Açlık önlenebilir mi?*

“Oysaki bizim tek bilmek istediğimiz
yoksulların neden yoksul oldukları.
Sakın onların açlığı bizi doyuruyor
ve çıplaklığı bizi giydiriyor olmasın?”[1]

“2018 yılında 820 milyon kişinin yeterli yiyecek bulamadığı hesaplanıyor; bu sayı bir önceki yıl hesaplanan 811 milyona göre artış kaydetti, artış üç yıldır sürüyor,” deniliyor, BM’ne bağlı Gıda ve Tarım Örgütü (FAO)’nün ‘2019 Dünya Besin Güvenliği ve Beslenme Raporu’na değgin 15 Temmuz 2019 tarihli ortak basın açıklamasında… Raporun başlığı, ‘World Hunger is Still Not Going Down After Three Years And Obesity is Still Growing[2] – Dünya Açlığı Üç Yılın Ardından Hâlâ Azalmıyor ve Obezite Artmaya Devam Ediyor’. 

Aslına bakılırsa bu bir itiraf; çünkü BM’nin girişimi ve 185 ülkenin en yüksek temsil düzeyinde katılımıyla (devlet ve hükümet başkanları, hükümet örgütleri ve STÖ’ler) 1996’da Roma’da gerçekleştirilen Dünya Gıda Zirvesi, 2015 yılında aç insanların sayısını 800 milyondan 400 milyona indirme hedefini koymuştu. Dönemin FAO direktörü Dr. Jacques Diouf “Bunu yapma imkânımız var. Bilgimiz var. Kaynaklarımız var. Ve Roma Deklarasyonu ve Eylem Planı ile birlikte, irademiz olduğunu da gösterdik”[3] diyordu olanca iyimserliğiyle. 

1996’dan 2020’ye geçen yıllarda ise, ne yeryüzündeki açlığın, ne de yoksunluk ve yoksulluğun, bırakın azalmayı, hızlanarak arttığına tanık ve tarafız. BM bugün dünyada 700 milyonu aşkın kişinin, yani dünya nüfusunun yüzde 10’unun “aşırı yoksulluk sınırı” olarak bilinen günde 1.9 doların altında bir gelirle hayatta kalmaya çabaladığını ve sağlık, eğitim, temiz su gibi temel gereksinimlere erişimden yoksun olduğunu bildiriyor. Üstelik bu sayıya çalışanlar da dâhil: 2018 yılı itibariyle dünyada çalışan nüfusun yüzde 8’i aileleriyle birlikte, her beş çocuktan biri aşırı yoksulluk koşullarında yaşıyor.[4]

Veriler henüz açıklanmış olmasa da pandemiyle geçen 2020 yılında durumun daha da kötüleştiğini söylemek için kâhin olmaya gerek yok[5].

Türkiye’ye gelince: Koşulların kötüleşme hızı pek çok ülkeyi geride bıraktı. Türk-İş’in açıklamasına göre Ekim 2020 itibariyle ülkede açlık sınırı 2.482.28 TL.[6], aynı dönemde asgari ücret ise 2.324.25 TL. Türkiye’de kayıtlı çalışanların yüzde 41’inin asgari ücretli olduğu gözönüne alacak olursak, bu, 2016 verilerine göre kayıtlı 13.7 milyon işçinin yüzde 41’inin, yani 5.6 milyonunun açlık sınırının altında bir gelir elde ettiği anlamına gelir. Dikkat, kayıtlı işçilerin! Buna bir de işsizleri ve kayıtdışı çalışanları ekleyecek olursak, çalışabilir nüfusun yarıdan fazlasının Türkiye için belirlenen açlık sınırının altında yaşadığını gösterir.

AKP’li vekilin Mary Antoinette’e rahmet okuturcasına savurduğu “Kuru ekmek yiyorlarsa aç değillerdir,”in[7] tekabül ettiği gerçeklik bu…

Açlık rezil bir durum… Bir deri bir kemik, gülüşleri yitik, kocaman gözlü bebeler, bir dilim kuru ekmek için dilenenler, bedenlerini, organlarını, çocuklarını satanlar, intihar edenler, yiyecek yetersizliğinden yaşamını yitiren milyonlar[8]

