24 Ocak Kararları Ve 12 Eylül Darbesi

12 Eylül 1980, Türkiye’nin Üçüncü Askeri İdare Dönemi’nin kapısının aralanacağı tarihtir. 24 Ocak (1980) Kararları ise kapitalist dünya-ekonomi sisteminin 1970’lerdeki yapısal krizine -Bretton-Woods sisteminin çöküşüne- dair küresel tepkisi ve yeniden yapılanmasının (neoliberalizm) Türkiye’deki tezahürüdür. 24 Ocak Kararları ve 12 Eylül arasındaki rabıta, illiyet bağı 1980’lerden bugüne tartışıldı, tartışılmakta da. Bu yazıda farklı bir bakış açısı ile 24 Ocak ve 12 Eylül arasındaki ilişkiyi değerlendirmeye çalışalım.

En baştan anlatmaya çalışayım; 12 Eylül Darbesi, benim Türkiye siyasetinin helezonları olarak adlandırdığım sarmalın üçüncü döngüsünün başlangıcıydı. Cumhuriyetin iki savaş arası dönemini, çok sık kullanılan ifadesiyle “erken cumhuriyet” kavramı ile tanımlayıp bir kenara koyarsak, Dünya-ekonomi sisteminin yeniden şekillendiği ve Amerikan hegemonyasının tesis edildiği 1945’ten başlayarak, Türkiye de yepyeni bir ekonomi-politik iklime merhaba diyecekti. Erken Cumhuriyetin bittiği İkinci Dünya Savaşı yıllarından 14 Mayıs 1950’ye kadar artık bir tek parti dönemi yoktur; ama tek parti -CHP- halen iktidardadır.  Bu yaklaşık beş yıllık dönem bir geçiş dönemidir ve “CHP İdaresi Dönemi” olarak adlandırılabilir.  Bu tarihten, ama daha teknik olarak Demokrat Parti’nin iktidarı hukuken devraldığı 23 Mayıs 1950’den 27 Mayıs Darbesi’nin gerçekleştiği tarihe kadarki dönem, Türkiye’nin Birinci Merkez Sağ Dönemi’dir. 27 Mayıs Darbesi ile ucu 28 Şubat 1997’ye kadar uzanacak darbeler serisinin ilk halkası da cereyan etmiş olur. Nitekim 27 Mayıs 1960’la başlayan dönem, seçimlerin yapılarak Türkiye’nin ilk koalisyon hükümetinin görevi devraldığı 20 Kasım 1961’e kadar devam edecek olan Birinci Askeri İdare Dönemi’dir. 27 Mayıs Cumhuriyet’in ilk darbesi ise 1961 Genel Seçimlerinden sonra İsmet İnönü Başbakanlığı’nda kurulan 26. Hükümet de ilk koalisyon hükümetidir. 26. Hükümet ile başlayan Türkiye’nin Birinci Koalisyonlar Dönemi’ni 1965 Genel Seçimlerinden sonra 27 Ekim 1965 tarihinde görevi devralan Demirel ile Türkiye’nin İkinci Merkez Sağ Dönemi takip edecek; bu dönem 12 Mart 1971 Darbesi ile başlayan İkinci Askeri İdare Dönemi ile kesintiye uğrayacaktır.  İkinci Askeri İdare Dönemi 26 Ocak 1974’te görevi devralan Bülent Ecevit liderliğindeki CHP-MSP iktidarına kadar sürer. Bu tarihten sonra ise Türkiye’nin İkinci Koalisyonlar Dönemi başlar.

12 Eylül 1980 Cuma gününe uyandığında Türkiye’de halen İkinci Koalisyonlar Dönemi’nin son fiili koalisyonu (hukuken bir azınlık hükümetidir) 43. Hükümet, Demirel Hükümeti görev yapmaktadır. Meraklısı için minik bir not, Türkiye’de bütün darbeler (darbe girişimleri değil) perşembe günlerini cumaya bağlayan sabaha karşı yapılmışlardır. 27 Mayıs 1960 da, 12 Mart da, 12 Eylül de, 28 Şubat 1997 de cuma gününe tesadüf ederler. Tesadüf? N’olur, n’olmaz, evlerden ırak: “Selamün kavlen” diyelim biz. Yine dağıttım konuyu!

12 Eylül sabahı Türkiye’de artık İkinci Koalisyonlar Dönemi son bulmuş ve Üçüncü Askeri İdare dönemi başlamıştır. Bu dönem 13 Aralık 1983’te ANAP iktidarı görevi devralana kadar devam edecektir.

Kronolojik olarak baktığımızda 24 Ocak 1980 Kararları (darbeden yaklaşık 8 ay önce alınmış olduğundan) Türkiye’nin İkinci Koalisyonlar Dönemi’ne ait bir karar olarak görünür; 12 Eylül darbesi gerçekleştiğinde “24 Ocak İstikrar Kararları”(!) neredeyse bir yıldır yürürlüktedir.  Ancak takvim yaprakları ne derse desin 24 Ocak Kararları’nı, 12 Eylül 1980’in ardına eklememiz ekonomi-politik açısından daha doğru olacaktır: 24 Ocak Kararları, 12 Eylül Darbesi’nden “sonra” alınan (diyemesek de etkili bir şekilde yürürlüğe konan) bir ekonomik reform paketidir.

