AKP Sonrasını Düşünmek – IV

Üç Farklı Haziran, Bir Bağlam

Türkiye’nin hâlâ 8 Haziran 2015 sabahını yaşamakta olduğunu; hatta 7 Haziran seçim sonuçlarının 25 Haziran 2018’de de açıklanamadığını düşünenlerdenim. Nasıl ki 1 Kasım 2015 seçimlerini anlayabilmek için mutlaka ve mutlaka 7 Haziran’ı konuşmak gerekiyor; bence 25 Haziran 2018 seçimlerini, hatta 31 Mart/23 Haziran 2019’daki yerel seçimleri anlayabilmek için de 7 Haziran 2015 seçimlerine bakmak gerekiyor. Bu, “Bir seçimi anlamak için elbette önceki seçimlere de bakmak lazımdır!” türünden bir genel yargı değil; aksine, 2015 Haziran ve Kasım, 2018 Cumhurbaşkanlığı ve Milletvekilliği ile 2019 Mart ve Haziran yerel seçimlerinin hatta 2023’te planlanmasına rağmen her an yapılacakmış gibi hazırlıkları yapılan müstakbel seçimlerin tümünün bir “bağlam” içinde yer almalarından kaynaklanan bir durum. O kadar ki, 2015 sonrası seçimler ile Türkiye’nin Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne geçişi arasında da bir “bağlam”ın olduğunu düşünüyorum; tıpkı 2015 Haziran-Kasım’ı arası yaşadığımız (yaşattırıldığımız) olaylar silsilesini de bu “bağlam” içine almak zorunda olduğumuz gibi: Nitekim 2009’da başlayan Barış Süreci’nin bir anda rafa kalkmasından, Suruç Katliamı’ndan Ceylanpınar’da iki polisin öldürülmesine, Şırnak Halk Meclisi’nin özyönetim ilan etmesine, KCK’nın Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı 4 il ve 15 ilçede demokratik özerklik ilanına, Ankara Garı Katliamı’na… Bunları apayrı olaylar olarak ele almak neredeyse imkânsız.

“Bağlam” demişken, onu “Bir sözcüğün, tümce içinde birlikte geçtiği ve anlamının belirmesi için incelenmesi gerekebilen tümce kesimleri”[1] ya da “Bir deyimin anlamını belirlemeye katkısı olan, bu deyimi kapsayan daha geniş deyim.” ve “Bir deyimin anlamını belirlemeye katkısı olan dil dışı etmenler; deyimi kullanan kişi, deyimin kullanım yeri ile anı konusundaki bilgiler.”[2] anlamlarından ziyade, “Bir düşüncenin, bir yapıtın, bir öğretinin bölümleri arasındaki çelişmeye yer vermeyen bağlantı.”[3] anlamında kullanmaya çalıştığımı belirteyim; velhasıl, context’ten ziyade coherence anlamına, insicam anlamına daha yakın anlamda bir “bağlam”dan bahsediyorum. Bu şekilde düşündüğümüzde, Gar Katliamı’ndan, 2019 Yerel Seçimleri’ne, 2015 Haziranı’ndan 2019 23 Haziran’ına yukarıda sıraladığım (ve sıralamayı ihmal ettiklerim arasında) bir tutarlılığın (coherence) insicamın olduğunu düşünüyorum. Tıpkı iki yıl sonrası için planlanan ama yarın bir seçim kararı açıklansa kimsenin yadırgamayacağı 2023 seçimleriyle de diğer olayların bir insicam içinde olmaları gibi.

Üç Farklı “Haziran” bir “Bağlam

Üç Haziranımız: 7 Haziran 2015, 25 Haziran 2018 ve 3 Haziran 2019; bir “bağlam”ımız, insicamımız yani bu üçü arasındaki bütünlük, uyum, düzenliliğimiz ise gücü azalan, iktidarı kaybeden AKP’nin tüm bunlara rağmen iktidarda kalma çabası; tüm sistemi, rejimi, iktidarını sürdürebileceği şekilde dönüştürme “iştiyak”ıdır. İlginç olan şu ki, hazirandan hazirana AKP’nin gücü azalırken, sistemin dönüşümü hızlanmaktadır. Muz kabuğuna basıp da dengesini yitiren adamın, kendisinden beklenemeyecek çeviklikle koşmaya başlaması gibi, her seçimde gücü azalan AKP, sistemi daha fazla maniple etmekte, otoriterliği her geçen gün artmaktadır. Siyaset bilimcilerin “seçimli otoriterlik” olarak tanımladıkları da bundan çok farklı değil. Ahmet İnsel[4] Hoca yıllar önce şöyle soruyordu “Seçimle iktidara gelen bir siyasal güç, zaman içinde seçimleri amacından saptırıp, seçim ahlâkını ortadan kaldırırsa ve sonuçta demokrasiyi yozlaştırırsa, ne yapmak lazım gelir?” Onun da net bir cevabı yok ama şu noktaya dikkatimizi çekiyor:

