Irkçı ve faşist bir teröristin 15 Temmuz’da Yeni Zelanda’nın Christchurch kentindeki iki camiye yaptığı ve 49 kişinin yaşamını yitirmesiyle sonuçlanan saldırı dünyanın hemen hemen her yanındaki pek çok siyasal parti, kurum ve kişi tarafından lanetlendi. TBMM’nde grubu bulunan beş parti de bu tepkiyi bir ortak bildiri ile kınadı.
“TBMM Başkanı Mustafa Şentop, AK Parti Grup Başkanı Naci Bostancı, TBMM Başkanvekili Levent Gök, CHP Grup Başkanvekili Engin Özkoç, HDP Grup Başkanvekili Ayhan Bilgen, MHP Grup Başkanvekili Erkan Akçay ve İYİ Parti Grup Başkanvekili Lütfü Türkkan imzalı ortak bildiride, ‘Yeni Zelanda’nın Christchurch şehrinde bugün, cuma namazı sırasında ibadet etmekte olan cemaate yönelik olarak gerçekleştirilen ve en az 49 kişinin hayatını kaybetmesine yolaçan silâhlı terör saldırısını şiddetle kınıyoruz’ ifadeleri yer aldı.” (“Yeni Zelanda’daki katliama TBMM’deki siyasî partilerden ortak kınama”, Euronews, 16 Mart 2019)
Cumhurbaşkanı Erdoğan’a gelince, o kendinden bekleneni yaptı; 31 Mart yerel seçimleri için il il, ilçe ilçe dolaşan Erdoğan, Yeni Zelanda’da yaşanan terör eylemine duyulan haklı ve meşru tepkiyi, yaklaşan yerel seçimlerde kullanma, bu tepkiyi kendi kanalına akıtma, burjuva rakiplerini ve HDP’ni suçlama ve kendisini tüm Müslümanların lideri ve koruyucusu gibi sunma fırsatına dönüştürdü. Dahası o, katilin Türkiye-karşıtı söylemini kendisi ve kendi iktidarını bir kez daha kurban gibi sunmak amacıyla kullanmaya çalıştı. Erdoğan’ın bunları en geri, kaba ve ilkel bir tarzda yapması Türkiye’de siyasetin düştüğü düzeyi ve Cumhurbaşkanının iktidarı ne pahasına olursa olsun elinde tutma yolundaki ısrarını gösteriyor.
Bunları söylerken, değişik ülkelerin, bu terör eylemine duyulan tepkiyi daha “ince/ rafine” ve daha “uygar” bir biçimde gösteren yöneticilerinin tutumunun özünde Erdoğan’ınkinden farklı olmadığını unutmamamız gerekiyor. Doğrudan saldırıları ve dolaylı müdahaleleriyle Afganistan’ı, Irak’ı, Libya’yı, Yemen’i, Suriye’yi cehenneme çeviren ve milyonlarca insanın kanına giren, milyonlarca insanı sakat, evsiz, işsiz vb. bırakan, aynı suçları İran’da ve ötesinde de işlemek için fırsat kollayan ABD ve Batı Avrupa emperyalistlerinin Christchurch’taki iki camiye yapılan saldırıyı kınamaları tam ve görülmemiş bir ikiyüzlülüktür. Tabiî aynı ikiyüzlülük;
a) ABD ve ortaklarının özellikle Suriye’de bir milyona yakın insanın ölümüne yol açan cihatçı çeteleri ve onların siyasal ve askerî liderlerini koruyan, besleyen, silâhlandıran, hattâ onları kendi iktidarının güçlü bir payandası hâline getirmeye çalışan,
b) Kürt halkı başta gelmek üzere Türkiye halklarına ve onların siyasal öncülerine karşı terör uygulayan ve
c) Kuzey Suriye’yi Türkiye topraklarına katmayı kuran ve bu bağlamda Kürt halkının bu bölgedeki kazanımlarını kanla yıkmanın ve yok etmenin yollarını arayan Erdoğan ve onun İslâmî-faşist rejimi için de geçerlidir.
Hâl böyleyken, reformist-demokratik bir parti olan HDP’nin Yeni Zelanda’da yapılan katliamı, Ortadoğu ve Türkiye halklarına karşı işlenen ve işlenmekte olan suçları, bu suçların doğrudan ya da dolaylı özneleri olan gerici burjuva partileriyle birlikte kınaması yanlış olmuştur.
