IŞİD Türkiye’de “görev” başında
“Tarihi kendinden menkul (2021…) seçim sürecinde” söylemleriyle öne çıkan, çiçeği burnunda Gelecek Partisi Genel Başkanı, 5 Haziran 2015 Diyarbakır, 20 Temmuz 2015 Suruç, 10 Ekim 2015 Ankara; arka arkaya patlayan bombalar toplu can alıyorken, Başbakan Davutoğlu: “Türkiye’de intihar Eylemi yapabilecek kişilerin belli bir listesi dahi var… Biliyorsunuz, bu, bir eylem hazırlığı içinde ama bunu gerçek bir eyleme dönüştürmedikçe veya elinizde o eylemin olabileceğine dair bir veri olmadıkça tutuklayamazsınız”!
10 Ekim 2022, Gar Katliamının 7.yılı; “Ankara Garı Katliamı’nın yıl dönümünde DEAŞ’ın (Suriyeli göçmen düşmanlığını kışkırtma, hedef saptırma,DEAŞ’ın isim değişikliği yapılan ÖSO olduğunu bilmeyen var mı! A.K) hain terör saldırısında yaşamını yitiren vatandaşlarımızı rahmetle anıyorum”; aynı pişkin gülüşüyle Davutoğlu(1). Gar Katliamı öncesinde olduğu gibi sonrasında da Davutoğlu sırıtıyor, Albayrak sırıtıyor, Erdoğan sırıtıyor… 12 Eylül bütün kıyıcılığıyla devam ediyor.
“Ellerinde pankartlar, ellerinde pankartlar, gidiyor bu çocuklar
Kalkın ayağa kalkın, gidiyor bu çocuklar.”
(Ruhi Su, Ellerinde Pankartlar, 1977)
İlk tespitlere göre, Ankara Gar Katliamı’nda 103 kişiyi öldüren, Suruç’da 33 genci öldüren Şeyh Abdurrahman Alagöz’ün abisi Yunus Emre Alagöz; yanında “Suriye uyruklu bir diğer canlı bomba”! 10.10.2022 Tarihli, aynı Sol Haber Portal’ın, Kısa Dalga’dan Ersan Atar’dan aldığı habere göre; 10 Ekim Gar Katliamı dosyasından, IŞİD’li Abdullah Külgecioğlu’nun dönemin Konya valisi Muammer Erol’un bulunduğu kahvaltılı toplantıya katıldığı ortaya çıktı(2). Suriye’de “Irak Şam İslam Devleti” için savaştığı sırada ölen Külgecioğlu’nun oğlundan, aynı dönemde IŞİD Türkiye sorumlusunun “Ebu Usame” kod adlı Kasım Güler olduğunu öğreniyoruz.
6 Ekim 2022 habere göre, IŞİD’in Türkiye emiri Kasım Güler, 10 Ekim davasında tanık oldu: “O dönem bir sorun yoktu. Ben de Türkiye’den yardım götürüyordum(3)”! Dedi. “O dönemde”, başbakan Davutoğlu’nun bahsettiği “liste”, İçişleri Bakanlığı ve bağlı Konya ve diğer valilerin elinde olmalı! Yani, Bernteincıların, oportünistlerin bilmezden geldiği, (Sedat Peker’den duymak istiyor olabilirler, malum herkes ondan öğreniyor), gerçek şu ki, kahvaltıya katılanların, pimi çekenlerin kim olduğu biliniyor. Asıl fail de. Listeler, CİA’den, şüpheniz olmasın! CİA ve MİT’in emekleri, inkar edeni çarpar!
“Bu Pazar kanlı Pazar, bu Pazar kanlı Pazar, dert yazar derman yazar
Kalkın ayağa kalkın, gidiyor bu çocuklar.”
(Ruhi Su, Ellerinde pankartlar, 1977)
24 Mayıs 2022 Tarihli Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası sayfasında yayınlanan bir haberde yer alan, KESK ve 10 Ekim Davası Avukat Komisyonu açıklamasına birlikte göz atalım: “Ülkemizde bugüne kadar yaşanan onlarca faili meçhul cinayet ve katliamda olduğu gibi Cumhuriyet tarihinin en büyük katliamı olan 10 Ekim Gar Katliamı davası da geçen yedi yıl içinde hala aydınlatılmamış, katliamın arka planı açıklığa kavuşturulmamıştır.
7 Haziran-1 Kasım 2015 arasında yaşanan katliamlar aydınlatılmadan 10 Ekim katliamının gerçek failleri açığa çıkmayacaktır. Yeni bir seçim sathına girmeyle bağlantılı olarak bugünlerde 10 Ekim katliamının yeniden tartışılıyor olması bile gerçek sorumluların açığa çıkarılması için yeterli bir gerekçedir…
Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan ve İçişleri Bakanı’nın istihbaratçı diye açıkladığı, kendisinin de ‘… yurt içine ve yurt dışında bazı operasyonları yönettiğim doğrudur’ diye bir nevi onayladığı Zafer Partisi başkanı Ümit Özdağ’ın açıklamaları, siyasi hesaplaşmalara kurban edilmeden derhal açıklığa kavuşturulmalıdır. Özdağ, 7 Haziran ile 1 Kasım 2015 seçimleri arasındaki dönem gibi ‘şiddet dalgasının planlandığı’ bilgisini paylaşmış, dönemin başbakanına, o dönem yaşananları ‘korkmadan’ açıklama çağrısı yapmıştır(…) (4)”
“Bu meydan kanlı meydan, bu meydan kanlı meydan, ok fırladı çıktı yaydan,
Kalkın ayağa kalkın, biz şehirden siz köyden.”
(Ruhi Su, “Bu Meydan Kanlı Meydan”, 1977)
Bernsteincılar Oportünistler ve Bilimsel Sosyalistler
Picasso, Mayıs 1937’de Guernica bombalanırken, “bir suç işlenirken sessiz kalmak onaylamaktır” diyerek, öfkesini tuvale ve dünyaya taşıdı. Picasso’nun teşhir ettiği katliamı, ABD Büyükelçisi Claude Bowers, İkinci Dünya Savaşı ‘kostümlü provası’ olarak izlediğini söyleyecekti. 1934’de faşist hükümete karşı Sosyalistlerin Genel Grev çağrısı üzerine başlayan silahlı ayaklanmayı, “General Franko’nun Afrika ordusunu kullanarak” bastırdığı; hemen ardından Sosyalistlerin ve Cumhuriyetçilerin güçlü ve örgütlü birliğini parçalamak üzere Hitler ve Mussoli’nin de desteğini alarak başlattığı (1936-39) İspanya iç savaşıydı(5).