Post-demokrasi çünkü başta kısmen serbest ve göreli çoğulcu seçimler, kuvvetler ayrılığı ve temel hak ve özgürlükleri güvence altına alan bir anayasa olmak üzere, demokrasiden miras kalan birçok kurumun kâğıt üzerinde geçerli olduğu despotluklar bunlar. Ayrıca söz konusu rejimlerde bu kural ve kurumlar kısmen ve yer yer işlemeye devam ediyor. Hem son derece vahim temel hak ve özgürlükler ihlallerinin sıradanlaştığı, hem demokratik kurum ve ilkelerin sistemli biçimde olmaktan çok rastlantısal olarak işlediği rejimler söz konusu. Demokratik olarak tanımlanabilecek uygulamaların rastlantısal biçimde görünüp kaybolduğu, siyasal gücün keyfi iradesinin hüküm sürdüğü, rastlantısal demokrasi/keyfi despotluk rejimleri bulaşıcı bir hastalık gibi yaygınlaşıyor.

Evet, kafamızı Türkiye’den kaldırıp, Vladimir Putin’den Viktor Orban’a, Rodrigo Duterte’ye, Narendara Modi’ye veya Donald Trump’a… geniş bir yelpazede uygulama alanı bulan yeni otoriterlik türlerine bakmak en doğrusu. Tüm bunlar AKP sonrasını ele almaya çalıştığım bu yazı dizisinin kıta sahanlığında yer alırlar, ama tartışmamızın mücavir alanının da dışında bulunurlar En iyisi bunları unutmamak, olayın sadece Türkiye’de geçmediğini hiç akıldan çıkarmadan gözümüzü Türkiye’den ayırmamak.

Bu sürece biraz daha yakından bakalım: 8 Haziran sabahından 25 Haziran sabahına kadar devam edecek bu mücadelede Müttefik Partiler (Cumhur İttifakı, AKP-MHP) İtilaf Partileri’ne yani Uzlaşma/Antant Partileri’ne (CHP, HDP, İYİ Parti, Saadet Partisi, Demokrat Parti…) karşı önemli taktik mevziler kazanmışlardı: Sol muhaliflerin KHK’larla susturulmaları, işlerinden atılmaları ile de olsa; OHAL devam ederken yapılan referandum/seçimlerle de olsa; basın üzerindeki ağır baskı, mülkiyet değişimleri, Cumhuriyet gazetesine yönelik operasyonlarla da olsa; seçim yasalarındaki değişikliklerle de olsa; seçimin erkene alınması ile de olsa…. Müttefikler -Cumhur İttifakı- İtilaf Partileri’ne karşı önemli taktik mevziler elde ettiler; ama bir galibiyet elde edemediler.

Yukarıda da belirtmeye çalıştığım gibi, 7 Haziran seçim sonuçları –tabii ki siyasî anlamda- ertesi gün(lerde) açıklanmadı, açıklanamadı; bu bizi aynı yılın Kasım ayındaki seçimlere getirdi; Haziran ayından Kasım’a gelene kadar da Türkiye hendekler, operasyonlar, yıkımlar, katliamlarla sallandı durdu.

Kasım’daki seçimler de Haziran seçimlerinin sonuçlarının gönül rahatlığıyla açıklanabileceği bir iklim yaratmadı. Türkiye, bu seçimlerden 8-9 ay sonra, aynı yılın temmuz ayının ortasında, iktidar partisi yetkililerinin “Allah’ın lütfu!” olarak tanımladıkları bir darbe girişimiyle yüz yüze kaldı. Bu darbe girişimi Fethullah Gülen’e bağlı siyasal İslâmcı bir örgütün hem de yine siyasal İslâmcı bir iktidar döneminde gerçekleştirdiği bir darbe girişimi olarak siyasî tarihimize geçti. İktidar, bu darbe girişimini, tüm muhalefetin temizlenmesi operasyonuna çevirmekte gecikmedi.

Darbe girişiminin üzerinden bir yıl geçmemişti ki, Nisan 2017’de -hem de darbe girişimi sonrasında getirilen OHAL henüz devam ediyorken- Türkiye bu kez de bir Referanduma gitti: Darbe girişimi sonrasında oluşturulan Yenikapı Ruhu’nun büyüsü kısa sürede ortadan kalksa da sonradan adına Cumhur İttifakı diyecekleri AKP-MHP ittifakına bir kapı da o dönemde açılmış oldu.

