olarak da Alevilik olarak yani İslam’ın esas olmayan biçimi olarak, ona göre tarif edilmektedir. Dolayısıyla birçok insan bu kavramları sorgulamadan, içeriğinden bihaber, daha ‘entelektüel’ göstermek için bir saldırıya ortaklık yapmaktadır. Buradan da açıkça söylenebileceği gibi, yabancı kavramlar ile yabancı akademisyenler, bilinçli olarak Türk-İslam Sentezinin düşük profilini daha inandırıcı kılmak için kullanılmaktadır. Böylece ucuz Türk-İslamcılığı’nın dikiş tutmayışı bertaraf edilmeye çalışılmaktadır. Bu nedenle daha önce Habil Âdem adlı ittihatçıyı Dr. Friç olarak icat eden sistem, şimdi 1. Yabancı akademisyenleri çeşitli biçimlerde manipüle ederek, 2. Kürt ve Türk Alevi araştırmacıları çeşitli biçimlerde TIS ideolojisi doğrultusunda yayın yapmaya zorlayarak bu politikasını sürdürmektedir. Bu zorlamanın biçimi elbette içeri atma gibi algılanmasın. Mesela akademik anlamda jürilerden geçirmeyeceğini hissettirerek; TIS kapsamında üretilmiş yazılı kaynakları kullanmaya zorlayarak; gerçek anlamda veri takibi ile yapılacak analizlerden imtina etmelerini sağlayarak; akademide üretilen bu sorunlu metinlerin dışındaki gerçek metinleri dolaşıma sokmayarak; STO gibi formlansa bile devlet destekli formlarla yazın alanını kontrol altında tutarak (mesela üniversitelerde son yıllarda açılan açılan Alevi Enstitüleri, Alevilerce açılan ve CHP anlayışı tarafından kontrol edilen STO’lar, Viyana Alevi temsilinin CEM-Diyanet tarafından kontrol edilmesi gibi) sistemli olarak var olan Alevi kaynaklarını ‘yeniden neşir’ adı altında anlamlarını bozarak ve daha da uzatılacak bir yığın metotla Alevilere dair çalışmalar kontrol edilmektedir.

Bu anlamda Rıza Yıldırım’ın doktora tezinin bir bölümü olduğu anlaşılan ve Aleviliğin Doğuşu, Kızılbaş Sufiliğinin Toplumsal ve Siyasal Temelleri 1300- 1501 (Rıza Yıldırım, Aleviliğin Doğuşu, Kızılbaş Sufiliğinin Toplumsal ve Siyasal Temelleri 1300-1501, İletişim Yay. İstanbul, 2017). başlığı altında yayınlanan, ancak Aleviliğin doğuşu ile bir ilgisi bulunmayan çalışması, bu kapsamda ele alınması gereken bir çalışma. Çalışmada ciddi bilimsel sorunlar bir yana, adeta Türk İslam Sentezin’nin ortaokul tarih kitaplarındaki Osmanlı tarihinin Alevi versiyonu inşa edilmektedir. Zaten ilk girişle Kürt ve Zaza ayrımını özenle yerleştirirken, Kürt ve Zaza farkından çok daha fazla ayrışan, Türk ve Türkmenleri kır ve kent ayrımı olarak tanımlayarak özenle birleştirmesinden devletten önemli bir aferin aldığı açıktır. Oysa Türkmenler kendilerini özenle Türklerden ayrı tutarlar ve dilleri ise Zazaca ve Kurmanci arasındaki farktan daha derin farklar taşımaktadır. Amerika’da master yapan ve Türkçe de konuşan bir Türkmen öğrenciye, Türkçe ve Türkmencenin ne kadar birbirini anlayabileceğini sorduğumda %5 gibi bir yanıt vermişti. Oysa Zazaca ve Kurmancı arasındaki anlama oranı yüzde 40’lara kadar çıkar. Kaldı ki Türkmen Aleviler, Sünnileri Türk olarak tanımlayacak kadar da uzak dururken, bundan da öte Türkmenistan diye bir devlet varken, ayrı topraklar, ayrı tarih, kültür taşırken ve hala ‘Türk’ iken, Zazaların son birkaç yıllık devlet müdahalesinin haricinde Zaza Kürtler olarak tanımlandığı, ortak tarih, kültür ve toprakları olduğu halde, Yıldırım’ında özenle içine girdiği bu milliyetçi söylemle Kürtlükten ayrıştırmakta sakınca görmemektedir. Türkmen ve Türk ayrımını kır ve kentli olan Türklük gibi bilimsel anlamda son derece problemli bir tezle aynılaştırması başka bir handikap. Daha da ötesi, Aleviliğin Türklükten kaynaklandığını hissettirecek bir dil kullanır. Kitap boyunca Aleviliğin neredeyse Türkmenler tarafından oluşturulan bir din olarak Safevi-Osmanlı çatışmasına odaklar. Bu minvalde kitapta adeta serseri mayın gibi ortalıkta dolaşan, oraya buraya saldıran Alevi Türkmen tarifi yapılır. Kitabı okuduktan sonra insanda kalan tek his, burası.