1960 ve 70’lerde Türkiye Solu, dünyada yükselen dalganın sırtında yükselişteydi. Ancak, 1930’larda İspanya solunun işçi ve emekçi sınıflar içerisinde sahip olduğu örgütlenme düzeyinden uzaktı. 12 Eylül 1980, Türkiye işçi sınıfının dalga dalga büyümekte olan sola alan açan iktidar arayışına, beklenmedik bir anda gelen darbeydi. TSK, NATO’nun bir parçası, söz, yetki ve karar Amerika’nındı. 12 Eylül 1980 sabahı postal sesine uyanan Türkiye’de, solun ve yükselen emekçi direnişlerinin belinin kırılması hiç zor olmadı!
O günden bu yana, Türkiye kapitalizminin suç dosyası oldukça kabarık. Sermaye iktidarının, gerici faşist ideolojisi eşliğinde sürdürdüğü sömürü ve yağma düzenine karşı, Türkiye işçi sınıfının sosyalist iktidar mücadelesinin siyasi özneleri ve her türlü örgütlenmesi; Cumhuriyet’in kurucu öznelerinden Meclis; TDTK, DİSK, POLDER, TÖBDER başta olmak üzere işçi sendikaları kapatılarak, üyeleri işkenceden geçirildi. Görev tamamlandığında, “sivil yönetim eliyle yeniden yapılanma süreci başlatıldı. Ordu ve KİT’lerin tasfiyesi “sivil” hükümetlere bırakıldı. Amerikan emperyalizminin eğitip, donattığı, Koç’ların sahiplendiği Darbeci, resim yapmaya başlayabilirdi.
20.Yüzyılın ilk yarısında, emperyalizmin eşitsiz gelişim yasası ile at başı giden aşırı üretim, eksik tüketim çelişkisinin bir sonucu olarak kaçınılmaz, 1929 Büyük Buhran’ı, tüm şiddetiyle Dünya işçi sınıfı üzerine yıkılmıştı. Ekonomik kriz büyüdükçe, katliamlarıyla dünya tarihine geçecek faşist Hitler, Mussolini, Franko ve diğerlerinin “demokratik seçimlerle” hükümet olduğu sıralarda, Komünist Enternasyonal 25 Temmuz-20 Ağustos 1935’de, 7.Kongresi’ni yapmak üzere toplandı.
21.Yüzyılın ilk yarısında Türkiye ve Dünya’da, Mali Oligarşinin “küreselleşen” haliyle emperyalizmin yükselen ekonomik krizi bir kez daha, Dünya işçi sınıfının toplu kıyım ve yıkımı uğruna, birliğinin parçalandığı bölgesel savaşlar eşliğinde, III.Emperyalist Paylaşım savaşına doğru büyüyor. Sovyetler Birliği’nin ihanete uğramasının hemen ardından, sınıflar savaşı hız kazandı. Emperyalizm, artık bu savaşa son vermek ve ikinci bir sosyalizm olasılığını “sıfırlamak” üzere, bütün gücüyle iç savaşlar ve bölgesel savaşların fitilini ateşledi.
Tarih tekerrür etmiyor, emperyalizmin her yenilgiden ders çıkardığı sınıflar savaşı devam ediyor. Komitern’in, 7.Kongre Kararlarından, faşizm tanımını hatırlamanın tam sırası: “Faşizm, ne sınıflar üstü bir yönetim ne de küçük burjuvazinin ya da lümpen proletaryanın mali sermaye üzerindeki yönetimidir. Faşizm, bizzat mali sermayenin iktidarıdır. İşçi sınıfına, köylülük ve entelijansiyanın devrimci kesimlerine karşı bir terörist intikam örgütüdür. Dış politikada faşizm, başka uluslara karşı vahşi bir düşmanlığı kışkırtan, en kaba biçimiyle jingoizim(aşırı milliyetçilik)tir.”(6)
Yani, küreselleşen tekelci kapitalizm, başka bir deyişle kapitalizmin en yüksek ve en son aşaması(7)nın ürünü mali oligarşi dünya ekonomisini elinde oynatırken, aynı oranda kendini küresel krizlerle dışa vuran kırılganlık da artmaktadır. 10 Ekim 2022 Pazartesi günü yapılan yıllık toplantısında, 2019 yılından beri ilk kez yüz yüze gelen IMF ve Dünya Bankası’nın “Küresel Resesyon” uyarısı dikkate değer(8).
Bu koşullarda, enflasyonda G-20 Birincisi, “kırk milyar dolar cari açık” veren ekonomisiyle Türkiye Kapitalizmi, IMF ve Dünya Bankasının yanı sıra emperyalist ülkelere göbekten bağımlıdır. Sermaye, Erdoğan tarafından temsil edilen Türkiye kapitalizminin hayranı olduğunu saklamayan Bay Harari(9)’nin, “maddi üretim ilişkilerinden” kopardığı ölçüde soyut, “insanın insan olması, toplumsal ve siyasal örgütlenmesi” anlamında kullandığı; bilakis, egemen kapitalist üretim ilişkileri tarafından belirlenen objektif anlamıyla, emperyalizmle “işbirliği” yapmaksızın; faşizm dahil, her türlü zor aracı olmaksızın ayakta kalamayacağının bilincindedir.
Diğer yandan, emperyalizmle “işbirliği” yapmayan ulus devletlerin, işbirlikçi kökten dinci ya da etnik silahlı örgütler eliyle çökertilip, çağrılı olarak “demokrasi” söylemiyle, emperyalist işgali, artık herkesin malumu olmalı! Görünen o ki, 1991’den beri yerkürede eski Sovyet coğrafyasından, Balkanlar’a, Ortadoğu’dan Kuzey Afrika’ya ulus devletlerin parçalanması, sürekli savaş hali, emperyalizmin ekonomik ve siyasi krizini aşmaya yetmemektedir! Karın maksimizasyonu, kapitalist üretim için zorunluluktur. 1960’lar için geçerli olan; “nükleer vurucu güçlerin dünya çapında erişmiş olduğu seviye, esas tayin edici olarak da dev dünya Sosyalist Bloğu’nun varlığı” ortadan kalkmış olmakla, “emperyalistler arası had safhaya varmış olan uzlaşmaz çelişkilerin ekonomik plandan, askeri plana sıçramasına(10)” engel kalmamıştır. Emperyalist savaşı iktidar savaşına çevirecek olan, “burjuva toplumdan, onun özünden doğması gereken belki de sadece bir çıkış yolu vardır- bu da, proletaryanın burjuvaziye karşı sınıf mücadelesidir”(11)
Oysa, Dünya işçi sınıfının öncüsü olma yeteneğini kaybetmiş Komünist ve işçi partiler, “yerli ve milli” burjuvazinin mülksüzleştirdiği, açlıkla yüzleştiği ölçüde öfkesi büyüyen emekçi sınıfların önüne attığı seçim simidine sarılıp düzen partileriyle yarışmakta. Sosyalist iktidar hedefinin sandığa, eşitlik ve özgürlük mücadelesinin demokrasiye indirgenmesi; Lenin’in işçi sınıfı ile yoksul köylülük için öngördüğü “sınıf(içinde) ittifakı” yerine “partiler arası seçim ittifakının” kapitalizmin yarattığı sorunların çözümü olarak sunulması, Bernsteincılık ya da oportünizme savrulmaktır.