Tüm bunlar olurken HDP siyasetten tamamen tasfiye edilmeye çalışıldı. Partili belediyelere kayyum atanırken, eş genel başkanlar ve milletvekillerinin bazıları tutuklandı. Yenikapı Ruhu ile CHP’ye de ayar çekilmeye çalışıldı; çekilmedi de değil. CHP’nin verdiği destek (!) olmasaydı; HDP eş genel başkanlarının bu kadar rahat tasfiye edilebilmeleri mümkün olamazdı. Ama CHP’nin Yenikapı‘ya teslimiyeti, MHP’ninki gibi olmadı. CHP, darbe girişimi sonrası yaratılan ortamda bocaladı, yanlış kararlar aldı, o dönem için bir oyun kurucu olamadı, hep AKP’yi arkasından takip eden olarak kaldı, “AKP’ne der!” algısını bir türlü aşamadı; ama Enis Berberoğlu’nun tutuklanması sonrasında CHP, sokağı hatırladı: Adalet Yürüyüşü, Parti’nin, gerçekten görkemli bir ivme yakalamasına da vesile oldu. Ancak CHP yöneticileri yine, yine, yine… -daha sonra Man Adası Yolsuzluğu belgelerinin kamuoyuyla paylaşılması sürecinde olacağı gibi- Adalet Yürüyüşü ’nün de sonunu getirmekte, başladıkları siyasî hareketin fikri-takibini yapmakta zorlandılar.

Siyasî tarihimize Mühürsüz Referandum olarak geçen Nisan 2017 Referandumu da siyasal taşların yerine oturmasına; Cumhur’un Millet’e galebe çalmasına -ya da tersine- imkân tanımadı. Zaten bugün kendisine Cumhur İttifakı diyen, 2017’nin Evet Bloğu, 2016’nın Yeni Kapı Ruhu’nun Mühürsüz Referandum’u teknik olarak kazanabildikleri bile tartışmalı olsa da siyasî olarak mağlup oldukları aşikârdır. AKP-MHP için bu referandum o kadar büyük bir siyasî başarısızlıktır ki, İttihat Terakki’nin 1912’deki Sopalı Seçimleri, CHP’nin 1946’daki Şaibeli Seçimleri gibi, AKP’nin 2017’deki Mühürsüz Referandumu da siyasî tarihimize bir “garabet” olarak kaydedilmiştir. Evet Bloğu’nun, seçimlerdeki hukukî/teknik/mühürsüz/şaibeli… “başarı”ları (!), onların bu siyasî mağlubiyetlerini bir Pirus Zaferi olarak tanımlamamızı kolaylaştırır. Evet, bu olsa olsa bir Pirus Zaferi’dir ama yine de Nisan 2017’deki Mühürsüz Referandumu dahi Haziran 2015 seçim sonuçlarının ilan edilmesine (!) imkân vermeye yeterli olmaz.

2018 Erken Seçimleri öncesindeki son durumu şöyle özetleyebiliriz: Bu süreçte Cumhur İttifakı –Müttefikler– seçim yasasını değiştirerek, seçimleri erkene alarak, basını ve diğer tüm muhalif unsurları susturmaya çalışarak (hatta ne olur ne olmaz Ankara’da Özgürlük Anıtı’nın yanına seyyar karakol kurup, bu anıtı gözaltına alarak, İstanbul’da Taksim Meydanı’nı nerdeyse ortadan kaldırarak) Millet İttifakı’na karşı taktik başarı elde etmiş olsalar da, Millet’in Cumhur İttifakı’na karşı psikolojik üstünlüğü ele geçirmiş olduğu artık tartışılmaz. 2019 Mart’ındaki yerel seçim başarısını – ki “başarı” derken kastettiğim, daha önceki tüm seçimlerde (örneğin trafoya kedinin girdiği Ankara seçimlerinde) olduğu gibi, İstanbul’da AKP’nin kazandığı açıklanmasına rağmen, Millet İttifakı’nın yılmaması, “adam kazandı” ezikliği içinde boğulmaması, sandıklara güvenmesi, sandıkları korumasıdır- sadece buna bakarak açıklayabileceğimizi düşünüyorum. Yerel seçimlerdeki başarı 3 Haziran’da İmamoğlu’nun kazanmasıyla elde edilen başarı değildi. Aksine 6 Mayıs’ta seçimlerin iptal edilmesi kararından sonra İmamoğlu’nun ceketini çıkarıp kollarını sıvamasıyla, CHP’li ya da değil insanların sandıkların üzerinde uyumayı, günlerce sürecek psikolojik savaşı göze almasıyla elde edilen bir başarıydı.

AKP-MHP İttifakı, elde ettiği tüm taktik kazanımlara rağmen 2015’ten bu yana artık savunmadadır. 2018 Erken Seçimleri’nde Mart/Haziran 2019 seçimlerinde de oyun kurucu artık CHP-HDP-İyi Parti-Saadet Partisi ve diğerlerinin oluşturduğu Millet İttifakındadır. Etrafınıza bir bakın; 2023 -ya da erken-Cumhurbaşkanlığı Seçimleri’nin artık ilk turda rahatlıkla bitebileceğini düşünene rastladınız mı?