24 Ocak Kararları kelimenin tam anlamıyla bir “re-form” paketidir. Onun küresel bir re-form’un, global bir tanzimatın Türkiye’deki ayağı olduğunu anlayabilmek için yine İkinci Dünya Savaşı sonrasına dönmek ve o tarihlerde ABD’de (Bretton-Woods) galip kapitalist devletlerin aldıkları bir dizi kararı hatırlamak gerekiyor. 1970’ler, işte, İkinci Harp sonrası alınan bu kararların geçerliliklerini yitirdikleri ve kapitalist dünya-ekonominin yaşamakta olduğu krize yeni tekniklerle çözüm üretmeye ve yeniden yapılanmaya (re-form) başladığı bir dönem olacaktır. Bilsay Kuruç Hoca, Savaş sonundan başlayıp 70’lerle birlikte sona eren bu dönemi (Güleryüzlü Sosyalizm kavramına nazire olarak dile getirdiği) Güler Yüzlü Kapitalizmin bittiği bir dönem olarak adlandırır. 70’lerin sonlarına gelirken kapitalist devletler, birikim ve meşruiyet sorunlarına yeni tekniklerle cevap aramaya başlarlar. Dünya-ekonomi sistemindeki merkez ülkelerin piyasaları bir stagflasyona girer; hammadde fiyatları hızla artar, ham petrolün fiyatı önceki yıllara göre (1973-1976 yılları arasında) dört katına çıkar.

James O’Connor, The Fiscal Crisis o f The State’de[1] “birikim” ve “meşruiyet” kavramlarının kapitalizmin krizlerini (ve elbette bu krizlerin nasıl aşıldığını) anlamadaki temel iki kavram olduğunu iddia eder. O’Connor’a göre, kapitalist devletin iki temel -ve birbiriyle zıt- işlevi vardır; bunlardan ilki, burjuvazinin olabildiğince daha fazla birikim yapmasına imkân verecek düzenlemeler yapmaktır. Kapitalizm, Wallerstein’in de altını çizdiği gibi, sınırsız bir “sermaye akümülasyonu” iştiyakına dayanır. Devletin temel (!) görevlerinden ilki de bu akümülasyonu sağlayacak kararları almaktır. James O’Connor, devletin sadece burjuvazinin birikimi önündeki engelleri kaldırmakla yetinmeyeceğini, bunu meşrulaştırmak ve toplumsal uyumu, devamlılığı da tesis etmek zorunda olduğunu belirtir. Aslında ikinciyi, birinci görevini süreklileştirebilmek için gerçekleştirmek zorundadır bunu unutmamak, liberal iktisadın “gece bekçisi devlet” (laissez faire laissez passer!) formülasyonunun bir galat-ı meşhur olduğunu da akılda tutmak gerekiyor. Ancak ülkeler, daha fazla birikim imkânına yol verebilmek için de toplumsal meşruiyeti tesis etmek zorundadırlar. Bu ikisi arasındaki denge sürdürülemez hale geldiğinde ise kriz ortaya çıkmaktadır. Kriz, ulusal ekonomilerde görünür hale gelse, tezahür etse de oradan kaynaklanmaz. Kapitalizmin birikim ve meşruiyet politikaları ya da burada ortaya çıkan sorunlar/kriz sadece mevzu bahis ülkenin endojen faktörleriyle açıklanamaz; dünya-ekonomi sistemi ve bu sistem içinde o ülkenin konumu ile de yakından ilgilidir.

Sözü çok fazla iktisadî terimlere sarıp sarmalamadan, kısa yoldan ifade etmem gerekirse 24 Ocak Kararları, dünya-ekonomi sistemindeki krize yönelik olarak -Türkiye’ye de sirayet eden, Türkiye’nin de içinde bulunduğu, Türkiye’nin de bir parçası olduğu, Türkiye’nin de mustarip olduğu, çözüm için Türkiye’nin de önüne bir reçetenin konduğu….  bu küresel krize yönelik olarak- alınan önlemlerin bir yansımasıdır. 24 Ocak, küresel kapitalist sistemin yeniden yapılanma sürecinde Türkiye’ye verilen ödevler toplamıdır; 12 Eylül ise bu ödevlerin bihakkın yerine getirilebilmesinin ortamını ona sunar. Kapitalist dünya-ekonominin, 70’lerde yaşadığı yapısal krizi aşabilmek için ihtiyaç duyduğu yapısal dönüşümün Türkiye’ye düşen kısmı, Türkiye’den istenilenlerin toplamıdır. 12 Eylül ise 24 Ocak’la Türkiye’den istenilenlerin yerine getirilebilmesinin imkânlarını kolaylaştırır.

Özetle, 24 Ocak Kararları ile 12 Eylül Darbesi arasında bir illiyet bağı, bir nedensel ilişki, bir zorunluluk ilişkisi değil de bir “kör-topal” ilişkisi olduğunu söylemek daha doğru olacaktır: “12 Eylül olmasaydı, 24 Ocak Kararları uygulanamazdı.” demek bile kapitalist üretim ilişkilerinin doğasına uygun düşmez. “24 Ocak Kararları uygulanabilsin diye 12 Eylül Darbesi’nin yapıldığını” düşünmek ise Türkiye’nin iç faktörlerini çok fazla hafife almak, 70’lerin ikinci yarısından sonra Türkiye’nin sürüklendiği iç savaş ortamını ele almadan darbeyi sadece küresel ekonomik bir programın gereklerine indirgemekle aynı anlama gelir.

Aynı şekilde 24 Ocak Kararları’nın Kenan Evren’in icazeti, Turgut Özal’ın inayeti ile alındığını/uygulandığını düşünmek için de hayli saf olmak gerekir. Hele hele 80’lerde popüler “ABD’de Reagan, İngiltere’de Thatcher, Türkiye’de Özal” masalına inanıp, küresel krize karşı geliştirilen neoliberal politikalarda Türkiye’nin bir karar alıcı/özne; bu neoliberal politikaların icrasında da Özal’ın bir karar alıcı/özne olduğunu düşünmek içinse…

Mete Kaan KAYNAR