Alevilerin Sürgün Ya da Öteki Tarihi

“Önce seni görmezden gelirler. Sonra sana gülerler
Sonra seninle savaşırlar. Sonra kazanırsın.”

Gandhi

Çok bilinen bir Afrika atasözüdür: “Aslanlar kendi tarihini yazana kadar,  tarih avcıların kahramanlıklarıyla dolu olacaktır.” Aslında bu sözün Aleviler için de söylendiğini düşünebiliriz. Tanrı’yı kaldırıp yerine insanı koyan Alevilere, bin yıldır kendilerine ait olmayan bir tarih kendilerinmiş gibi öğretilmeye çalışıldı. Yıllar boyu halka zulmeden iktidar tarafından; tarih, kendi düzeninin devamı için çarpıtılarak sunulmuş ve halkın yaratmadığı bu tarih “şanlı milletin, soylu efendilerin kahramanlıkları” olarak, “resmi tarih” denilen bir hale sokulmuştur. Anadolu’nun tarihi; kralların, soyluların, padişahların, sultanların; şaşalı yaşamları, dalavereleri, eğlenceleri değil, tam tersine halkların alınteri ile yüksek medeniyet ve geleneklerin yaratılması tarihidir. Aleviler şimdi kendi tarihçilerini/araştırmacılarını çıkardılar. Binlerce yıllık geçmişlerinin tarihini yeni yeni yazmaya başladılar. Onların yazılı bir tarihi olmadı, yazılanlar ise bu coğrafyanın egemenleri tarafından yok edildi. Kendilerini korumak için kâh Yahudi oldular, kâh Hıristiyan oldular,  kâh Müslüman oldular. Ama bu sadece dış görünüşteydi. Özünde ise hep kendileri olarak kaldılar. Yoksa bu yazılar nasıl yazılırdı ki?

Tarihte Aleviliğin izlerini sürmek isteyenlerin öncelikle yapmaları gereken şey, belleklerinde Alevilik adına topladıkları geçmişin çarpıtılmış bilgilerinden bir an önce kurtulmaktır.  Onlar, kendilerini ve inançlarını ustaca gizleyip koruyarak bugünlere taşıdılar. Bunu yaparken ellerindeki tek araç sözlü gelenekti. Bugün Aleviliğin geçmişini anlamada ve anlatmakta en önemli katkı kuşkusuz sözlü gelenekleri ve destanlarıdır. İki bin yıl önce Hıristiyanlığın Anadolu’da ortaya çıkışı ve Alevileri şiddet kullanarak yok etmeye kalkışması ile birlikte bu inanış; güvenmeyen, paylaşmayan, saklanan ve takiye yapan, daha katı bir içe kapanma dönemine girdi.  Anadolu coğrafyasındaki egemenler, Aleviliği mutlak yok edilmesi gereken, kendi inanışlarının en büyük tehdidi saydılar. Ortodokslarla başlayan, Katoliklerle devam eden Aleviliğe karşı işlenmiş suçların ve sonu gelmez Alevi düşmanlığının sebebini Alevilerin, semavi dinlerin kabulünün çok dışındaki inanç sisteminde aramak gerekir.

Alevilik İslamiyet’e göre;  daha yakın tarihte ortaya çıkmış, İslamiyet’in bir unsuru, ondan kopmuş bir parça değildir. O semavi dinlerin çok öncesinde ortaya çıkmış, kökleri sadece kendisine uzanan, binlerce yıldır yok edilmeye çalışılmış kadim bir uygarlıktır. Ancak görünen o ki bir hafıza kaybı yaşamaktadır. Hafızasına yeniden kavuşması, geçmişini tanıması, tarihiyle yüzleşmesi artık gündemindedir. Bugün Aleviler var olmak, varlıklarını sürdürebilmek uğruna toplumsal hafızalarından yüz çevirmiş görünseler de, üzerlerine başka/yabancı bir tarih giydirilmiş olsa da Anadolu coğrafyasının en eski yerleşik hayatını oluşturmuşlardır. Aleviliğin on bin yıldan uzun sürmüş tarihi, Anadolu’nun beşeri tarihi ile aynı yaştadır. Bu topraklar üzerinde insanlığın varlığı ile birlikte ortaya çıkıp, çoğala çoğala bugüne ulaşmış bu zengin kültürel miras, gelinen nokta itibarıyla da uzun süreden beri İslam’ın dogmatik duvarlarının içine hapsedilmeye çalışılmaktadır.