AKP Neden Savunmada?

AKP’nin psikolojik üstünlüğü yitirmesi, oyun kuruculuktan takipçiliğe sürüklenmesi, AKP’den Sonrası’nın tartışmaya açılması, AKP’nin yenilmezlik mitinin dağılması, 2018 öncesi sosyal medyadaki tamam ve sıkıldık eylemleriyle ve 2019 seçimlerinde kendiliğinden devşiriliveren “Her Şey Çok Güzel Olacak” sloganıyla da iyice ayyuka çıktığı şekliyle AKP’ye karşı bir toplumsal muhalefetin örgütlenmeye başlaması… adına ne dersek diyelim, partinin içerisinde bulunduğu bu durumun birçok faktörün etkisiyle ortaya çıktığını söylemek mümkün. Elbette tüm bu faktörler üzerinde ayrıntılı birtakım değerlendirmelerin yapılması gerekiyor. Bu yazı çerçevesinde böyle bir şeyi yapmamın imkânı yok; sadece, AKP’nin psikolojik üstünlüğü yitirmesi ve savunmaya geçmesinin nedenleri olarak görebildiklerimi birer paragrafla özetlemeye, kronolojik bir dizgeye oturtmaya çalışayım.

1 – Büyünün Bozulması: Gezi Direnişi

Gezi Direnişi’ne AKP Sonrasını Tartışmak başlığı ile sürdürdüğüm bu seri yazının ilk bölümünde[5] de yer vermiştim ve Gezi’yi bugünkü anayasa tartışmalarının tarihsel zeminine yerleştirmeye gayret etmiştim. Aslında şimdi de farklı bir şey değil, aynı şeyi farklı bir dilden söylemeye gayret ediyorum: şöyle ki, ilk yazıda bahsettiğim tarihsel zemin, Gezi ile bozulan büyü ile mümkün olabilmiştir.

İlk bakışta, AKP’nin 2018’de psikolojik üstünlüğü kaybetmesi ile 2013 yılındaki Gezi Direnişi’nin bir alakası yok gibi görülebilir; ancak var. 2013’ten bu yana partinin, kendisine yönelik sol toplumsal direnişin kâbusu olarak gördüğü Gezi, AKP için, büyünün bozulduğunu gördüğü an idi. AKP, sadece büyük şehirlerde değil, neredeyse Türkiye’nin tamamında başlayan protesto gösterilerini söndürebilmek için akıl sınırlarını zorlayan iftiralara, politik manipülasyonlara ve politik şiddete başvurduysa da başarılı olamadı. Gezi, öncesindeki Tekel Direnişi’nden de şaşaalı bir şekilde 2000’lerin toplumsal muhalefet tarihine yazıldı.

AKP’nin 2018 seçimlerindeki takındığı tavırla, Gezi Direnişi arasındaki ilişki o kadar ayan beyan ki, partinin 06 Mayıs’ta İstanbul 6. Olağan İl Kongresi’nde Erdoğan tarafından açıklanan seçim manifestosunda da Gezi Direnişi’nden bahsedilmektedir: “Gezi kalkışmasıyla istikrarımıza kastettiler, şehirlerimizi talan ettiler, demokrasimizi hedef aldılar.” 2018 Seçim Beyannamesi’nde bile Gezi’nin kendi otoriter yönetimlerine karşı bir toplumsal muhalefet (direniş) değil de bir “kalkışma”, ekonomik istikrara yönelik bir kast ve şehirleri talan eden bir hareket olduğunu söylemek zorunda kalmak apayrı bir ruh hali olsa gerektir: AKP büyüsü Gezi ile bozulmuştu, Gezi protestoları AKP içindeki ilk ve ciddi psikolojik yarılmayı temsil etmektedir.

2 – AKP’nin Metal Yorgunluğu

Metal yorgunluğu tabirinin 2017 Mühürsüz Anayasa Referandumu’ndan sonra dile getirilmeye başlandığını hatırlıyorum. Hatta İstanbul ve Ankara Belediye başkanlarının istifaya zorlanmaları da bir “metal yorgunluğu” ve “görev değişimi” konsepti içerisinde sunulmaya çalışılmıştı. Bizzat partinin genel başkanı, partisinde bir metal yorgunluğu olduğundan bahsediyorsa, bunu bir vaka olarak, bir veri olarak kabul etmek zorundayız. Ancak partideki metal yorgunluğunun -dışarıdan görülebildiği, medyaya yansıyanlardan okunabildiği- hiç değilse benim görebildiğim, anlayabildiğim kadarıyla genel başkan ya da belediye başkanlarının değişmesi ile atlatılabilecek bir yorgunluk olmadığını söylemek mümkün.