Onlar tuzu kuru filantropların yap-boz oynayacakları kuru istatistiklerden ibaret değiller. İnsanca, onurlu bir yaşamı her birimiz kadar hak eden, “temel hak ve özgürlükler”i teorik olarak uluslararası sözleşmelerin güvence altına aldığı dünyalılar… Haklarında her yıl kodaman devlet adamlarının/kadınlarının, fonlarla beslenen uluslararası yardım kuruluşarının hayırsever yöneticilerinin, halklarının iliğini-kemiğini sömüren yerel yöneticilerinin, insanlık durumunu, çevreyi, yerli topluluklarının yaşamını, soyu tükenmekte olan yaban türlerini vb. önemsermiş gibi gözükerek imaj parlatan Çokuluslu şirket CEO’larının… hem tatil yapıp hem de bol keseden vaadler savurduğu periyodik “zirveler”de hiçbir zaman uygulanmayacak eylem planları hazırlayıp gösterişli show’larla uluslararası kamuoyuna duyurdukları… Sonra da evrak kalabalığı içinde kaybettikleri…

Belki de bu acı deneyimler nedeniyledir ki açlar hiçbirinden medet ummuyor, umar beklemiyor. 

“Açlık Antropolojisi”

Antropolojide “yemek kültürleri” üzerine araştırmalar, son dönemde yoğunlaştı. Oysa “açlığın (kültürel) antropolojisi” üzerine çalışmalar iki elin parmaklarını geçmiyor ne tuhaftır ki… Alan çalışmalarının çoğunun yeryüzünün yoksul halklarınin yaşadığı bölgelerde (Sahra altı Afrika, Latin Amerika, Güney Asya) ağırlıklı olarak açlığın en çok musallat olduğu kırsal topluluklar arasında yapıldığı düşünüldüğünde garip bir ihmal… Ama yapılan az sayıda araştırmaya konu olan farklı coğrafyalardan toplulukların açlıkla baş etmeye çalışırken benzer (ve irkiltici) uyarlanmalar sergilediğini görmek, onların sayılardan ibaret olmadığını vuruyor yüzümüze. 

Örneğin antropolog Dorothy ve William Shack çiftinin 1960’lı yıllarda Güneybatı Etiyopya’da yaşayan ve hayatta kalabilmek için neredeyse tek bir besin kaynağına, ensete (sahte muz) adı verilen bir bitkiye bağımlı olan Gurage halkına değgin gözlemleri:

Araştırmacılar Gurageler’in yiyeceklerle ilgili kaygılarının bebeklik dönemlerinde başladığı teorisini ortaya attılar. Gurage çocukları iki-dört yaş arasında sütten kesilene kadar temel olarak anne sütüyle beslenirler. Fakat çoğu zaman ortalarda görünmeyen, meşgul ya da sorumsuz anneler yüzünden emzirme olayı tatmin edici değildi. Çocuk annesinin memesine ulaşabilse bile, annesinin meme ucunu ağzında tutmak için sürekli bir çaba sarf etmek durumundaydı. Gün içinde bebekler açlıktan ya da ilgisizlikten ağlayarak yerde yatarlardı. Daha büyük çocuklar da yetişkinlerden sonra aceleyle yedirilirlerdi. Guragelerde erkeklerle kadınlara farklı davranılırdı. Önce erkek kardeşler yemek yer ve kız kardeşler de onlar için yemeği hazırlar ve servis ederlerdi. Yine de açlık kaygısı erkeklerde daha fazla görülüyordu, muhtemelen yemeği kızlar hazırladığı için onlar yemeğe daha kolay ulaşabiliyorlardı. Araştırmacılar Gurage açlık kültürü ile bağlantılı olduklarını düşündükleri özellikler gözlemlediler. Gurageler bencildiler ve bir hediyeden beklenen karşılığı dikkatle hesaplarlardı. Aile üyelerinden duygusal olarak ayrı duruyor ve yükümlülükler üzerine bir ilişkileri olduğunu belli ediyorlardı. Mülayimdiler. Bir problemle karşılaşan bir Gurage genellikle “Ne yapalım? Elimizden bir şey gelmez,” derdi. Kendilerini değersiz hissediyorlar(…)dı.”[9] 

1970’lerde bir başka antropolog, Michael Young, Papua Yeni Gineli Kalauna halkının yiyecek konusunda kaygılarını ortaya koydu. “… Bu Melanezyalılar (…) kuraklık ve kıtlık dolu bir tarihe sahipti. Gurageler gibi onlar da inceliğe ve ‘küçük, ince bir karın sahibi’ olmaya değer veriyor, oburluktan tiksiniyorlardı. Ayrıca nefsine hakim olma pratikleri vardı. Ekin ekme zamanı kadın ve erkekler gün boyunca bir şey yemeden boş mideyle çalışıyor, açlıklarını yatıştırmak için betel cevizi çiğniyor, tütün içiyorlardı. Neredeyse her zaman gizlice yemek yerlerdi. (…) 