Ancak bu HDP’nin, aynı kategoriye giren başka hataları olmadığı olmadığı anlamına gelmiyor; HDP benzer bir hatayı, 15 Temmuz 2016’daki sözde darbeyi, diğer gerici burjuva partileriyle (AKP, CHP, MHP) birlikte kınadığı zaman da yapmıştı. 15 Temmuz sözde darbe girişiminin ardından kaleme aldığım bir yazıda (“15-16 Temmuz darbe girişimi ve devrimci tutum”) HDP’ni şöyle eleştirmiştim:
“Öte yandan Selahattin Demirtaş ile Figen Yüksekdağ’ın HDP adına
“ ‘HDP, her koşulda ve ilkesel olarak her tür darbeye karşıdır‘ biçiminde bir açıklama yapmakla yetinmesi ve İslâmî-faşist AKP, faşist MHP ve Kemalist gerici CHP ile birlikte darbe girişimini kınayan ortak deklarasyona imza atması doğru olmamıştır. Anımsanacağı üzere bu deklarasyonda, diğer şeylerin yanı sıra şöyle deniyordu:
“ ‘Milletimiz, bütün dünyaya örnek olacak şekilde darbenin karşısında durmuş ve kanlı darbe girişimini engellemiştir. Türkiye Cumhuriyeti’ni ve kurumlarını canı pahasına koruyan bu aziz millet her türlü övgü ve takdiri ziyâdesiyle hak etmektedir. Bu uğurda canlarını veren şehitlerimize milletçe minnettarız ve o kahramanlarımızı da asla unutmayacağız. Türkiye Büyük Millet Meclisi, bu aziz ve kahraman milletin temsilcisi olarak milletimizin verdiği yetkiyle bombaların ve kurşunların altında görevini ifa etmiş, bir kez daha milletine lâyık bir Meclis olduğunu göstermiştir. Unutulmamalıdır ki, TBMM, Kurtuluş Savaşı’nı yöneten, Türkiye’nin demokrasiye geçişini gerçekleştiren, demokratik parlamenter sistemi yıllar içinde geliştirmiş, bir milleti yokluk ve yoksulluktan alıp muasır medeniyet seviyesine çıkarmanın mücadelesini vermiş bir meclistir. Meclisimiz tek yürek, tek vücut olarak büyük bir cesaretle darbeye karşı haysiyetli bir duruş sergilemiştir. Darbecilere gereken cevabı, dünyaya da gereken mesajı vermiştir.’ ”
“HDP’nin 15-16 Temmuz darbe girişimin kınaması anlaşılabilir. Ancak HDP açısından doğru olan; Türkiye, Kürdistan ve Ortadoğu halklarının düşmanları ve katilleriyle ortak bir deklarasyona imza atmak yerine, kendi imzasıyla bir açıklama yapması ve burada, 15-16 Temmuz darbe girişiminin yanı sıra Türkiye Kürdistanı, Türkiye, Suriye, Irak, Yemen, Libya gibi ülkelerde Türk gericilerinin de aktif katkısıyla işlenen cinâyetleri ve kıyımları da kınamasıydı.”
Yinelemek gerekirse benzer bir saptamayı Yeni Zelanda katliamı için de yapabileceğimiz ve yapmamız gerektiği açıktır. HDP’nin kendisini bir kez daha, iktidarda ve muhalefette bulunan gerici burjuva partileriyle ortak bildiri yayınlamak zorunda hissetmesinin nedeni/ nedenleri tartışılabilir. Eğer HDP “Türkiyelileşmek”ten bunu anlıyor, Türkiye’yi yönetenlere, “aşırı bir parti” olmadığını, tersine “ılımlı bir parti” olduğunu, var olan düzenin bazı hatalarını düzeltme çabasının ötesinde bir misyonu olmayan bir parti olduğunu kanıtlamak için yapıyorsa baltayı taşa vuruyor demektir. Çünkü bugün Türkiye’yi yönetenler, CHP gibi “majestelerinin muhalefeti” adına da lâyık olmayan bir partiye bile katlanamıyorlarsa, HDP’ne hiç katlanamayacakları ortadadır ve bunu her gün ve her saat yeniden ve yeniden kanıtlamaktadırlar.
HDP’nin bu ortak açıklamalara, salt Kürt halkının ilerici özlem ve taleplerini dile getiren bir parti değil de, değişik milliyet, din ve mezheplerden tüm Türkiye ve Kuzey Kürdistan halklarının partisi, bir “Türkiye partisi” olduğunu göstermek için katıldığı söylenemez. Eğer öyle olmuş olsaydı o zaman HDP -Kürt halkı da içinde olmak üzere- bu halkların tümünün ivedi ve yakıcı taleplerini (yaşam pahalılığı, işsizlik, yolsuzluk, EYT’liler/ emeklilikte yaşa takılanlar sorunu, iş ve kadın cinayetleri, saldırgan dış politika, dinin siyasete âlet edilmesi, yüzbinlerce insanın uydurma gerekçelerle hapsedilmesi, var olan hukukun bile ayaklar altına alınması, parlamentonun yerini Saray’a bırakması, yargının Erdoğan’ın maşası hâline getirilmesi eğitim sisteminin çökertilmesi vb.) eksen alan bir propaganda ve ajitasyon yürütüyor olurdu. HDP’nin “Kürt sorunu” dışındaki bu ve benzer sorunlara hiç değinmediği söylenemez elbet. Ama HDP, salt bir “Kürt partisi” değil de tüm Türkiye ve Kuzey Kürdistan halklarının partisi olduğu savının arkasında duracaksa gerek TBMM içinde ve gerekse bu kurumun dışında ve alanlarda bütün bu konular üzerinde sistemli bir biçimde durmalı ve ürkek ve çekingen değil, çok daha aktif ve kararlı bir propaganda ve ajitasyon çizgisi izlemelidir. HDP işte o zaman reformist-demokratik bir Kürt partisi olmaktan çıkmaya ve iliğine değin çürümüş İslâmî-faşist iktidarın biricik gerçek alternatifi olmaya başlayabilir ve çok büyük dalgalanmalara gebe olan Türkiye ve Kuzey Kürdistan’ın geleceğinde çok önemli ve hattâ belirleyici bir rol oynamaya aday olabilir.
- 1 Mayıs 1977 Tartışması: Aydınlıkçılık, Liberalizm ve Devrim - 3 Mayıs 2020
- Bolton Giderken… - 16 Eylül 2019
- Quo Vadis AKP Türkiyesi? - 27 Ağustos 2019