2017 Referandumu öncesinde Türk Usulü Başkanlık Sistemi adı altında yürütülen tartışmaların, bir başkanlık sistemi modeliyle zerre kadar alakası olmadığını, bunun Erdoğan’ın partisinin tekrar genel başkanı olabilmek için yürüttüğü bir operasyon olduğunu dilimin döndüğünce ve defalarca yazmaya çalışmıştım. Erdoğan, partisine tekrar genel başkan olmak istiyordu. İstemek de denilemez buna, parti içerisinde gittikçe azalan gücünü telafi etmesinin tek yolu, tekrar genel başkan olabilmesiydi. Bunu başaramazsa, partiyi yavaş yavaş kendi eksenine çekmekte olan ve kamuoyunda da gittikçe “emanetçi genel başkan” profilinden uzaklaşmaya başlayan Davutoğlu’na partiyi kaptırma ihtimali de oldukça yüksekti. Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı ile Parti Genel Başkanlığı’nı bir araya getirerek gücünü tekrar pekiştirebildi. Ama bu, parti kadroları ve teşkilatında ciddi bir bıkkınlık ve yılgınlığı da beraberinde getirdi. Dışarıdan bakıldığında bile rahatlıkla görülebilen şey; artık AKP’de kurumsal olan bir şeyin kalmayıp, sadece reise itaatin geçerli olduğudur. Bunun bir partiyi nasıl tükettiği, yok ettiği ile ilgili en güzel örnek erken Cumhuriyet dönemi CHP’sidir. Parti bir kamu kurumundan bir siyasî parti haline gelene kadar yıllarını harcamak zorunda kalmıştı. Bugünün AKP’si hakkında erken Cumhuriyet dönemi CHP’si için kullandığım bir “kamu kurumu” ifadesinin bile fazla olduğunu düşünüyorum.

Metal yorgunluğunun iste burada aranması gerektiği düşüncesindeyim. Belki üzerimize vazife değil ama AKP’deki yorgunluğun, metal/makine yorgunluğundan çok, şoförün uykusuzluğu ve yorgunluğu olduğunu birilerinin hatırlatması iyi olacak gibi.

3 – Kurulamayan Milliyetçi Cephe Psikolojik, Kronik ve Akut Problemler

Gezi Direnişi’nin mirası AKP’nin “psikolojik problemi”yse, Metal yoğunluğu AKP’nin “kronik problemi”, Milliyetçi Cephe’nin teşkil edilememiş olması ise onun “akut problemi”dir. AKP-MHP ittifakının -Müttefiklerin- DP’nin 1950’lerde Vatan Cephesiyle; Adalet Partisi’nin 1970’lerdeki Milliyetçi Cephesiyle yapmaya çalıştığı şeyi yapamazsa başarılı olamayacağını daha önce de yazmıştım. Seçim ittifaklarının kurulduğu günlerde yayınlanan bu yazıda[6] “AKP kurmayları da elbette ki, bunun farkında. Demirel Milliyetçi Cephe’yi, bir seçim/parlamento ittifakı (ki aslında budur) olmasının dışında, sağın, komünizme karşı, devletin bekası çerçevesinde bir araya gelişi; Müslümanların, Allahsızlara karşı kıyamı olarak sunabildiği ölçüde başarı sağlayabilmişti. Menderes’in Vatan Cephesi bir partiler ittifakı değildi; ama onda da Şer Cephesi’ne karşı milliyetçi, anti-komünist bir ‘bir arada duruş’un izlerini rahatça görebiliriz. Sağın bu her iki girişimindeki cephe, asker, düşman metaforunu da not etmeyi ihmal etmeyelim.” demiştim. İşte Müttefiklerin yapamadıkları bu oldu. Kurulan Cumhur İttifakı, hiçbir şekilde bir Neo-Vatan Cephesi/Milliyetçi Cephe ruhuna sahip olamadı. Olamadı; çünkü kurulan Cumhur İttifakının karşısında yine kendisi vardı.

Bir an için CHP’yi dışarıda bırakarak konuşalım. AKP ve Saadet Partisi’ni, MHP ve İyi Parti’yi birbirlerinin aynadaki yansımaları olarak ele alabilir miyiz? Elbette ki! İşte tam demek istediğim de bu. Müttefikler, değil bir Milliyetçi Cephe ruhu inşa ederek taşra sağını maniple ve motive edebilmek; aksine, kurdukları ittifakla aynı zamanda kendi aynadaki yansımaları olan Millet İttifakı’nı da inşa etmiş oldular.