Kalaunaların insanları anoreksik yaparak onlara yardım etmeyi amaçlayan büyü ritüelleri vardı. Yemeye ihtiyaç duymayı ve yemekten aldıkları zevki reddediyorlardı. Bir büyücü sebze bahçesinde dolaşarak büyü ilahileri söyleyip, betel suyu tükürüp ekinleri inceler ve bunu ‘arzulamayan gözlerle’ hasatın bolluğuna kayıtsızlıkla yapar. (…)”[10]

1965-66 yıllarında antropolog Colin Turnbull açlığın kültürleri nasıl şekillendirdiğiyle ilgili en ünlü ve tartışmalı çalışmayı yaptı. Uganda ile Kenya arasındaki kuzey sınırı yakınlarında yaşayan ve açlık çeken, sayıları iki bin cıvarındaki ‘Ik’ denen Afrikalılar üzerinde yapıldı bu çalışma. Ik halkının yakındaki milli parkta avlanması yasaklanmış ve verimsiz alanlarda yaşamaya zorlanmışlardı. Turnbull Ik halkının doğal avlanma, hayvan otlatma ve çiftçilik düzenlerinin 1930’lardan itibaren, belki de daha önceden sekteye uğratıldığını tahmin ediyordu. Ik halkı, uzun süreli açlığa adaptasyon sürecinde sosyal ilişkilerden ve yapılardan vazgeçmişti; hatta aile ile ilgili olanlardan bile. Her kadın, her erkek ve hatta her çocuk gerçek anlamda başının çaresine bakıyordu. Ne kocalar karılarıyla, ne karılar kocalarıyla, ne anne-babalar çocuklarıyla, ne de çocuklar anne-babalarıyla paylaşımda bulunuyorlardı. (…) Sadece güçlü, bencil ve yırtıcı olan hayatta kalıyordu.

Turnbull, dünyanın geri kalanı tarafından güçlükle algılanabilecek bir aile yapısı tasvir ediliyordu. Bir anne çocuğunu ilk iki yıl isteksiz ve sinirli bir şekilde emziriyordu. Üçüncü yıl geldiğinde bebek sütten kesiliyor, duygusal ve fiziksel bağlar kasıtlı olarak kopartılıyordu. (…) Üç yaşına gelen çocuklar evden atılıyor, sadece dışarıdaki bölmede yatmalarına izin veriliyordu. Tek başına kalan, yiyeceği ya da sığınacak bir yeri olmayan çocuklar yaşları yedi-sekize kadar çıkan başka çocukların çetelerine katılıyorlardı. Eğer bundan sonraki birkaç yıl yağmacılık yaparak, tarlalardan yiyecek çalarak hayatta kalabilirlerse, daha büyük çocuklardan oluşan ikinci bir çeteye giriyorlardı. (…) On iki-on üç yaşlarına geldiklerinde büyümüş oluyor ve tek başlarına yiyecek aramaya başlıyorlardı. (…) 

Yaşlılar, zayıf düşen her Ik gibi, ölene kadar aç kalıyordu. Genellikle terk edilmiş kulübelere sürünerek gidip oracıkta açlıktan ölüyorlardı. (…) (Turnbull’un aç ihtiyarlara yiyecek verme çabası karşısında – b.n.) Ik halkı ‘bu ısrafı’ kesinlikle onaylamıyordu. Yaşlı insanların ‘gözleri ve bacakları’ yoktu. Çoktan ölmüşlerdi…

Turnbull’un gözlemlediği ölümlerin çoğunda cenaze yoktu. Görünüşe bakılırsa Ik halkı artık çok az sayıda tören ya da ayin yapıyordu. Turnbull’a göre evlilik soğuk, aşksız bir ilişkiydi – genel olarak ev yapmaya yardım edecek birini bulmak içindi. Zina ve kadın dövmek çok yaygındı. İnsanlar yalnız yaşamayı tercih ediyorlardı. Yalnız başlarına avlanıyorlar, yiyecekleri yalnız topluyorlar ve daima yalnız yemeye çalışıyorlardı.”[11] 

Son örnek de Brezilya’dan olsun:

Nancy Scheper-Hughes, çalışmasına yirmi yaşında bir Barış Gönüllüleri çalışanı olarak Alto do Cruzeiro adındaki 5000 kırsal işçinin bulunduğu bir toplulukta başladı. (…) 1965 kuraklığı sırasında ‘Alto bebeklerinin birer birer öldüklerini’ gördü. Bebeklerin yeterli beslenmediği, açlık çektiği ve susuz kaldığı açıktı. Sır olan çocukların neden öldükleri değil, annelerin bu ölüm karşısındaki kayıtsızlıkları ve bunu doğal bir durum gibi görme konusundaki isteksizlikleri; bunu çocuğun yeme konusundaki gönülsüzlüğünün, hayata karşı hoşnutsuzluğunun ya da zayıf ruhunun bir sonucu olarak yorumlamalarıydı. (…) 

