Kimimiz henüz çocukken, kimimiz yaşayıp gördükçe hayatın hiç de kolay olmadığı gerçeğini kabullenmek zorunda kaldık. Dahası, onca arayıştan sonra hayatın bir anlamı olmadığını idrak edenlerimiz de oldu.
Evet, bence de hayatın kendi içinde bir anlamı yok, ama bize anlam yaratma fırsatlar veren bir süreç olduğu kesin. Aradığımızda bulabileceğimiz bir şey değil anlam, ancak yaratırsak bulabiliriz onu. Michelangelo gibi, kocaman, şekilsiz, kaba bir taşı alıp yontar, ruhumuzu katar, şahane bir heykele dönüştürebilir ve görenlerin kalbine dokunabiliriz. Aynı ruhla, Hayat Güzeldir filmindeki gibi, bir çocuğun hayata bakışını değiştirmek için en dramatik deneyimi oyun gibi yaşatabiliriz. Kullandığımız zehirli kelimelerle insanları kırıp dökebilir ya da şiirler yazıp Nazım gibi mest edebiliriz. Yani; seçimlerimizle, irademizle, yüreğimizle yaratırız anlamları ve bu zor, acılarla dolu hayatı biraz olsun yaşanır hale getiririz.
O köpekleri acımasızca katleden insanlar! İşte siz şekilsiz, kaba taşlar gibisiniz, sadece dram yaratırsınız, kelimeler küfür, lanet ve zehir olarak dökülür ağzınızdan. Zalimliği, zorbalığı, kötülüğü, vicdansızlığı seçersiniz. İradenizi ve yüreğinizi kullanmak yerine aşağılık duygusu içinde vahşileşen egonuzun ilkel dürtüleriyle davranırsınız.
Taksim’de şiddete karşı yürüyen kadınlara şiddet uygulayanlar! Anlam yaratmak bir yana, yaratılmak istenen anlamı engelleyecek kadar hainsiniz. Kaba kuvvetinizi ve biber gazınızı kullanırken ne yaptığınızı sorgulayamayacak denli şuursuzsunuz.
Hayat zor, giderek daha da zorlaşıyor ve dediğim gibi sadece anlamlar yaratıldığında çekilir hale geliyor. Anlam yaratmanın tek yolu da sevgiden geçiyor, ama çok az kişi sevgiyi biliyor, çünkü kendini sevmeden sevgiyi bilmek ne yazık ki mümkün olmuyor. Sevgisiz bir dünyada da anlayış, barış, huzur ve birlik yaşanamıyor.
‘The Hundredth Monkey’, yani ‘Yüzüncü Maymun’ isimli kitapta Macaca Fuscata denilen bir maymun türü üzerinde yapılmış 30 yıllık bilimsel bir araştırma projesi anlatılır.
Japonya’daki Koshima adasında vahşi bir maymun kolonisi yaşamaktadır ve bilim insanları onları kumların üzerine bıraktıkları tatlı patateslerle beslemektedirler. Maymunlar tatlı patatesleri sevmekte, ancak kumlu ve kirli olarak yedikleri için durumlarından çok da hoşnut olmadıklarını belli etmektedirler. Bir gün, İmo adlı sekiz aylık dişi bir maymun tesadüf eseri patatesini suya düşürür ve kumlarından arınan patatesin daha lezzetli olduğunu keşfederek o günden itibaren patateslerini yıkayarak yemeye başlar. Bunu gören annesi ve oyun arkadaşları da İmo’nun yöntemini öğrenirler ve onlar da diğer maymunlara öğretirler. Kısa bir süre içinde birbirlerini taklit eden bir sürü maymun patateslerini yıkayarak yer hale gelir ve bilim insanları yaşananları 1952-1958 yılları arasında kayda geçerler. 1958 yılının sonbaharında Koshima adasında patatesleri yıkayarak yiyen maymunların sayısı “Kritik Kitle” diye adlandırılan sayıya ulaşır, artık hemen hemen tüm maymunlar patatesleri yıkayarak yemektedir. Ancak, maymunlar arasında bir tür iletişim olduğu keşfeden bilim insanlarını asıl şaşırtan durum, kritik kitle sayısına ulaşıldıktan sonra çevre adalardaki maymunların da patateslerini yıkayarak yemeye başlamaları olur. Yapılan araştırmalarda, bu adalar boyunca uzanan bir tür morfogenetik yapı ya da alanın varlığı nedeniyle maymunların aralarında iletişim kurdukları sonucuna varılır.
Bu projeden sonra Avustralyalı ve İngiliz bilimciler, insanlar üzerinde de benzer araştırmalar yaparlar ve insanoğlunun “bilinmeyen” tarafına dair çok ilginç sonuçlar elde ederler.
Bugün, insanları birbirine bağlayan bir enerji ağı olduğu gerçeği konu ile ilgilenen kişiler tarafından kesin olarak kabul edilmektedir ve tek bir kişinin başlattığı bir değişimin, zaman içinde diğer kişilere de sirayet etmesiyle ulaşılan “Kritik Kitle” sayısının tüm insanlığı etkileyen bir kuantum sıçrayışı etkisi yaratabildiğine inanılmaktadır.
Bilimin yıllar süren araştırmalar sonucunda ulaştığı bu gerçek, pek çok kişinin “ilkel” diye nitelendirdiği kabilelerce asırlardan beri bilinmektedir oysaki. Avustralya’da yaşayan Aborijinler kendilerinin “Rüya Zamanı” dedikleri kadim bir hayat ağı ile birbirlerine bağlı olduklarına inanırlar ve bu kolektif rüya, ya da daha doğrusu bilinç hali içinde kalplerinde merkezlenerek, bir Batılının asla anlayamayacağı biçimde iletişim kurabilirler. Aynı şekilde, Yeni Zelanda’da Maori’ler yine zihnin ötesine geçip, varlıklarının kutsal noktasına girerek yaptıkları meditasyonlarda Amerika’da yaşayan Hopi’lerle iletişim kurabilirler. Hawaii’de Kahuna yerlileri besinlerini nereden bulabileceklerini Dünya Ana ile konuşarak öğrenirler. Tüm bu “ilkel” insanlar bizlerin unuttuğumuz ve şimdilerde debelenerek bulmaya çalıştığımız “Bir’lik” anlayışını kaybetmemiş insanlardır. Onlar; huzuru, barışı ve mutluluğu ilkin kendi içlerinde bulmaları gerektiğini, tüm bunları dışarıdan bekledikleri takdirde hayal kırıklıkları yaşayacaklarını bilirler ve bu değerli bilgi sayesinde bir olmayı başarırlar.
Diyeceğim o ki, herkes kendini sevmeyi amaç edindiğinde ve bu uğurda çabaladığında yaşanacak olan değişim tüm dünyayı etkileyecek ve hayat tüm zorluklarına rağmen anlam kazanacaktır.
“Sen değiş, dünya değişsin” Tanrılar Okulu –Stefano D’Anna
- İnsanlık Adına Utanıyorum - 25 Temmuz 2024
- Zihinsel Obezite - 20 Haziran 2024
- “Hayatımı Yazsam Roman Olur” - 25 Mayıs 2024