Lenin tarafından, 1905 devrimine yürürken, 1902’de “Ne Yapmalı” sorusunun cevabını tartıştığı “Dogmatizm ve Eleştiri Özgürlüğü” başlıklı makalesinde; Bernteincıların, “Sosyal- Demokrasi, bir sosyal devrim partisi olmaktan çıkıp bir demokratik sosyal reformlar partisi haline gelmelidir” tezini, “sosyalizmi bilimsel bir temel üzerine oturtma ve onun gerekliliğini ve kaçınılmazlığını materyalist tarih anlayışı bakış açısından kanıtlama olanağının”; “artan yoksullaşma, proleterleşme ve kapitalist çelişkilerin derinleşmesi olgusunun yadsınması”; “bizzat ‘nihai hedef’ kavramının çürük ilan edilerek, ‘proletarya diktatörlüğü’ düşüncesinin tamamen reddi”(12); olarak mahkum edilmiştir.
1917 Ekim Devrimine yürürken, Nisan Tezleri’nde ise Lenin; “her devrimin temel sorunu iktidar sorunu” olarak tespit ve devamla, “devrimimizin bir iktidar ikiliği yaratmış bulunmak gibi büyük bir özgünlüğü” olgusunu, biri iktidardaki burjuva hükümeti, ikincisini “işçi ve asker vekilleri sovyetleri” olarak tanımlıyor.
“Bu ikinci hükümetin sınıf bileşimi…proletarya ile (asker üniforması altındaki) köylülük. Siyasal niteliği nedir? Devrimci bir diktatörlük, yani merkezi bir devlet iktidarı tarafından yayımlanan bir yasayla değil, ama doğrudan doğruya devrimci bir zorlamaya, halk yığınlarının aşağıdan gelen dolaysız girişkenliğine dayanan bir iktidar… 1871 Paris Komünü ile aynı tipte bir iktidar” öngörüyor(13).
Günümüz Türkiyesi’nde, Türkiye Solu burjuvaziyle seçim yarışına girerken, sınıflar mücadelesinde öncü parti ve işçi sınıfının rehberi Marksist Leninist öğretinin yüklediği görevlerden uzaklaşmıştır. Oysa, işçi, emekçi sınıflar içinde bitmek bilmeyen bir arayış, zaman zaman kendiliğinden yükselen kitlesel eylemlerde, neden, niçin, nasıl sorularında kendini gösteren örgütlenme gereksinimi elle tutulur haldedir. Sol’un boş bıraktığı, dolduramadığı siyaset ve ideolojik alanı egemen sınıf doldurmaktadır. Türkiye işçi emekçi sınıflarının iktidar hedefinden habersiz, ne olduğunu bilmedikleri arayışlarının cevabı Marksist Leninist öğretide vardır. Bunu sınıfın bilincine “dışardan taşımak”, biriken öfkeyi iktidar mücadelesine örgütlemek, Sol’un görevidir. Uzun süredir, Sovyetler yoktur. Emperyalist ve kapitalist Bloğu güçlü kılan da budur. Dünya ve Türkiye solunun, Sovyetler olmadan da kendi burjuva diktatörlüğünü yıkacak, işçi sınıfının Sosyalist iktidarının kuruluşuna öncülük edecek birikimi vardır. Bütün mesele, “aklını başına toplamasıdır”! Tartışmak için zaman yoktur. Türkiye işçi sınıfını temsil etme iddiasına sahip tüm siyasi özneler, istediği yöntemi kullanarak ortak, “nihai hedef” için sınıfın yanında değil, içinde konumlanmalıdır. Sınıfın dışında kalarak, bilinçlenme ve örgütlenme için gerekli ajitasyon, teşhir ve propoganda yapılmaksızın, işçi sınıfının “kendiliğinden eylemi” her seferinde daha büyük yıkım ve umutsuzlukla bastırılacaktır. Egemen sınıfa karşı, ikirciksiz, Soldan gelecek ideolojik ve siyasi bir “cephe” açılmalıdır. Kaybedilen mevziler geri kazanılmalı, çok daha ileri bir bilinçlilik ve örgütlülük gerçekleştirilmelidir. Bütün güçler, aynı hedefe odaklanmalıdır.
Mali oligarşinin üzerinde yükseldiği 12 Eylül ve işçi sınıfı hareketi
Tekrar, 12 Eylül’e dönelim. Hatırlayacaksınız; Türkiye kapitalizmi, 12 Eylül’le “Amerika’nın çocukları” eliyle başladığı yeniden örgütlenmesine, Türkiye solunu emniyet, asker, yargı zoruyla ezip geçecek; Darbe öncesi hayata geçirilemeyen 24 Ocak (IMF) Kararlarını, “demokratik” seçimlerle “iktidara” gelen “sivil” Özal hükümeti eliyle gerçekleştirecekti. Ardından, KİT’lerin özelleştirilmesi! Hepsi, demokratikti! Sandıklar kuruluyor, onay alınıyordu. Burjuva demokrasi işliyordu. 1984’lerden itibaren, Doğu ve Güneydoğu illerinde PKK bahanesiyle TSK konuşlandırıldı, iç savaş başlatıldı. Bu sırada, bölgede, 1987’de OHAL valiliği ve “koruculuk” kurumlaştırıldı. Rivayet muhtelif olmakla birlikte kesin olan bir şey var, o da “koruculuğu” kabul etmeyen, TSK ile işbirliği yapmayan, binlerce köy “boşaltıldı”! “Köylüye bok yedirme”ye varan ağır ihlaller, 1990’ların işaret fişeği olurken, TSK, OHAL ve Kontrgerilla kontrolündeki bölgeden giren uyuşturucu, transit geçiş yolu olan Türkiye’de pazar sahibi oldu!