Bu bebekler, kısa süre sonra kartondan tabutlara konularak, nadiren yas içeren bir cenazeyle gömülüyorlardı. Kimsenin gözyaşı dökmediği bir ölüm. (…) Bu açlık kültüründe çocuk, gücünü ve yaşama konusundaki istekliliğini kanıtlayana dek anne sevgisi ve annelik bağı askıya alınmış durumdaydı. (…) Anemik çocuklar ihmal ediliyor ve görmezden geliniyordu. Böyle çocuklar daha en baştan solgunluk, pasiflik ve aşırı zayıflık nedeniyle suçlanıyordu. Scheper-Hughes, Alto do Cruzeiro’da anne olmanın ölmek istediğini ‘gösteren’ bir çocuğun ölmesine ne zaman izin vereceğini bilmeyi de kapsadığını öğrenmişti.”[12]

Farklı antropologların incelediği farklı toplulukların açlık koşullarına verdiği kültürel tepkiler, ABD’li antropolog Oscar Lewis’in San Juan (Porto Riko) ve New York varoşlarında Porto Riko’lu yoksul bir ailenin izini sürdüğü İşte Hayat (La Vida)[13] başlıklı çok-etnili “yoksulluk kültürü” incelemesindeki bulgularla çarpıcı bir benzerlik gösteriyor. Lewis’e göre, “yoksulluk kültürü”nü biçimlendiren belli başlı özellikler, dayanışma yokluğu, aile bağlarının zayıflığı, erken cinsellik deneyimi ve erkek-kadın arasında gevşek ilişkiler, özgüven yokluğu, bağımlılık ve aşağılık duygusu, analık duygusunun eksikliği, zayıf benlik yapısı, günübirlik yaşam, tevekkül, machismo (erkek egemenliği)…idi.[14] 

Minnesota Açlık Deneyi

Bu “kültürel” tepkilerin nasıl, hangi süreçlerle biçimlendiğine dair çarpıcı bir araştırma var. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Avrupa’ya “kurtarıcı” olarak giren ABD’liler temerküz kamplarından kurtardıkları tutsakların bedenlerinde ve ruhlarında yıllar süren açlığın izleriyle karşılaştıklarında dehşete kapılmışlardı. ABD’li bilim insanları açlıkla savaşıma destek olabilmek için onüç aylık bir deney başlattılar. Minnesota Üniversitesi’nde gerçekleştirilen deneyde farklı sınıflardan 20-33 yaş arası sağlıklı gönüllü erkek denek kontrollü bir perhizle eski ağırlıklarının yüzde 24’ü oranında zayıflatılacak (Varşova gettosunda yapılan otopsilere göre ölüme yol açan oran yüzde 37 ile yüzde 50 arasındaydı), bu süreç içinde bedenlerindeki kimyasal değişimler, fiziksel ve psikolojik tepkiler kayda alınacaktı. Altı ay sürecek (ve Nazilerin Varşovalı Yahudilere uyguladığı, temel girdileri tam buğday ekmeği, patates, mısır gevreği, turp, lahanadan oluşan ve ender olarak az miktarda et, tereyağ ve şekerle desteklenen) “açlık” diyetinin ardından, denekler kontrollü olarak eski kilolarına döndürülecekti.

Deneyin ilk günlerinde deneklerin keyfi yerindeydi: temizlik, ofis işleri, mutfağa yardımcı olma gibi işlerle uğraşıyor, yabancı dil kursları ve üniversitedeki diğer derslere katılıyor, yürüyüş bandı ve açık havada egzersizler yapıyor, buz pateni, halk oyunları gibi aktivitelerde bulunuyorlardı. 

Fakat deney sonraki birkaç haftada acı verici bir hâl aldı. Açlık hissi arttı ve hiç azalmadı. Yeme alışkanlıkları değişmeye başladı. Eğer servis yavaşsa, yemek sırasında beklerken sabırsızlanmaya başladılar. Yemeklerini paylaşmak istemeyecek derecede sahiplenici bir hâlleri vardı. Bazıları tepsilerinin üzerine eğilerek yemeklerini kollarıyla korumaya alıyordu. (…) Bütün yemekler son lokmasına kadar yeniyordu. Tabaklarını yalamaktan hoşlanıyorlardı. (…)