Aleviliğin sekiz bin yıllık yerleşik tarihinde, MS. 325 tarihine kadar Göller Bölgesi’nden Akdeniz’e uzanan bölgede, uygar bir şehrin ihtiyaçlarını karşılayabilen bir uygarlık inşa ettiler.  Ta ki Hıristiyan doğması 325 yılında İznik şehrinde biçimlenene kadar  (Erdoğan Çınar, yeni Hıristiyanlık dini biçimlenirken, ilkeleri ve ritüelleri düzenlenirken Alevi/ışık inanışının baskın formlarının kullanıldığını; Hıristiyanlığın kuruluş aşamasında Anadolu’da karşılaşabileceği olası direncin en alt düzeye indirmeye çalışıldığını; “yeni İsa dini”nin Anadolu ışık inanışının motifleri ile yeniden yaratıldığını; Alevi cem Ayin-i cem’in on iki hizmetlisinin, İsa’nın on iki havarisi ile yer değiştirdiğini; Aleviliğe ait “düşkünlük” kurumunun Hıristiyanlık tarafından “aforoz” adı altında kopyalandığını araştırmalarında ortaya koymaktadır). Bu tarih Alevi inancı açısından da, baskıya, şiddete, yok etmeye muhatap olmanın miladıdır aslında. O tarihten sonra, kara bulutlar Alevilerin başının üzerinden hiç eksik olmadı.

Yapılan araştırmalar gösteriyor ki (Çınar, 2008), o gün, Işık insanı olarak bilinen Alevilerin Anadolu’dan ilk zorunlu tahliyesi, İmparator Maurice (528-602) zamanında Kıbrıs’a yapıldı. İmparator 2. Konstans (642-668) ani baskınlarla Orta Anadolu köylerinden topladığı savunmasız ışık topluluklarını gemilerle Sicilya’ya ve Kuzey İtalya’ya nakletti. Alevi coğrafyasından uzak ülkelere doğru asıl büyük sürgün 4. Konstantin (678-685) zamanında yaşandı. Anadolu boşaltılıyordu. Halk hazırlıksız, sahipsiz, silahsız, savunmasız ve çaresizdi. Kaçanlar kurtuldular, direnenler öldürüldüler. Hıristiyanlık kendini kanla, kinle ve zorla dayatıyordu. Kilise dışında ibadet yasaklanmıştı.

Yeni İsa dini/Hıristiyanlık referanslı imparatorluk askerleri, Anadolu’yu baştan  başa talan etmeye başladılar. Mabetler yıkıldı, arşivler ortadan kaldırıldı. Kutsal elyazmaları dahi yakılan inançlı insanlar, yeraltına çekilmek zorunda kaldı. Kimliklerini korumak için onlar gibi görünmeye, ama sözlü gelenekle inançlarını gelecek kuşaklara aktarmaya titizlikle özen gösterdiler. Bu süreç Alevilerin artık sürgün tarihlerinin de başlangıcıdır. Kendilerini koruyacak kaleler inşa etmeye başladılar. Arguvan’da kurulan Alevi devletini Divriği’de (845 yılında) inşa ettikleri kaleye taşıdılar. Divriği Alevi devleti, Bizans’a ve Ortodoks Kilisesi’ne karşı ancak 873 yılına kadar direnebildi ve sonunda yıkılmaktan kurtulamadı.

Dokuzuncu yüzyılda Divriği Alevi devletinin yıkılmasından sonra, yerlerinden yurtlarında edilen Aleviler, Bulgaristan’da Filibe civarına yerleştiler. Balkan Alevileri, bu coğrafyanın bilinen ilk Alevi pirinin adı ile Bogomiller olarak anılırlar. Bogomil Bulgarca bir sözcüktür. Hakdost anlamındadır. Kendi yurtlarından sürüldükten sonra burada da kendi inançlarına sıkı sıkıya bağlı kaldılar. Bundan dolayı yine kilisenin sapkın inanç nitelemesinden kurtulamadılar. Yazar-araştırmacı Erdoğan Çınar’ın o eşsiz araştırmalarından öğrendiğimize göre, tarihte ilk engizisyon mahkemeleri Aleviler için kuruldu. Anadolu’dan kopalı dört yüz yıl olmuştu ve Bosna’ya kadar gelmişlerdi. Buradan da sürüldüler. Almanya’ya, oradan Kuzey Fransa’ya, burada da tutunamayınca Güney Fransa’nın Oksidanya bölgesine yerleştiler. Burada Aleviler Albigenler olarak anılıyordu. Albigen, ışık insan demekti. 1198 yılında papalık Aleviliğin yayılmasının önüne geçmek üzere acımasız katliamlara başladı, diri diri insanları ateşe attı. Balkanlar’dan Atlantik kıyılarına kadar uzanan geniş coğrafyada uzun süren sürgün yaşamı oldu. Üçüncü yüzyılın başlarında kiliseden de camiden de çok daha eski ve çok daha köklü bir inanış, korkunç bir irade ve tartışmasız bir kesintisizlik içinde varlığını Güney Fransa’da Kuzey İtalya’da, Balkanlar’da ve (bin yıllık aradan sonra) tekrar Anadolu’da sürdürüyordu.