Millet İttifakı, her ne kadar CHP’nin önderlik ettiği bir girişim gibi görünse de bütün ruhunu, gücünü İyi Parti ve Saadet Partisi’nden almaktadır. CHP, Millet İttifakı’nın, kol ve örgütlenme gücüdür, ittifakı idare eder; onun liderliğini değilse de CEO’luğunu CHP yapar; Saadet Partisi-İyi Parti ise o ittifakın ruhunu, manasını teşkil ederler. Sosyalist çevrelerde Millet İttifakı’nın da Cumhur İttifakı gibi bir sağ ittifak olarak adlandırılması bu açıdan doğru ama eksiktir. CHP’nin CEO’luğunda yürütülen Millet İttifakı’nı bir sağ ittifak yapan şey, HDP’nin bu ittifakın içinde olmaması değildir; tersine, AKP ile Saadet Partisi’nin ve MHP ile İyi Parti’nin birbirlerinin aynadaki yansımaları olmaları; Millet İttifakı’nın ruh ve manasının da bu partiler tarafından oluşturulmasıdır. AKP’yi savunmaya iten de budur.

Saadet Partisi de bu büyük resmin içerisinde yer alıyordu. AKP’nin kendi içinden bölünerek 2002’de iktidara gelmesi ve Necmettin Erbakan’ın vefatı ardından yaşadığı siyasî ve örgütsel beka krizini atlatana kadar, her ne kadar AKP kadrolarına kırgın olsalar da seslerini çıkarabilecek bir güce sahip değillerdi. Ancak bu krizi Temel Karamollaoğlu liderliğinde atlattıkları görülüyor.  Saadet Partisi’nin basit bir tabela partisi olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bugün Saadet Partisi içinde yaratılmaya çalışılan (Asiltürk-Karamollaoğlu) bölünme de onun önemsiz ve değersiz bir tabela partisi olarak ele alınamayacağının, çok bilinmeyenli ittifaklar denkleminde hayli önemli bir değişken olduğunun göstergesi olarak okunabilir.

Saadet Partisi’ndeki kırılma, 2017 yılındaki Mühürsüz Referandum ile başlamıştı. Karamollaoğlu ve Parti yönetimi, Hayır oyu kullanacaklarını, ama Hayır Bloğuyla birlikte kampanya ve propaganda yapmayacaklarını ifade etmişlerdi. Bir partinin oy verilmesini tavsiye ettiği yönde propaganda ve kampanya yapmaması anlaşılır şey değil, değil mi? Yok, tam tersine. Eğer büyünün bozulması dediğim şeyi anlatabilirsem, Temel Karamollaoğlu’nun neden 2017’de böyle davrandığını da, Ülkücülerin neden sürekli SP’li gençlere saldırma iştiyakında olduklarını da (seçim kampanyaları başlayalı beri, dünkü silahlı saldırı da dahil ikinci defa SP’ye saldırıldığını okuduğumu hatırlıyorum) anlatabilmiş olacağım.

KaramollaoğluHayır kampına katılmadan Hayır’ı savunuyordu. Çünkü Türkiye sağında “lanetli” olan şeyi yapmaya cesaret edemiyordu: Sol ile ortak hareket etmek. “CHP de sol mu canım!” eleştirilerini bir kenara koymalı.  Şerif Mardin Hoca’nın Türkiye’de sağ ve solu ayıran temel çizginin sosyal ve ekonomik argümanlar değil, dini tavırlar olduğu değerlendirmesini hatırlatıp geçeyim. Buna Türkiye sağında her “sol”un “komünizm”; her “komünizm”in de “dinsizlik”, “vatan hainliği” ve “cinsel ahlâksızlık” ile eşanlamlı olduğu ön kabulünü de ekleyelim. Belki size komik gelecektir ancak, CHP ile birlikte hareket etmek demek, Türkiye sağında, komünizmle hareket etmek, vatan hainleri ile, şer cephesi ile, bölücülerle, kafilerle… hareket etmek anlamına gelmektedir.

Bu büyüyü, sadece Saadet Partisi değil MHP de bozdu. Nasıl mı? Bölünerek! Ayrıca, hatırlatayım ki, İyi Parti’yi kuran Meral Akşener ve ekibi, hiç de öyle, CHP’den ayrılarak Anadolu Partisi’ni Kuran Emine Ülker Tarhan gibi de değillerdi. İyi Parti-MHP bölünmesi sadece gidenin partinin ne kadarını kopardığı ile alakalı bir süreç de değildir –ki öyle olsaydı bile Akşener’in MHP markasının çok büyük bir kısmını alıp götürdüğünü de söyleyebiliriz. MHP-İyi Parti bölünmesi de bir büyü bozulması sürecidir.

Siyasal bitkisel hayattaki Devlet Bahçeli’nin, sağın 1950’lerden bu yana değişmeyen algılarına karşı çıkmasını ve her ne olursa olsun sağda kurulan bu Vatan/Milliyetçi/Cumhur cephesini elinin tersiyle itmesi beklenemezdi. Ama hiç olmaz denilen şey oldu ve bir kadın, maskülinist bu siyasî geleneği ortadan ikiye bölebildi.