Minnesota gönüllüleri her şeyden çok düşüncelerinin ve ruhlarının değiştiğini hissediyorlardı. Kendilerini birçok açıdan güçlükle tanıyorlardı. İlk aylarda birbirleriyle bağ kuran o hayat dolu, dostane grup artık duygusuz ve hissiz, herhangi bir aktivite planlama ve karar alma konusunda isteksizdi. Ziyaretçilere kaba davranıyorlardı ve vakitlerinin çoğunu yalnız geçiriyorlardı. Başka insanlarla vakit geçirmek hem “çok zahmetli” hem de çok yorucuydu. (…) Denekler artık ani öfke ve duygu patlamalarından keyif alıyordu. Surat asıp homurdanıyor, rahatsızlıklarını büyütüyorlardı. Sosyal ve kişisel olarak en çok kötüleyenler, en çok küçümsenenlerdi.”[15]

Açlığın Etiyopya, Papua Yeni Gine, Uganda, Brezilya, Porto Riko ve Minnesota’da az çok benzer hâlet-i ruhiyelere, davranışlara yol açması ve bunların yerleşikleşerek “kültür”leşmesi, üzerinde düşünmeye değer, elbette. Bu konuda antropolog Robert Dirk, açlığın üç evresi konusunda şu sonuçlara ulaşıyor: 

  1. Genel alarm durumu. İnsanlar heyecanlıdır ve dost canlısı olurlar. Paylaşımcılık, dayanışma gösterilerinde artış. (Komünal mutfaklar vb.) Göç olasılığı. Asabiyet hâli, siyasi huzursuzluk, isyan ve yağma olasılığı. Dini törenlerde artış.
  2. Enerjilerini tüketmek yerine muhafaza eğilimi. Daha az sosyalleşme, yiyecek bulmaya yoğunlaşma. Çekirdek aile gibi küçülk kapalı grupların, hayatta kalmak için en etkili yol hâline gelişi, arkadaşlar ve çekirdek aile dışındaki aile bireylerinin dışlanması. Rastgele şiddet ve saldırı eylemlerinde artış, organize siyasi çalışmalarda azalma. 
  3. Aile içi dâhil tüm işbirliği çabalarının son bulması, yaşlılar ve ardından küçük çocukların gözden çıkartılması. Kayıtsızlık.[16]

Açlık Neden Var?

Evet, açlık fiziksel varlığına verdiği zararlar, sağlığında yol açtığı, çoğu geri dönülmez bozukluklar, ölümlere ek olarak, insanı insanlıktan çıkartan, dönüştüren, çaresizleştiren, kayıtsızlaştıran, tüm sosyal duygularından soyutlayan bir trajedi… Peki, neden var?

FAO direktörü Dr. Jacques Diouf’un “Bunu yapma (dünyada açlığı -en azından yarı yarıya azaltma) imkânımız var. Bilgimiz var. Kaynaklarımız var,” sözlerine, düzenlenen zirvelere, uluslararası, bölgesel, ulusal konferanslara, yazılan yüzbinlerce sayfalık rapora, havada uçuşan vaadlere, iktisatçı, sosyolog, antropolog, sosyal hizmetli, tıp doktoru, beslenme uzmanı… onbinlerce bilim insanının, uzmanın çabalarına rağmen neden ortadan kaldırılamıyor?

Bunu kader-fıtrat, doğal afetler, kötü yöneticiler, bölgesel-etnik çatışmalar, tembellik, hatta (arabayı atların önüne koşarak) “yoksulluk kültürü” ile açıklamaya çalışanlar var tabii… Tıpkı son zamanlarda “moda” hâline gelen “pandemic-induced… / pandemiden kaynaklanan” ibaresinin çeşitli “felaketler”in (açlık, yoksulluk, işsizlik, hatta ölümler) önüne eklenmesi gibi.

Hayır, açlığın nedeni ne doğal afetler, ne kötü yöneticiler, ne pandemi, ne de başka bir şey. Bunlar olsa olsa birer tetikleyici, ama açlığın faili bizatihi kapitalizm.

