Acı: Kalbimizde saklı mayın

Memlekette özellikle “ciğer acısı” dendiğinde kadınların feryadı akla gelir. Erkekler acıyı içlerine gömmeyi iyi bildiklerinden kadınlar kadar belli etmek istemezler “ciğer acılarını”. Böyle olunca acı, kadını, kadın da acıyı çağrıştırır oldu. Cumartesi Anneleri’ni, Arjantinli Plaza de Mayo Anneleri’ni, o, acıyı kalbinde mayın gibi saklayan kadınları hatırlayalım. Hatırlayalım kayıplarını bulma çabalarını. Ayrıca benim kişisel dünyamda; bizi doğuranın acılar içinde kıvranmasından mı, yaşadığımız coğrafyada o cinsiyetin acılar içindeki yaşamından mı, yoksa başka bilinçaltı birikimlerden mi bilmiyorum, kadın, acıdan bir anıt gibi durur hayalimde. 

Ama anneler hiç konuşturulmadı; dinlenmedi onlar. Oysa siyasetçilerden, akademisyenlerden önce anneler konuşturulmalıydı. Onlar, acının ortasında çiçek tarlası gibi duruyorlar. Onlar acıyı yurt edinmiş kadınlar; acılarını artık, ne yeni sesler, ne yeni aşklar ne de yeni yurtlar dindirebilir. Onların ağıtları ateşten çıkmış gibi yakıcıdır. Çığlıkları, hayatın tüm yanlışlarını düzeltme talebidir; başka acılar başka ağıtlar olmasın diyedir.

Kısacası, erkek ya da kadın olalım, benim de içinde yaşadığım toplumsal katmanda acısız yaşadığımız görülmemiştir. Peki acı kader midir?

Hiç de değil. Ama, evet ve maalesef ki; acı bize atalarımızın “mirası”; soframıza bizden önce oturan değişmez misafir, evimizin ”onur” konuğu, bıyıkları rakı kokan ruhların nefesi, bir an neşelenmeye kalksak boğazımıza düğümlenendir… Türkülerimizin onsuz olanı pek azdır. Kışın soğuğunda insan it gibi titrerken, kürklü gocuğuyla ve tüm ihtişamıyla hazır ve nazırdır yanımızda “acı” hazretleri.
Acının anavatanı bir coğrafyanın yurttaşlarıyız. O nedenle “acı” sınırlı sayıda insana has bir durum değil. Bir düşünün, acılar yarıştırıldı, kimin acısı daha büyük diye. Oysa tüm acılar, acıydı sonuçta; büyük acılardı, büyük trajedilerdi. Ayrımsız, tüm acılardan utandım. Zira onlar insanların insanlara yaptıklarıydı. İnsan insana bunu yapar mıydı? Kuşkusuz yaşanan acıları burada sayıp dökmeye ne gücüm yeter ne dilim varır. Kaldı ki coğrafyamızın yaşadığı acılar ne sayfalara sığar ne kitaplara. Kürdün, Türkün, Alevinin acısı birbirine karışmadı bu topraklarda. Farklı, farklı yerlerde; farklı farklı insanlar benzer acıları yaşadı, yaşıyor. 

Acıya çareyle karşılık veren değil, acıya acı ile karşılık veren bir toplumun üyeleriyiz. Büyük acıların, yerle göğü birleştiren bir kimyası vardır insanların ruhunda. Bu, tüm insanlar için böyledir. Acı birimize matem, diğerimize bayram yeri oldu. Birimizin acısı diğerine ölümsüzlük ilacı gibi… İşte günümüz Türkiye’sinden bir manzara! Ne korkunç!

Söz konusu ettiğim acıların temelinde siyasi bir sebep var (Bir gün ayrıca o sebeplerini ayrıntılarıyla yazalım). Genellikle iktidar veya iktidar arayışının ürünü olarak muhatabımız olan acılar… Sonuçta iktidar “mahsulü” acılarla yüz yüzeyiz… Artık yeni acıları “godot’yu bekler gibi” bekliyoruz. O acılar ki, insanları bazen tek tek, bazen topluca ağzına attığı bir vakıa. Acılar karşısında dualar, törenler, töreler farklı farklı olmamalıydı. Zira, her dilde gözyaşı, aynı yüz ifadesinden akıyor aşağıya.

Bu nasıl memleket böyle, bazılarımız acıya su taşıyor, bazılarımız benzin. Bazılarımız çok ağlarken, bazılarımız çok gülüyor. Yanılıyor muyum?

Başımızdaki adam her durumda bize kızmakla yükümlü! Kendine yakışan bir sarayı, sarayına yakışan bir ordusu ve yargısı var. Çoğunluk onun her dediğini yerine getirmekle yükümlü hissediyor kendini. Peki, çoğunluğu başımızdaki adamın âlemine dahil eden gücün sırrı ne? İnsanların gözbebeklerine hiç soğumayan öfkeyi sokan ne? Ben söyleyeyim: acıların ayrıştırılması, acılara ayrı ayrı kimlik biçilmesi, savaştan, kavgadan medet umulması… Keşke, kulağımıza gelen her acı inleyişte, yeni endişeler biçseydik kendimize, kem gözlerle birbirimize bakmak yerine. Çok oyalanmadan, karanlığın geçmesi için, mutlaka bir şey yapsaydık; ayinler düzenleseydik mesela, birbirimizin kederini emen… 

Artık -en azından- yakımızdaki, sokağımızdaki insana, içinde yaşadığımız topluma; dahil olduğumuz coğrafyaya güvenmek istiyoruz. Bu temennilerden sonra dönüp yaşamın değişik yerlerini döşenmiş onca tuzağı görüyoruz…

Ama öyle inanıyorum ki, bir gün, adını sanını bilmediğimiz birileri, bir söz söyleyecek, su kadar duru, gök kadar mavi, ceylan kadar diri ve temkinli. İşte o zaman, bugün adını sanını bilmediğimiz çiçekler açacak. O gün, yeniden başlamak için mucizeye gerek kalmayacak acının anavatanında.

Herkes için yaşam, siyasetçiler tarafından bonkörce harcanacak bir şey değil, sevgiyle kurulacak ve zenginleştirilecek bir şey olacak. O zaman, sadece kendimiz için değil, başkaları için de çığlık atabilecek bir vicdana kavuşacağız.

Atalarımızdan miras aldığımız acıyı red-i miras yapacağız; kader olmaktan çıkaracağız. “Herkes için yaşam” diyeceğiz.

Olur mu dersiniz?

Ali Rıza GELİRLİ
Latest posts by Ali Rıza GELİRLİ (see all)