Seçimlerin sonucu ne olursa olsun, artık AKP efsanesi bitmiştir. Bu bitişin düdüğü Gezi Direnişi’nde öttürülmüştü. Ama AKP, orada sağın geleneksel ittifak desenini korumayı geç de olsa başarabilmişti. AKP’nin Gezi Direnişinde neyi tahkim etmeye çalıştığını bir hatırlayalım mı? “Camide içki içtiler suçlaması” o tarihlerde çatırdamaya başlayan sağdaki büyüyü devam ettirme çabasından başka nasıl okunabilir ki? Artık o saatten sonra, AKP politikalarını beğenmemekle birlikte, kendini sağda, hele hele muhafazakâr olarak tanımlayan birinin Gezi Direnişi’ne sempati beslediğini açıkça ifade edebilmesinin imkânı var mıdır? AKP’ye karşı çıkanlar “Türbanlı bacımın üzerine işeyenler”, “Camide içki içenler” ise, ya o dinsiz/ahlâksızlarla ya da Faiz Lobisi’nin düşürmeye çalıştığı Vatan/Milliyetçi Cephe(si) saflarında yer almak gerekiyordu. Sağ da öyle yaptı. Gezi, sol ile başlamıştı; ama Anadolu’ya yayılan gösteriler, Gezi’nin gittikçe sağa, milliyetçi muhafazakâr insanlara da yayılmakta olduğunu işaret ediyordu. Ancak bu başarılamadı; AKP, Gezi sürecinde elinden kaçırmaya başladığı sağı, yine o süreçte toparlamayı bildi. Geziciler de sağa doğru açılmakta, büyük şehirlerin ikliminden kopmakta zorlanıyorlardı zaten. Büyük şehirlere sıkıştırılıp kriminalize/terörize edildikten sonra da Gezi’nin, bilindik şiddet yöntemleri ile bastırılması hiç de zor olmadı.

2018 Seçimleri, işte en başta bu büyünün bozulduğuna işaret etmektedir. Artık Cumhur İttifakı’nın karşısında tam da kendi benzeri vardır. Büyü bozulmuştur. AKP, Gezi’de elinden kaçırmak üzere de olsa yeniden yanında saf tutturabildiği; Mühürsüz Referandum’da Hayır oyu vereceğini açıklasa da o yönde propaganda yapmasını engelleyebildiği diğer sağ parti/kitleleri artık elinde tutamamaktadır. SP, gemileri yakarak, MHP bölünerek, Liberaller iki derneğe tasnif olarak, Haydar Baş ve ekibi de “Hoş geldin Atatürk” kitabını yayınlayarak, büyünün bozulmasını deklare etmişlerdir. Demokrat Parti ve Mühürsüz Referandum’da bile Hayır cephesinde yer alan ve bu yönde propaganda yapan ANAP’ı da unutmayalım.

Kral Çıplak: İkinci ve Üçüncü Haziran

En büyük kamuoyu anketi kendi gözlemlerimiz. Tabii, tüm Türkiye’yi gözlemleyemediğimiz, gözlemlediğimiz kadarıyla bile olsa elde ettiğimiz sonuçları bilimsel metotlarla analiz etmekte yetersiz kaldığımız için hâlâ bu tür araştırmalara ihtiyacımız var. Bu, çevremizden gözlemlediklerimizin değerini ve önemini azaltmaz. Yine de dikkatli olmak lazım. Bilim insanları bireylerin kendi kararlarını etraflarını tarafsız bir şekilde gözlemleyerek ve kendi akıl yürütmeleri sonucunda değil, çoğunluğa uyarak vermeyi tercih ettiklerini de söylüyor. Alman siyaset bilimci Elisabeth Noelle-Naumann Hanımefendi buna Suskunluk Sarmalı adını takmış ta 1970’lerde. Demek ki hem kendi gözlemlerimiz hem de “gerçek işte budur, herkes/kamuoyu böyle düşünmektedir, sen de böyle düşünmelisin!” diye gözümüze sokulmaya çalışılan anketler vb. yanıltıcı olabiliyorlar.

Meşhur hikâyede olduğu gibi; madrabazın biri krala dünyanın en mükemmel ve pahalı elbisesini diktiğini söyler. Ancak elinde elbise falan yoktur; üstelik olmayan bu elbiseyi krala giydirmeye de kalkar. Kral çırılçıplak halkın önüne çıkar; sözde üzerinde dünyanın en pahalı ve en güzel elbisesi vardır. Buraya kadar “Ne de salak kralmış!” deyip geçebilirdik; ama hikâye bu ya, halk ve kralın memurları da bu (aslında mevcut olmayan) elbiseyi görmeye, methetmeye, övmeye başlamışlardır bile. Ta ki, kalabalığın içindeki bir çocuğun “reis çıplak!” diye bağırmasına kadar.