Çarpıcı hakikat şu ki,” diyor Mary Robinson, makalesinde[17], “açlığın kaçınılabilir olduğunu biliyoruz. Dünyada bütün insanları doyurmaya yetecek besin kaynağı var. Oysa açlığa mevcut yanıtların çoğu günümüzde besin dağıtımı üzerinde değil, besin üretimi üzerinde duruyor. Biyoteknolojinin etkinliği ve güvenliği ya da tarımsal verimliliği arttırma yolundaki çabaların önemi konusunda bir tartışmaya girişmeksizin, yiyeceğin aşırı bolluğuna karşın insanları açlık çekiyor olması yalın gerçeği, mevcut besin kaynaklarının nasıl dağıtıldığına daha dikkatle bakmamız gerektiğini gösteriyor.” Gerçekten de dünya nüfusunun yarısı yetersiz beslenirken bir kesiminde de süpermarketler, lüks restoranlar dolup taşıyor. “Fit” görünmek ile egzotik yiyeceklerin, seçkin lezzetlerin cazibesi arasında sıkışmış dünya zenginleri, lüks restoranlarda önlerine getirilen tabaklardan birkaç lokma aldıktan sonra, üzerine tuz-biber-sos boca edip yenilmez hâle getirerek çöpe gönderiyorlar, eğlencesine… 1 milyar kronik açın gözlerinin içine baka baka… Ve Kanada hükümeti, fiyatların % 20 oranında düşmesine yol açan üretim fazlasını, domuz çiftçilerine 50 milyon Kanada doları ödeyip satın aldığı 150 bin domuzu itlaf edip toprağa gömerek dengeleme yoluna gidiyor.[18]

Tarım, tuhaf bir ihmalkârlıkla kapitalizmin en son el attığı sektör. Kapitalizmin tarihinin büyük bölümünde, geçimlik tarım, aile çiftçiliği, feodal ilişkiler ya da köle-serf emeği ile sürdürülegeldi.[19] Ve tezat şurada ki, kapitalist-olmayan tarımsal üretimin başat olduğu dönemlerde, doğal afetler dışında günümüzdeki kronik açlık gibi bir şey söz konusu değildi. Küçük üreticiler, geçimlik üretimlerini sürdürüyor, kuraklık, aşırı yağış, toprağın aşınması gibi iklim cilvelerine karşı alternatif ürünler, nadas gibi geleneksel yöntemlerle önlem alıyorlardı. Günümüzde özellikle de dünyanın “azgelişmiş” olarak tanımlanan bölgelerinde, ağırlıklı olarak da kırsal kesimlerde gözlemlenen kronik açlığın (günümüzde aşırı yoksulluk koşullarında yaşayan 1.2 milyar insanın yüzde 75’i kırsal bölgelerdedir) nedeni, kapitalizmin işte bu kendine yeterli geçim ekonomilerini tarumar ederek bir yandan tarımsal alanları tahrip etmesi, bir yandan da tarımsal üretimi yerel ihtiyaçlara uyarlıktan çıkartarak piyasaya tabi kılmasıdır. Böylelikle, 20. yüzyıl ortalarına tarihlenen tarımda kapitalistleşme, açlığı “arızi” olmaktan çıkartarak yapısallaştırır.

Siz bakmayın kapitalizmin “üretimi rasyonelleştiriyoruz” iddialarına. Olanca o dakik araştırmalar, programlamalar, disipline etmeler, planlamalar, muhasebelerin ardında gelmiş geçmiş en irrasyonel rejim yatmaktadır.

Nedeni basit: kapitalizm hayatı değil, kârı hedefler. Onun için kâr, tüm araçları meşru kılan bir hedeftir – milyonların açlık, sefalet, yokluk koşullarında yaşaması, savaşlarda ya da hastalıklardan kırılması, eğer “business” tıkırındaysa, “ihmal edilebilir” bir türevdir. 

Kapitalizm tarımın tahribini dolaylı ve dolaysız yollardan gerçekleştirir: Dolaylı olarak; yani sınai kirlenme yoluyla havayı, suyu, toprağı zehirleyerek, tarımsal alanları yapılaşmaya açarak, ormansızlaştırma, madencilik, barajlar aracılığıyla, kırsal nüfusu topraksızlaştırmak suretiyle kentlerin saçaklarına göç etmeye zorlayarak, ya da kışkırttığı savaşların tahribatıyla …