“Biliyorum
Matarada su
Torbada ekmek
Ve kemerde kurşun değil şiir
Ama yine de
Matarasında suyu
Torbasında ekmeği
Ve kemerinde kurşunu kalmamışları
Ayakta tutabilir.”
(Hasan Hüseyin, “Kara gün dostu”)
Doğu’da, Güneydoğu’da yeniden yapılanan Türkiye kapitalizmi, en son 1992’de faili meçhul cinayetlerle katliamlarına başlarken, maden ve işçi şehirlerinde işçi direnişleriyle uğraşıyordu. 1980 darbesinden sonra işçiler, 12 Eylül’le sermaye sınıfı lehine hayata geçirilen neoliberal politikalar sonucu kaybettikleri hakları için yeniden ayağa kalkıyorlardı. Nihayet, 1988-1991 arasında madenlerde başlayan küçük direniş odakları birleşti, dayatılan “ağırlaşan” çalışma ve yaşam koşullarını korumak için, Zonguldak’tan yola çıktı. Yürüdükçe büyüdü, aileleriyle, yoksul köylüler ve işçilerle birleşen yürüyüş, yüz binleri buldu. 30 Kasım 1990’da başlayan Madenci Grevi, yoksul köylülerle birleşerek yüz binlerin Ankara yürüyüşüne dönüştü. 4 Ocak 1991’de Devrek’de Türkiye kapitalizminin silahlı güçlerinin barikatı önünde durdurulan yüz binlerin yürüyüşü, sendika başkanı Şemsi Denizer tarafından, bitirildi! Bundan sonra, devlet madenlerde, fabrikalarda, mahallelerde gerici ve faşist ideolojisi eşliğinde giderek artan biçimde, kontrgerillayı devreye sokacaktı.
“Bunlar, engerekler ve çıyanlardır, bunlar aşımıza, ekmeğimize göz koyanlardır,
Tanı bunları, tanı da büyü.”
(Ahmed Arif, “Diyarbekir Kalesinden Notlar ve Adiloş Bebe Ninnisi”)
2 Temmuz 1993’de, Sivas Katliamı, yine 12 Eylül’le yeniden örgütlenen gericilik eliyle gerçekleşecek, 33 insanın diri diri yakılmasıyla sınıflar mücadelesi tarihine geçecekti. Ozanlar yandı, türküleri, şiirleri, halayları geride bıraktığı karanlığı aydınlatmaya devam ediyor.
“çok uzaklarda bir kasabada
Dakotalı Kızılderili çocuk
‘baba’ dedi.
‘dünyanın resmini bedenime yapsana’
babası/kan damlayan bir kalp çizdi
gözbebeklerinin üstüne.
Galeano adllı bir yazar
sevgiye çağırıyordu kan damlayan gözleri
kucaklaşsın istiyordu aynalar
aynalardan taşan insanlar.
habersizdi Sivas’tan
Madımak’ta insan yakanlardan
yakıp göğe haykırarak
Tanrı çağıranlardan..”
(Bilsen Başaran, “Kırmızı Ölüm”, 2021)
21 Mart 1995’de, evinden alınarak emniyete götürülen Hasan Ocak, 58 gün sonra, kimsesizler mezarlığında işkenceyle öldürülmüş olarak bulundu. 27 Mayıs 1995’den bu yana “Cumartesi Anneleri”, “gözaltındaki kayıplar son bulsun” istemiyle, her Cumartesi, Beyoğlu Taksim, Galatasaray Meydanında bir araya geliyor. 12 Eylül’ün sırtında yükselen mali sermaye ve kontrgerilla iş başındaydı.
3 Kasım 1996’da, Mali Oligarşinin, kontrgerilla örgütü Susurluk kazasıyla ortaya dökülür. bbc.com’a göre, bu kazayla ortaya çıkan; “devletin içerisinde uzun yıllardır bir çetenin var olduğu ve özellikle 1990’larda PKK ile mücadele için oluşturulan özel birimlerin zamanla faili meçhul cinayetler, mafya hesaplaşmaları ve uyuşturucu kaçakçılığı gibi bir dizi suça bulaşan bir yapıya dönüştüğü” kabul edilir. Elbette, bunun Türkiye kapitalizmi ile sınırlı olmadığı; kapitalist devletin bizzat terörist, yağmacı, sömürücü, doğaya ve insana, insan emeğine düşman olduğu söylenmeyecek, olmuş bitmiş, ölmüş olana suç yüklenip, devlet aklanacaktı! Aksi mümkün değildir, devlet ya acizdir ya ortaktır!
Bir yanda kapitalist devlet, diğer yanda emekçi, üretici güçler vardı. Sermaye iktidarı, kapitalist devlet aygıtı sayesinde emekçiler üzerinde terör estiriyor, yağma ve sömürüden elde ettiği serveti büyütüyordu. Öte yandan, örgütlerini dağıtarak ya da gerici ve faşist ideolojisiyle işlevsiz kılarak silahsızlandırdığı işçi ve yoksul emekçi, üretici sınıflara göz açtırmıyordu. Ancak, yine de, Türkiye coğrafyasının dört bir yanında IMF-DB güdümünde hayata geçirilen neoliberal politikalara, KİT’lerin özelleştirilmesine, Sosyal Güvenliğin tasfiyesine karşı direnişler devam ediyor; bir türlü, engellenemiyordu.
15 Aralık 2009’da şehirlerinden yola çıkan on binlerce TEKEL işçisi, özdeneyimlerini rehber edinip, 4 Şubat 2010’a kadar Ankara’nın merkezini direniş merkezi haline getirecekti. İşçi sınıfı hareketi, sadece sermaye iktidarının değil, bir türlü toparlanamayan Türkiye solunun da önündeydi. Türkiye Sol’u, işçi sınıfının kitlesel eylemleri ya da “Susurluk kazasıyla” dışa vuran “otokrosinin çok yönlü politik örgütlenmesinin teşhiri gibi işçilerin politik bilincini geliştirme görevini yerine getirmekten”(14) de uzaktı.