Muharrem İnce’nin 2018 Cumhurbaşkanlığı seçimleri sürecinde oynadığı rol de buna benzemektedir. Evet, kendi gözlemlerimizden, çevremizden, sosyal medyadan, anketlerden… Muharrem İnce’nin Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin “rising star”ıydı. Peki neden? Neden Muharrem İnce bir anda ilgi odağı olmaya başladı ve toplumun belirli bir kesimi onun Cumhurbaşkanı seçileceğini ya da neredeyse tamamı Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci tura kalacağını düşünmeye başlamıştı? İnce Türkiye halkına özgürlük ve demokrasi vadettiği için mi? Basın özgür kalacak dediği için mi? Öğretmenlere 3600 gösterge vadettiği için mi? Kemalizm’i restore edeceği için mi? Türkiye’ye laikliği getireceği için mi? Doları düşüreceği için mi? Tabii ki hiçbiri!

İnce’nin artan popülaritesi, sadece ve sadece, yüzündeki muzip ergen gülümsemesi ile kralın çıplak olduğunu haykırabilmesindeydi. Yukarıda ifade etmeye çalıştığım gibi, hem de Erdoğan ile aynı makam ve perdeden haykırabilmesindeydi. Tıpkı bir önceki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Selahattin Demirtaş’ın yaptığı gibi. Gelin eğri oturalım doğru konuşalım, bir önceki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Selahattin Demirtaş’ı bir “lider” olarak kodlayabilmemize imkân veren şey, ilk başta, Demirtaş’ın tüm özgüveni ve mizahı ile kral çıplak diyebilmesi, Erdoğan’a “Seni başkan yaptırmayacağız!” diye haykırabilmesi değil miydi? Tabii Demirtaş’ın elde ettiği bu başarı, sadece Erdoğan’a “çırılçıplaksın!” diye bağırabilmesiyle değil, onun Ekmeleddin İhsanoğlu karşısındaki pozisyonuyla da alakalıydı. Nitekim birçok CHP’li arkadaşımın da Demirtaş’a oy vermesinde bu faktörün etkisinin olduğunu gözlemlediğimi söyleyebilirim.

Nasıl ki, 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Ekmeleddin İhsanoğlu faktörünü göz önüne almadan Selahattin Demirtaş’ı konuşmak eksik kalırsa, 2018 seçimlerinde Selahattin Demirtaş’ın tutukluluk halini göz önüne almadan Muharrem İnce’yi konuşmak eksik kalacaktır. Aynı şekilde yaklaşan seçimlerde İmamoğlu/Yavaş alternatiflerini konuşurken de geriye doğru Muharrem İnce ve Selahattin Demirtaş faktörlerini değerlendirmek zorunda olduğumuzu unutmamamız gerekiyor -ki bağlam tartışmasını tekrar açmadan sadece hatırlatarak geçeyim- ki 2015’ten sonrasını bir bağlam bir insicam içinde ele almamız gerekiyor derken de böylesi bir durumdan bahsetmek istediğimi tekrar belirtmemde fayda olduğunu düşünüyorum.

Bilmem kabul eder misiniz? Selahattin Demirtaş içeride olmasaydı, dün konuştuğumuzdan farklı bir Muharrem İnce algısına sahip olacaktık. Erdoğan’ın İnce’ye karşı kazandığı Pirus Zaferi olmasaydı da bugünkü alternatif isimler hiç de bugünkü pozisyonlarında olmayacaklardı ve belki de çok farklı isimleri zihnimize getiriyor olacaktık. Haklarını yemeyelim; evet, konjonktür, Millet İttifakı’nın müstakbel Cumhurbaşkanı adaylarını sol-sağ dizgesine oturtarak ele almamızı zorlaştırmaktadır. Mansur Yavaş’ın çok takdir toplayan ama hiç de kendini solda tanımlamayan CHP Belediye başkanlığı da HDP’yle birlikte anılmak istemese de ona cepheden karşı çıkamayan Meral Akşener’in durumları da buna örnek olarak verilebilirler.


[1] Köksal, Aydın (1981). Bilişim Terimleri Sözlüğü, Türk Dil Kurumu Yayınları: 476, Ankara, 1981

[2] Teo Grünberg, Halil Turan, Adnan Onart, David Grünberg (2013), Mantık Terimleri Sözlüğü, Genişletilmiş 3. Baskı, ODTÜ Geliştirme Vakfı Yayıncılık.

[3] Bedia Akarsu (1975) Felfese Terimleri Sözlüğü, Ankara: TDK Yayınları.

[4] Ahmet İnsel (2018) Seçimli Otokrasilerde Seçimler Tuzak mıdır?, Birikim, 12 Aralık.

[5] Mete Kaan Kaynar (2021) “AKP Sonrasını Düşünmek – I Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi Hangi Zeminde Gündeme Geldi” Mukavemet, 13 Haziran.

[6] Mete Kaan Kaynar (2018) “AKP-MHP İttifakı Milliyetçi Cephe olmadıkça… Sağda İttifak ve İtilaf Partileri” Nokta Haber Yorum, 08 Nisan.

Mete Kaan KAYNAR