Ve dolaysız olarak: büyük şirketlerin gıda sektörüne el atması ve küçük üreticilerin ya yok olması ya da tarımsal devlere tabi hâle gelmesi, kırsal nüfusu dahi kendini besleyemez hâle getirmekte, çiftçiler, kendi ürettikleri ürünleri marketlerden satın almak durumunda kalmaktadır. Bugün dünyada 23 milyar dolarlık ticari tohum piyasasının üçte birini, 28 milyar dolarlık haşere ilacı piyasasının ise yüzde 80’ini yalnızca on Çokuluslu şirket kontrol ediyor. GDO tohumların küresel piyasasının yüzde 91’i yalnızca Monsanto şirketinin elinde. Cargill dâhil diğer on şirket dünyanın önde gelen 30 perakendecisinin toplam satışlarının yüzde 57’sini elinde bulunduruyor ve dünyanın en büyük 100 yiyecek ve içecek şirketinin gelirlerinin yüzde 37’sinden sorumlular. Güney Afrika’da Monsanto, genetiği değiştirilmiş tohum ulusal piyasasının bütününü, hibrid mısır piyasasının yüzde 60’ını, buğday piyasasının yüzde 90’ını kontrol ediyor. Dünyanın en büyük besin perakendecisi Wal-Mart 2007 itibariyle ABD’deki besin ve ilaç satışlarının yüzde 35’ini tek başına elde tutuyor.[20] Bir başka deyişle, ekimden hasata, işlemeden dağıtıma, pazarlamaya dek tüm bir besin üretimi süreci, tüm yan girdileriyle (gübre, tarım ilaçları, makinalar…) birlikte iki elin parmaklarıyla sayılabilecek besin devlerinin eline geçmektedir. Ve bu şirketler, ülkeleri, kıtaları kendi plantasyonlarına dönüştürüyorlar.

Besin devlerinin önceliği, hiç kuşkusuz ki açlığı önlemek ya da dünya nüfusunun dengeli, sağlıklı beslenmesini sağlamak değil. Tam tersine, CUŞ’ların tarım politikaları, küçük çiftçilerin tümüyle kendilerine bağlanarak yok edilmesi, toprakların aşırı kimyasal kullanımı yoluyla tahribi, zirai çeşitliliği yok ederek üreticilerin monokültüre mahkûm edilmesi, süpermarketlerin rafları yüzbinlerce çeşit ve renkte “çöp-besinler”le dolup taşarken, bu ürünlerin hammaddelerini, eti, sütü, buğdayı, yağı, meyvayı, sebzeyi üretenlerin açlığa yazgılı kılınmasına yaslanır.

Kapitalist tarım, bir yandan “obezite” denilen “gizli açlığı” bir yandan da gerçek açlığı dünyanın başına musallat ederek kendini var etmektedir. Obezitenin “gizli açlık” olması, bu çarpık sistemin bir başka irrasyonel tezatıdır: Aşırı kalori, ama sıfır besin değeri içeren yüksek miktarda tuz, şeker, kolestrol, doymuş yağ, yapay tatlandırıcılar, kimyasal maddelerle vb. ile “tatlandırılmış” yiyecek ve içecekler, yeryüzü açlığının bir başka veçhesidir. Sahra-altı Afrika, Güney Asya, Latin Amerika kırsalı açlıktan kırılırken, Kuzey’in zengin kentlerinin emekçileri, bu “ucuz ve hızlı” yemeklerle midelerini doldurmakta, ve gencecik yaşlarında yüksek kolestrol, yüksek tansiyon, diyabet, kalp vb. hastalıklardan yaşamlarını yitirmektedir.[21] 

Kapitalizm, yeryüzünde insanlararası eşitsizliğin devasa boyutlara ulaşmasından kitlesel açlığa, doğanın tahribinden türlerin hızla tükenmesine, kitle imha silahlarından salgın hastalıklara… Büyük belalara yol açtı. Yeryüzü ve dolayısıyla da insanlık, paradan başka tanrı tanımayan bir sistemin pençelerinde hızlı bir yokoluşa doğru ilerliyor. Ve sistem, “rasyonalitesi”ni yol açtığı felaketlere karşı deva üretme yolunda kullanmak bir yana, her “çözüm”üyle felaketi biraz daha yaygınlaştırıyor. Örnek mi? Örneğin küresel ısınmaya karşı, zengin ülkelerin yoksullardan “satın alabileceği” dolayısıyla da elini misliyle genişletebileceği “kotalar”ın uygulanması… Ya da “kirletici” fosil yakıtlara karşı “temiz” olduğu iddia edilen ve/fakat insanlığa Çernobil karabasanları yaşatan “nükleer enerji”nin ikamesi… Ya da “biyoyakıt”, “temiz enerji” güzellemeleriyle piyasaya sürülen ve Latin Amerika ve Kuzey Afrika topraklarını tümüyle tek ürüne (üstelik de gıda-dışı bir ürüne) tahsis edip yüzbinleri, milyonları açlığa mahkûm eden ethanol… “Ucuz, erişilebilir gıda” adına tün dünyayı dört koldan saran “çöp yiyecek” endüstrisi… Ve şimdi de “tarımsal verimliliği kat be kat arttırma” söylenceleriyle pompalanan ve kanserojen etkileri, ekosisteme zararları büyük şirketler tarafından titizlikle gizlenen GDO’lu ürünler…

Bir başka deyişle kapitalizm doğaya ve yaşama verdiği zararları “onarmaya” ancak bu “onarım” faaliyetinden de kâr devşirebilecekse razı olur. Ve her bir onarım girişimi, zararın çapını daha da büyütmekten öte bir işe yaramaz.