Daha da önemlisi Safeviler üzerinden tüm Aleviler, çocuklara biat eden bir toplum olarak sunulmaktadır. Küçük bir çocuğu (Şah İsmail) “mürşidi kâmil” olarak ilan eder ve bunun tüm Alevilerde gelenekmiş gibi bir imaj yaratır. Oysa Türkmen Aleviliği soy üzerinden hizmet veren ocaklarla işlemektedir. Bu ocaklar kendi sistemleri içinde özerktirler ve öyle Küçük bir çocuğa ‘Murşid i kâmil’ diyecek bir pratik ve hiyerarşi de bulunmamaktadır. Eğer böyle bir dinsel bir içerik olmuş olsaydı bugün dahi inancın içinde yerini devam ettir mesi gerekmez miydi? Keza bilimsel bir çalışmada problematize etmeden kullandığı ‘kafir’ kavramını olur olmaz yerlerde kullanırken, tam bir Sünni İslam terminolojisini kullanarak, Alevilerin kullanmadığı bir dili onlara giydirmekte hiçbir sakınca görmüyor.

Bunun da ötesinde yüceltici bir çerçeve içinde sık sık bir ‘yüksek İslam Kültürü’ -ki bunu da aslında çok tariflemez, metinden anlaşıldığı kadarıyla kentli İslami kültür yani sanat, eğitim, mimari vs. kast etmektedir- kullanır. Türkleri kentli, Türkmenleri kırsal kesim olarak ilan eder. Bununla oluşturduğu hiyerarşi ile kentlileri yani Sünni ve Türk olanları yüksek İslam Kültürü ile üste konumlandırır, altına da Alevi ve Türkmenleri bir güzel yerleştirir. Dolayısıyla da Sünni İslam yüksek, gerçek ve doğru olan olarak inşa ederken, Aleviliği bunun aksi yönünde inşa eder farkında olarak ya da olmayarak. Ancak her iki durumda da affedilmez hatalar işler. Bu fikri de yine Türkçü ve İslamcı olan Melikof’tan devam ettirir. Osmanlı ile Türkmen Aleviler arasındaki çatışmayı bunun üzerinden kent ve kır çatışmasına bağlayacak kadar ucuz bir yere bağlar ve Türkmenlerin kente uyum sağlamayan Türkler olarak inşa eder. Tabi bu aynı zamanda heterodoksidir ve dolayısıyla esas olanın da Sünni İslam olduğunu eş zamanlı olarak söylenmesi anlamına gelir.

Bütün bu çatışmalar sürecini analiz etmeden, daha doğrusu edemeden Türkmen Alevileri, kır ve kent ayrımı ile Safevi-Osmanlı çatışması üzerinden, kentli ‘Yüksek İslami kültür’ün uzağında kalmış, oradan oraya savrulan bir kitle biçiminde tanımlar ve bunu Aleviliğin inşası olarak savunur. Aleviliğin doğuşu böylece Safevi-Osmanlı çatışmasına bağlayarak, binlerce yıllık geçmişini söküp atarken, Aleviliği Türk ve İslam’ın sentezi olarak yeniden inşa etmeye çalışır. Bu arada halifelik kavramını sıkça kullanır. Oysa kendisi de çok iyi bilir ki Bektaşilik’te bir miktar kullanılan halifelik, Alevilikte kullanılan bir kavram değildir ve hele hele ocak sisteminde böyle bir şey mümkün de değildir. Dolayısıyla İslam kavramlarını Aleviliğin içine monte ederek kendisine göre bir dil geliştirerek, Aleviliği İslamlaştırmaya çalışır. Bu hat üzerinden daha da ileri giderek, bugüne kadar yaşanan sorunların aslında Alevilerin kabahatli olduğunu söylemeye getirir ve devletle uzlaşıp, bir Alevi diyanetini inşa ederek İslamlaşmayı önerir. Buna ilişkin makalesinde şöyle tarifler:

‘Alevilik bir “ortodoksi” inşa etmek zorundadır. Zira kentleşme ve devleti … toptancı bir reddiye anlayışı benimsenmiş ve modern Alevi hareketi (en azından birinci safanın önderleri) kendi varlığını Sünniliğin ve devletin olmadığı bir marjinal alanda inşa etmeyi denemiştir. Ne var ki, bu yaklaşımın çok yetersiz olduğu artık anlaşılmış durumdadır. Zaten tarihin akışı da Aleviler için başka seçenek bırakmamaktadır. Ne kadar zor olursa olsun, kente inanç ve tarihiyle bir Alevi olarak yaşamak, devletle pozitif bir ilişki kurmak ve kendi içinde hiyerarşik bir dinsel ortodoksi geliştirmek Aleviler için tek istikametir.’ (Geleneksel Alevilikten Modern Aleviliğe: Tarihsel bir Dönüşümün Ana Eksenleri)

Korkunç bir tabirle bir ortodoksi, yani değişmeyen bir Alevi söyleminin inşası -ki bu Aleviliğin imhasıdır- gibi laflar ederken, insanı dehşete düşüren bir bilgisizlik hissi yaratır. Hem bir Alevi ama en çok da bir akademisyen olarak birkaç kişinin oturup binlerce yıllık kadim bir inancı yeniden yapılandırmasını talep etmeye cesaret eder. Aslında bu söyleminde de açıkça görüleceği üzere bir Alevi olarak da inancının dönüştürülmesini istemenin bilim insanı olarak işlediği etik suçun ötesinde, öyle bir söylemde bulunmasının kendisi Aleviliğin nasıl bir baskıya tabi tutulduğunun en açık kanıtıdır. Çünkü Yıldırım kendisi daha rahat çalışabilsin diye Aleviliğin İslam ile uyumsuz taraflarının yontulmasını, hiyerarşiyi minimumda tutan bu inancı hiyerarşik bir hale getirerek daha kolay kontrol edilmesini talep gider. Aleviliğin her zaman kolektif üretim ve tüketime odaklı, çeşitliliğini ‘sürek binbir’ ile özenle koruyan ve bu yönüyle hem derin felsefesini, hümanist hukukunu ve anlamlı ritüel ve en önemlisi de kendi tebaasının en yüksek ahlaki düzeyde tutmayı becerdiğinin farkında değildir belli ki. Dinsel hiyerarşi ile toplumda yaratılan ahlaki çöküntüyü, dinsel manipülasyonu ve bunun yaratacağı binlerce diğer tehdidi görmezden gelerek, kendisini bütün bunlardan korumuş bir inanca başka bir biçim önermektedir.

Daha da korkuncu, TIS ideolojisindeki bir devletin Alevilere uyguladığı yüzlerce yıllık katliam ve baskıda, Alevileri hatalı tutum almakla suçlayacak kadar ileri gider ve devletle uzlaşmayı önerir. Oysa kendisi de gayet iyi bilir ki devlet Aleviliği bir din olarak kabul etmeyi reddetmektedir. Yapmaya çalıştığı onu değiştirmek ve Sünni İslam’ın içinde eritmek. Bunun için de bugüne kadar uygulanan politikaları Yıldırım herkesten daha iyi bilebilecek durumdadır. Devletin pozitif ilişki olarak kurduğu tek biçim -o da geçici bir ara basamak olarak- cemevinin ancak caminin müştemilatı olarak kullanıldığı, dolayısıyla bütün cemevlerinin birer camiye, bütün Alevilerin birer Sünni’ye dönüştüğü süreç ile sınırlıdır. Başka türlü hiçbir ilişkiyi devlet kabul etmemektedir. Alevilerin talepleri çok basittir ve dinlerini olduğu gibi yaşamalarına izin verilmesi, asimilasyon ve baskıların sonlandırılmasını talep etmektedirler ve bunda ısrarcıdırlar. Bundan daha pozitif bir yaklaşım ancak Müslümanlaşmadır. Bunu da binlerce yıllık direncinden Yıldırım’ın anlamış olması gerekirdi.

Semah , Sayı: 41 • Eylül / Ekim  2018

 

Dilşa DENİZ