Yine kendiliğinden bir hareket olarak, 2013 Gezi Direnişi, yaklaşık bir ay boyunca tüm Türkiye’de bu defa, beyaz yakalısı, mavi yakalısıyla işçilerin, hatta küçük burjuva unsurlarıyla on milyonun sokağa çıktığı, gerici ve yağmacı baskıya başkaldırı olarak tarihe geçti. Türkiye solu bir kez daha sınıfta kalmıştır. Çünkü, o güne kadar, bir türlü işçi sınıfı içinde örgütlenememişti. Oysa ki, 12 Eylül’den sonra ortaya çıkan kitlesel işçi, aydın, emekçi sınıfların direnişlerinin ortak özelliği olan “kendiliğindenlik”, Lenin’e göre; “aslında bilinçliliğin ‘tohum halinden’ başla bir şey değildir.”(15) Emekçi sınıflar, Türkiye işçi sınıfı öncülüğünde, yurdun dört bir yanında hayata geçirilen projelerle görünür hale gelen yağma ve sömürüye, toprak ve suyun zor alımına karşı mücadele etmeye, örgütlenmeye, mülksüzleştirenleri mülksüzleştirmeye hazırdır.
Ancak, “Bernsteincılığa teslim olan” Türkiye solu, sınıfa karşı sınıf, iktidara karşı iktidar için” bilinçlenmeye ve örgütlü mücadeleye öncülük etme yeteneğinden yoksundur. Zira; “Burjuva ideolojisi köken itibariyle Sosyalist ideolojiden çok daha eskidir, daha çok yönlü gelişmiştir ve Sosyalist ideolojiyle karşılaştırılamayacak kadar yaygınlaşma olanaklarına sahiptir ve bu nedenle bir ülkede Sosyalist hareket ne kadar gençse(bakmayın siz “toyluğuna”, Türkiye’de 100 yılı aşkın bir geçmişe, deneyime sahiptir, A.K), Sosyalist olmayan ideolojiyi sağlamlaştırmaya yönelik çabalara karşı mücadele o denli enerjik yürütülmeli”(16)dir.
Türkiye kapitalizmi, Haziran 2013 Gezi Direnişi’nin ardından kontrgerilla örgütlenmesini yeniden devreye koyar. 7 Haziran- 1 Kasım 2015 tarihleri arasında, beş aylık süreçte 5 Temmuz’da Diyarbakır’da, 20 Temmuz’da Suruç’da 10 Ekim’de Ankara’da IŞİD tarafından üç bombalı eylem gerçekleştirildi. Aynı süreçte, Türkiye genelinde gözaltılar, tutuklamalar, baskınlar, Doğu ve Güneydoğu’da OHAL yetmedi, sokağa çıkma yasakları başta olmak üzere hayal edilemeyecek baskı araçları kullanıma sokuldu. Bu dönemde, Başbakan Davutoğlu, Van mitinginde, “AKP iktidardan indirilirse, buralarda terör çeteleri dolaşacak, beyaz Toroslar dolaşacak” diyerek, tehditler savurur.
“Vurun ulan vurun, ben kolay ölmem.
Ocakta küllenmiş közüm, karnımda sözüm var haldan bilene.”
(Ahmed Arif, “Otuz Üç Kurşun”)
12 Eylül’le birlikte, emperyalist merkez ve ülkelere bağımlı da olsa, ivme kazanan üretimin kitleselleşmesi, yani toplumsallaşması ve sermayenin yoğunlaşması, mali sermayenin yükselmesi devam ederken karşı tarafta aynı hızla yaşam ve geçim araçlarından koparılan tarım üreticileri işçileşir, işçiler proleterlere dönüşür, üretim ilişkileriyle üretici güçler arasındaki çelişki büyürken, mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi kaçınılmazdır. Lenin; “Sermaye, kendisiyle birlikte ve onun egemenliği altında gelişip serpilen üretim biçiminin prangası haline gelmiş, üretim araçlarının merkezileşmesi ve emeğin toplumsallaşması, bu öğelerin kabukla uyuşmadıkları noktaya varmış, kabuk parçalanmayı beklemektedir. Kapitalist özel mülkiyetin saati çalar. Mülksüzleştirilenler mülksüzleştirilirler(17).”
“Biz on sekizinde öldük aslında, kimseler bilmedi.
Sırtımızda Haziran sıcaklığı toprağın, göğsümüzde yıldızlı bir yaz gecesi”
(Vasıf Turhan Kayacık, “Yürüdük Hep Yürüdük”)
Egemen sınıf bilinçli ve örgütlüdür. Tüm kaleleri fethedilmiş, silahları elinden alınmış olsa da, biriken çelişki ve öfkenin yıkıcı gücünden korkmakta, tedbir olarak Türkiye işçi sınıfının birliğini bozmak üzere hamleler yapmaya devam etmektedir. Elbette, emperyalizmle bağımlılık ilişkilerini güçlendirerek. Onlarsız yapamaz. “Sermayenin mezar kazıcısı” işçi sınıfı da, tek başına değil, yoksul köylülük ve tabii, sanayi ve üretimin tamamen emperyalist merkezlere bağımlı hale gelmesiyle, üretim dışına itilen, yedek iş gücü, göçmen işçiler ve diğer ücretli çalışanlarla birlikte olmak zorundadır. Oysa, an itibariyle karşı taraf örgütlü ve silahlı olduğu ölçüde, işçi sınıfı ve müttefik diğer ücretli çalışanlar, yoksullar örgütsüz ve silahsızdırlar! Bu gidişi, tersine çevirmek, Türkiye solunun görevidir.
Özgür Suriye Ordusu(ÖSO) Müslüman Kardeşler ve Azov Taburları
2011’de İstanbul Konferansı’nda kurulan, emperyalist merkezlerin finanse ettiği, Türkiye kapitalizminin eğitip donattığı Özgür Suriye Ordusu(ÖSO nam-ı diğer DEAŞ), Suriye’de istenen başarıyı gösteremeyince, içeri çekildiği; paramiliter silahlı güç olarak TSK’nin Suriye “seferlerinde” kullanıldığı biliniyor. Saklı değil. Bu kadar da değil. Türkiye kapitalizmi, 15 Temmuz 2016 tarihli “Darbe” bahanesiyle fiziki, kurumsal yapısını ve malvarlığını tasfiye ettiği Türk Silahlı Kuvvetleri’ni, Afganistan’dan Müslüman Kardeşler, Irak’dan IŞİD, Suriye’den ÖSO ile yetinmeyerek, bu kez Ukrayna’dan “ithal ettiği” Azov Taburlarıyla takviye etmeye devam ediyor.
“Çırılçıplak çıkıyor Flora minik su merdivenlerini.