Evet, yeryüzü açlığının giderilemez, önlenemez ve yapısal oluşunun sorumlusu, kapitalizmdir. 

Kapitalizm olanca irrasyonelliği ve kâr hırsıyla tarihin çöplüğüne atılmadıkça, onu zirvelerle, konferanslarla, raporlarla önlemek mümkün olmayacaktır…


[*] Önsöz Dergisi, No: 48, Haziran-Temmuz-Ağustos 2021…

[1] Eduardo Galeano, Aynalar, çev: Süleyman Doğru, Sel Yay, 2009.

[2] http://www.fao.org/news/story/en/item/1200484/icode/

[3] World Food Summit, 13-17 November 1996, Rome, Italy. http://www.fao.org/wfs/

[4] https://www.un.org/sustainabledevelopment/poverty/

[5] “Pandeminin etkileri yetersiz beslenen çocukların sayısına 9,3 milyon düşük ağırlıklı ve 2.6 milyon büyüme sorunu olan çocuk ekleyebilir. Nature Food’da yayınlanan bir araştırmada pandemi ve temel beslenme hizmetlerindeki düşüş etkisiyle çocuklarda yetersiz beslenmedeki artışın 2020-2023 arasında beş yaş altı 168 000 çocuğun ölümüne yol açabileceği belirtiliyor.” (https://www.telesurenglish.net/news/Pandemic-Induced-Nutrition-Crisis-Could-Kill-168000-Children-20201224 0005.html?utm_source=planisys&utm_medium=NewsletterIngles&utm_campaign=NewsletterIngles&utm_content=14)

[6] “Açlık ve Yoksulluk Sınırı Açıklandı” Sözcü, 25.09.2020https://www.sozcu.com.tr/2020/ekonomi/aclik-ve-yoksulluk-sinirini-aciklandi-6054454/

[7] “Kuru Ekmek Gerginliği”, Milliyet, https://www.milliyet.com.tr/siyaset/kuru-ekmek-gerginligi-6380809

[8] Bu satırları 26 Aralık 2020 Cumartesi günü saat 14.43’de yazdım. O gün, o saat itibariyle dünyada açlığa bağlı nedenlerden dolayı ölenlerin sayısı şöyleydi: 2020 yılı boyunca: 8 891 840 kişi. 1 Aralık 2020’den itibaren: 631 570 kişi. O hafta: 131 423 kişi. 26 Aralık günü o saate kadar: 15 138 kişi. Siz bu satırları okurkenki verilerle bir karşılaşma yapmak için The World Counts’ın internet sitesinin “Global Challenges” başlığını ziyaret edebilirsiniz: https://www.theworldcounts.com/challenges/people-and-poverty/hunger-and-obesity/how-many-people-die-from-hunger-each-year/story

[9] Sharman Apt Russel, Açlık-Doğal Olmayan Bir Tarih, Maya Kitap, 2014, ss.168-169

[10] A.y. ss.169-170.

[11] A.y. ss.170-173.

[12] A.y. ss184-85.

[13] Oscar Lewis, La Vida/İşte Hayat: Yokluk Kültürü İçindeki Bir Porto Riko’lu Aile Üzerine İnceleme, e Yayınları, İstanbul (1965)

[14] Lewis, ss.LV-LVI. Lewis bu özelliklerin sendikal vb. örgütlenmelerle değiştiğini belirtiyor.

[15] Russel, ss.139-156.

[16] Russel, ss.177-78.

[17] Mary Robinson, “Foreword: Social Justice, Ethic and Hunger: What Are the Key Messages”, Ethics, Hunger and Globalization, In Seach of Appropriate Policies, Per Pinstrup-Andersen ve Peter Sandøe (der.), Springer, 2007, s.ix.

[18] Robert Albritton, Let Them Eat Junk,  How Capitalism Creates Hunger and Obesity, Pluto Press, 2009, s.x.

[19] Albritton, s.49.

[20] Robinson, s.xii.

[21] “Lancet Tıp dergisinde yayımlanan araştırmaya göre 2010 yılında 3 milyonu aşkın kişi aşırı kilonun yol açtığı hastalıklardan dolayı öldü. Bu sayı, dünyada aynı yıl açlık yüzünden ölenlerin 3 misli.” (“Obezite Açlıktan Çok Ölüme Yol Açıyor”, BBC Türkçe, 14 Aralık 2012, https://www.bbc.com/turkce/ haberler/2012/12/121214_health_obesity)