Bütün bu gerçekler varken, resmi tarihçiler, objektif olmaktan uzak bir tutumla, Aleviliği kendi geçmişinden koparan bir yaklaşımla, 1240 yılında Babai isyanı(!) ile başlatırlar. Onlara göre bunun öncesinde bir Alevi geçmişi yoktur. Bu inanış kendi coğrafyasından ve asıl köklerinden koparılarak Türkistan’a, bir Nakşibendi Dergâhına (Ahmet Yesevi) taşınmaya çalışılmaktadır. Bu tarihe kadar olan Alevi tarihi yok sayılamakta, bilinen tarihi ise tahrif edilmektedir.

Alevilere, bu tarihe kadar Hıristiyanların yaptıklarını, artık Müslümanlar, onlardan geri kalmayacak şekilde yaptılar. Semavi dinlerin egemenliğiyle birlikte oldukları gibi görünme fırsatı yakalayamayan Aleviler bu defa takiyeyi Müslümanlara karşı yapma durumunda kalmışlardır. Artık bugün daha rahat görülebilen ve kökleri Osmanlı’ya dayanan asimilasyon ve soykırım politikaları Cumhuriyet’le birlikte başka bir biçimde de olsa devam etmiştir. Bunları bizler yaşayarak, pek çok örnekte olduğu gibi, çok rahat kanıtlayabilecek/gösterebilecek durumdayız. Zira Aleviler, Anadolu halklar hapishanesinin kadim mahkûmu olma durumundan hiç kurtulamadılar.

Binlerce yıllık Alevi tarihi aynı zamanda zulme karşı direnişin de tarihidir.  Ve bu tarihi yazanlar krallar, padişahlar ve onların yarattığı hiyerarşik örgütlenmelerin önderleri değildir. O tarihi yazanlar, halkın bizzat kendi içinden çıkardığı, ozanlar ve bilge kişilerdi. Bunlar Alevilerin bugün de dillerinden düşürmediği, Baba İshak, Şeyh Bedrettin, Köroğlu, Karacaoğlan, Dadaloğlu, Pir Sultan Abdal, Yunus Emre ve daha niceleridir. Onlar,  Alevilerin hikâyesini, kültürünü lirik ve güçlü nefesleriyle, efsaneleriyle koruyabilen çok sağlam bir insan dokusuyla bugüne taşımışlardır. Görevlerini;  krallara, padişahlara ihtiyaç duymadan kendi iç örgütlenmeleriyle, herhangi bir hiyerarşiye yer açmadan, hiçbir tereddüde yer bırakmayacak şekilde yerine getirmişlerdir.

Şimdi sıra bugünün yaşayan Alevilerinde, bu mirası doğru anlama ve geleceğe taşıma sorumluluğunu üstlenmesinde…   Şimdi sıra, hakikatin peşine düşmekte, onu öğrenmekte ve ezberleri bozmakta… Şu dizeleri yazan kültürün, bunu gerçekleştirmesi çok olası; Bektaşi ozan Edip Harab’ın (1853-1971) dizeleri Alevilerin nereden gelip nereye gitmekte olduklarının da bir ifadesidir:

“Daha Allah bile cihanda yok iken/Biz anı var edip ilan eyledik/ Hak’a hiçbir layık mekân yok iken/Hanemize aldık mihman eyledik//Gerçek insanları bilirdim Allah/Ondan gayrisine tapmazdım billah/Ne Kâbe kalırdı ne Beytullah/Yerinde bir arpa eker giderim// İnsanlıktan başka olmazdı cennet/ Yok olurdu İsa, Musa, Muhammed/Kalkardı dünyadan mezhep, tarikat/ Dinlerin bağını çözer giderim/(…)”

Ali Rıza GELİRLİ
Latest posts by Ali Rıza GELİRLİ (see all)