Konsül bir tepsi istiyor koymak için Olalla’nın memelerini.”
(F.Garcia Lorka, “İşkence”)
2.Emperyalist Savaş’ta, Nazi ordularına 80.000 kişilik üç tabur verir Azov Ordusu. 1943’de Nazi Ordularını kovalayan Kızıl Ordu’nun, Doğu Ukrayna’da yaşayan, faşizme karşı direnen yurtseverlerle birleşerek Ukrayna’ya girmesi üzerine, ABD Savaş gemisiyle, kaçarlar. Ta ki, 1991’de Sovyetler Birliği çözülünceye kadar, orada kalırlar. Amerikalı film yapımcısı Oliver Stone’un “Ukrayna Yanıyor” isimli belgesel çalışmasının, “somut durumun somut tahlili” için, dikkatle izlenmesi gerekiyor sanırım. “Avrupa, ABD ve Soros tarafından finanse edilen Bandera ve Lebed vd.leri öncülüğünde Neonazi Örgütleri eliyle, 1941’de Alman işgali altındaki Volhunya’da 36 750 Polonyalı, 30 ila 60 bin Lehli, Doğu Galiçya’da 25 ila 40 bin Lehli’nin etnik temizlik kurbanı olduğunu; Kiev’de, 33 771 Yahudi’nin katledildiğini öğreniyoruz. 1991’de, SSCB’nin çözülmesinden sonra bağımsızlığını ilan edecek olan ülkeye, barış bir daha hiç gelmedi. 2013’de Turuncu Devrim gerçekleşti. O günden bu yana Rus ve Yahudi Düşmanlığıyla beslenen, AB/D ve Soros destekli Neonazilerin başlattığı iç savaş sürüyor. 2021 sonlarında Zerenski, NATO’yu yardıma çağırdı(18).”
NATO’nun Karadeniz kıyısına yaptığı yığınak ve Azov taburlarının Doğu Ukrayna’daki Rus nüfusa yönelik saldırıları, Rusya-Ukrayna’yı kaçınılmaz olarak karşı karşıya getirecekti. Yaklaşık bir yıl sonra, Rusya’nın referandumla geri aldığı Rus nüfusun yaşadığı Doğu Ukrayna içinde sıkışan 200 kişilik Azov Taburu, Erdoğan hükümeti eliyle 21 Eylül 2022 günü Türkiye’ye getirildi. CNN-Türk’den öğrendiğimize göre, 5’i komutan düzeyinde 200(+) Azov Taburu askeri, Türkiye’de ailesine kavuştu ve savaş bitene kadar burada kalacaklar(19).
“antonyo gramşi’nin hapishane mektuplarını okudum (bu akşam)
bizim mussoliniseverler acaba biliyorlar mı
gramşi’nin mussolinisevmezliğini?”
(H.Hüseyin, “Bir Günün Dökümü”)
Somut durumun somut tahlili ve Türkiye işçi sınıfı ittifakların neresind
Lenin’in, Somut Durumun Somut Tahlil’i olmak üzere, “Halkın Dostları Kimlerdir?” makalesine birlikte göz atalım. “Maddi üretim sırasında insanlar zorunlu olarak birbirleriyle belirli ilişkiler içinde, üretim ilişkileri içinde olurlar. Üretim ilişkileri her zaman, onların o zamanki ekonomik güçlerinin sahip olduğu gelişme düzeyine uygun düşer. Bu üretim ilişkilerinin toplamı toplumun ekonomik yapısını, üzerinde belirli toplumsal bilinç biçimlerine karşılık gelen politik ve hukuksal üstyapının yükseldiği gerçek temeli oluşturur.” Türkiye kapitalizmi, devletin hukuki ve siyasi zor araçlarının yanı sıra kontrgerilla ve mali oligarşinin faşist yöntemlerini kullanarak emekçi sınıfları etnik kimliği ve dinsel inanışları üzerinden düşmanlaştırmaktadır. Zira, kapitalist üretim ilişkileri tasfiye edilerek, üretici güçlerin üretim ilişkilerinin dışına çıkarılması sonucu ortaya çıkan çelişki çatışmayı kaçınılmaz kılmaktadır. Emperyalizmle kurulan bağımlılık ilişkileri gereğince çözülen üretim ilişkilerinin üzerinde yükselen mevcut “politik ve hukuksal üstyapının” tasfiyesi de, yerine neyi koyacakları farklı olsa da her iki sınıf için, emek ve sermaye cephesi için bir zorunluluktur!
Lenin’den okumaya devamla; “demek ki, yaşamın, toplumsal, politik ve düşünsel süreçleri yaratan üretim tarzıdır. Bu süreçler insan bilincine bağlı değildir, aksine insan bilincinin kendisi bu süreçlere bağlıdır(20).” Tarihsel olarak, bizzat iktidardaki sınıf tarafından, emperyalizmin ve Türkiye kapitalizminin çıkarları gereğince üretim ilişkilerinin çözüldüğü, bağımlılık ilişkilerinin, merkezi karar yetkisinin emperyalist merkezlere devri suretiyle varabileceği en uç noktaya vardığı, açıktır. 12 Eylül’den bu yana kesin ve açık biçimde, Türkiye kapitalizminin yeniden yapılanması için gerekli altyapı, 2023’de ilan edilecek yeni toplumsal siyasal üst yapıya hazır, taşıyacak hale getirilmiştir.
Emek cephesinde ise Türkiye Solu en iyimser deyişle, kafasını kuma gömmüştür! Ya da “çıplak ve ölü(21)”dür! Gelmekte olanı görmezden gelmekte, işçi sınıfı içerisinde politik ajitasyon, “dışardan bilinç taşıma” ve örgütlenme görevini ihmal etmekte ısrar etmektedir! İşçi sınıfı, Bernsteincı ve oportünist eğilimlere terk edilmiştir. Oysa, Toplumsallaşan ve merkezileşen kapitalist üretim ilişkilerinin tasfiyesi, üretim araçları üzerinde özel mülkiyet sahipleri yararına, emeğinden başka geçim aracından yoksun işçi sınıfını ve müttefik yoksulları kitlesel olarak üretimin dışına itmiş; yoksullaştırmakta, mülksüzleştirmektedir. “İşçilere politik sınıf bilinci ancak dışarıdan, yani ekonomik mücadelenin dışından, işverenlerle işçiler arasındaki ilişki alanının dışından götürülebilir. Bu bilginin edinilebileceği biricik alan, bütün sınıf ve katmanlarının devlet ve hükümetle ilişki alanı, bütün sınıflar arasındaki karşılıklı ilişkiler alanıdır(22).” Türkiye işçi sınıfının, kendi öncülüğü olmaksızın kendiliğinden bilinçlenmesi, harekete geçmesini bekleyenler, Godot’u boşuna beklemesinler. Gelmeyecek!
Son olarak, üretici güçlerin gelişiminin gelinen aşamasında, emekçi sınıflar üretim ilişkileriyle çatışmaya girmesi kaçınılmaz hale gelmiştir. Zira, üretim ilişkilerinin bir tarafında servet birikimi devasa boyutlara ulaşırken ters yönde, ancak aynı oranda, işçi sınıfı ve müttefiki emekçi sınıfların ücretli kesimleri, göçmen işçiler ve diğer yoksullar hızla mülksüzleşirler. İşte, şimdi Somut Durumun Somut Tahlili’nde, Lenin sözünü ettiği, “üretim ilişkilerinin üretim biçimine uygunluğu kesintiye uğrar ve üretimin önünde engel oluşturmaya başlar. “İşte bu noktada bir toplumsal altüst oluş(23)” kaçınılmazdır.
Ancak, Türkiye kapitalizminin 2023’e tarihlenen yeniden siyasal örgütlenmeyle aşmayı planladığı bu altüst oluştan, işçi sınıfı kendi devrimiyle çıkma yeteneğine sahiptir. Ancak, bunu başaracak bilinç ve örgütlülükten yoksundur! Burjuvazinin, attığı can simidine takılan Türkiye solu tarafından, işçi sınıfının kurtuluşu için Marks ve Engels’in öngördüğü Sosyalist İktidar hedefi demokrasiye; Lenin’in, işçi sınıfının emekçi sınıfların yoksul kesimleriyle iktidar mücadelesi için ittifak koşulu, partiler arasında seçim ittifakına feda edilerek, oldu bittiyle karşı karşıya bırakılmıştır.
“Yapayalnızdı çocuk boğazında uyuyan bir şehirle,
Korudu onu aç yosunlardan rüyalarından doğan bir çeşme.” (F.Garcia Lorka, “Su İle Yaralanmış Kaside”)
Son söz olarak; Türkiye Solu’na bir hatırlatma daha: “Eğer, sosyal demokrasi aslında basit bir reform partisi ve bunu açık yüreklilikle kabul etmek zorundaysa, bu durumda burjuva hükümette bakanlık görevi almak her sosyalistin sadece hakkı değildir, daima bunu hedeflemelidir. Eğer, demokrasi aslında sınıf egemenliğinin kaldırılması anlamına geliyorsa, o zaman sosyalist bakan neden bütün burjuva dünyasını sınıfların işbirliği sözleriyle hayran etmesin? İşçilerin jandarmalar tarafından kurşunlanması, demokratik sınıf işbirliğinin gerçek niteliğini yüzlerce ve binlerce kez gözler önüne serdikten sonra bile neden hükümette kalmasın? Fransız sosyalistlerinin bugün cellat, kırbaççı ve sürgüncü diye adlandırdıkları çarın selamlanmasına neden şahsen katılmasın? Ve bütün dünyanın gözünün önünde sosyalizmin böylesine aşağılanması, kendi kendini alçaltması ve zaferimizi güvence altına alabilecek biricik temel olan işçi kitlelerinin bilincinin bozulmasının karşılığı nedir? Bütün bunların karşılığı, zavallı reformlar için görkemli projelerdir öylesine zavallı ki, burjuva hükümetler altında daha fazlası elde edildi.
Gözlerini kapatmayan herkes, sosyalizm içindeki yeni ‘eleştirel’ akımın, oportünizmin yeni bir türevinden başka bir şey olmadığını görmek zorundadır(24)”
Yaklaşık on gündür, geçmişten geleceğe köprü kurmaya, dersler çıkarmaya çalışırken, Türkiye işçi sınıfının güncel durumunu ortaya koyan bir toplu katliam daha gerçekleşti. 1983 yılında, 96 sayılı KHK ile kurulan Türkiye Taşkömürü Kurumu, Zonguldak merkezde “Beyaz Saray” olarak bilenen genel müdürlüğüne bağlı Bartın Amasra taşkömürü işletmesinde, grizu patladı… 14 Ekim 2022 günü, saat 16-24 vardiyası için 110 işçi, 300 metre yerin altına inmişti… 2017 ve sonraki yıllarda Sayıştay bu derinlikteki ocak havalandırma bacalarının tersine çalışabilecek durumda olmadığını ve ekipman eksikliğini rapor etmişti… Kapatma cezası verilmedi, eksikler giderilmedi, kuyular bir yandan meta üretmeye bir yandan can almaya devam etti. Bu işin fıtratında vardı, sermayenin kazanması için işçiler ölebilirdi!
Oysa, işletme yönetimi, ocağın girişine bir tabela asmıştı: “Dikkat araba çıkışı tarafından kafese girmek tehlikeli ve yasaktır”! 300 Metre yerin altında ölmek serbest olmalı! (Soma’da 301 olarak ilan edilen) ölü sayısı Amasra’da 41 ilan edilip, 24 saat sonra arama ve kurtarmaya son verildi. Aşağıya inen 69 işçiye ne olduğunu sormak, dezenformasyon yasaktı!
Mark Twain’in Kral Arthur’un Sarayında Bir Amerikalı’sında, galibin mağlup ettiği ölülerin ağırlığı altında öldüğü gibi ölecekler. Kapitalizm sıkıştıkça saldırıyor, saldırdıkça sonunu hazırlıyor. Kendiliğinden değil. Örgütlü ve bilinçli öfke Birmingham ormanı olacak, üstüne yürüyecek saraylarını başlarına yıkacaklar. Gözyaşınızı saklayın zafer gününe, ölülerimizin hesabını sorana kadar, öfkenizi büyütün.15.10.2022.
DİPNOT
- noktahaber.com, 10 Ekim 2022,
- solhaberportalı.org.tr 10.10.2022 t.li, haber
- solhaberportalı.org.tr 06.10.2022 t.li haber
- ses.org.tr/2022/05/kesk-ve-10-ekim-davası-avukat-komisyonu-10-ekim-katliaminda-sorumlulugu-bulunan-kamu-gorevlileri-yargilanmalidir
- https://artsandculture.google.com/story
- FOSTER, William Z., Üç Enternasyonalin Tarihi-1848’den 1955’e dünya sosyalist ve komünist hareketleri, Çev.Can Saday,Yazılama, 2011
- FROLOV, İvan, Felsefe Sözlüğü, Çev.Aziz Çalışlar, Cem Yayınevi 1991
- noktahaber.com , 11.10.2022 t.li haber
- KIR, Arzu, Bir Eleştiri Denemesi, 21.Yüzyılın Feuerbach ya da Dühring’i Harari’nin Homu Deus’una, İtalik Yayınları, Aralık 2021
- ÇAYAN-SALMAN, Politik ve Asker Savaş Sanatı V, İlkeriş Yayınları, 2018
- LENİN, Somut Durumun Somut Tahlili, Çev. Arif Berberoğlu, Epos, 2009
- LENİN, Ne Yapmalı, “Dogmatizm ve Eleştiri Özgürlüğü”, Çev. İsmail Yarkın, İnter Yayınları, Aralk 1993
- LENİN, Nisan Tezleri ve Ekim Devrimi, Çev. Muzaffer Erdost, Sol Yayınları, 2006;
Nisan Tezleri 1.Rusya açısından, Lvov ve hempasının yeni hükümetinin yönetiminde bile, bu hükümetin kapitalist niteliği dolayısıyla, tartışma götürmez bir emperyalist haydutluk (1.Emperyalist Paylaşım, A.K) Savaşı olarak kalan savaş karşıtı tutumumuz, ‘savaşı, devrimci amaçlarla sonuna kadar götürme” politikasını gerçekten haklı gösterecek bir devrimci savaşa, bilinçli proletarya, ancak şu koşullarda rıza gösterir: a) iktidarın proletaryanın ve onun en yakını (apperentes) köylülüğün yoksul unsurlarının eline geçmesi; b) her türlü ilhakın reddi; c) sermayenin bütün çıkarlarıyla bağların tam ve fiilen koparılması” zorunluluğu öngörülmüştür.
“2.Bugünkü Rusya’da özgün olan şey proletaryanın bilinç ve örgütlenme düzeyinin yetersizliğinden ötürü, iktidarı burjuvaziye vermiş olan devrimin birinci aşamasından, iktidarın proletaryaya ve yoksul köylülüğün yoksul katlarına devredecek olan ikinci aşamasına geçiştir.
Bu geçişin özelliği, bir yandan azami yasallıktır(legalite)…; öte yandan, yığınlara karşı zor kullanılmaması ve ensonu kapitalistlerin hükümetine, barışın ve sosyalizmin o en amansız düşmanlarının hükümetine karşı yığınların göstermekte olduğu bilinçsiz güvendir.
Bu özgün durum, bizden, siyasal yaşama henüz gözlerini açmış olan o muazzam proletarya yığınlarının bağrında parti çalışmasının özel koşullarına kendimizi uydurabilmemizi istemektedir.
3.Geçici hükümet, hiçbir şekilde desteklenmemelidir… Bu hükümetten, kapitalistlerin hükümetinden, emperyalistliği bırakmasını ‘talep etmek’ yerine- ki bu, yığınlar arasında boş hayal tohumları ekmek olduğu için kabul edilemez-hükümetin maskesinin düşürülmesi;
4.İşçi vekilleri Sovyetlerinin çoğunluğunda burjuvazinin etkisi altına düşmüş ve bu etkiyi proletaryaya yayan halkçı sosyalistlerden, sosyalist devrimcilerden de geçerek, örgütlenme komitesine…vb. kadar bütün küçük burjuva oportünist unsurların bloğu karşısında partimizin azınlık oluşturduğunun bilinmesi… Görevimizin, yığınlara sabırla, yöntemle ve direngenlikle taktiklerindeki yanılgıyı, bu yığınların pratik gereksinmelerini özellikle göz önünde tutarak açıklamaktan başka şey olamayacağını yığınlara anlatmak…
- Bir Parlamenter Cumhuriyet değil -çünkü işçi vekilleri Sovyetlerinden sonra, buna dönmek, geriye bir adım olurdu- temelden doruğa kadar bütün ülkedeki işçiler, tarım ücretlileri(Fransızca metinde ücretli, İngilizce metinde emekçi) temsilcilerinin bir cumhuriyeti.
6.Tarım programının ağırlık merkezinin tarım ücretlileri sovyetine aktarılması. Bütün büyük toprak sahiplerinin topraklarının zoralımı. Ülkedeki bütün toprakların uluslaştırılması; toprakların tarım ücretlileri ve köylü vekilleri Sovyetlerinin emrine verilmesi…
- Ülkenin büyük bankalarının, işçi vekilleri Sovyetlerinin denetimi altına konulmuş tek bir banka halinde derhal birleştirilmesi.
8.Doğrudan görevimiz, sosyalizmin ‘başlatılması’ (introduction) değildir. Yalnızca, üretim ve ürünlerin dağıtımının işçi vekilleri Sovyetleri tarafından denetlenmesine derhal geçiştir.
- Parti’nin görevleri: a) Parti kongresini toplantıya çağırmak; b) parti programını, emperyalizm ve savaş konusunda; devlete karşı tutum ve bir ‘Devlet –Komünü’ istemimiz konusunda; eskimiş olan eski programı düzeltmek; c) partinin adını (Komünist Parti) olarak değiştirmek.
10.Enternasyonali yenilemek(renover).”
- LENİN, Ne Yapmalı, age.
- LENİN, age.
- LENİN, age.
- LENİN, Somut Durumun Somut Tahlili, age.
- https://noktahaberyorum.com/canakkale-gecilmez-ya-da-turkiye-kapitalizminin-renkli-devrimi-arzu-kir.html
- https://www.cnnturk.com/video/turkiye/azov-taburu-askerleri-turkiyede-ailelerine-kavustu
- LENİN, Somut Durumun Somut Tahlili, age.
- MİLLER, Norman, Çıplak ve Ölü, Çev. Rasih Güran, Can Yayınları, 2000
- LENİN, Ne Yapmalı, “Trade Unionist Politikalar ve Demokrat Politikalar”, age.
- LENİN, Somut Durumun Somut Tahlili, “Halkın Dostları Kimlerdir?”, age.
24.LENİN Ne Yapmalı, “Dogmatizm ve Eleştiri Özgürlüğü”, age.
- “Güneş Toprağı” Afganistanlı Taş İşçileri ve “Gölgeler Turnuvası” - 13 Haziran 2024
- Anayasa Değişikliği Ya Da “Working Class Hero” - 4 Mayıs 2024
- Bu Adamlar Neye Gülüyor? - 20 Nisan 2024