Bireysel İhtiyaçlarla Toplumsal İstemler Arasındaki Çelişki

İnsan, belirli bir çevreye, belirli bir topluma doğar. Ağlar, ba­ğırır; örneğin, açlık gibi ihtiyaçları vardır. Açlığı giderilince tat­min olur. Uyumak ister, uyur. Çişini etmek ister, yatağa çişini yapar.

Bu ilk aylarda, küçük insanın toplumsal istemlerden hiç haberi yoktur. İhtiyaçları olur, bunlar karşılanır. Altı aylık biri, keyfinin istediği gibi bağırır, ağlar, uyur, yatağına yapar. Altı yaşına ge­lince, bunları artık bırakır. Bu arada geçen zaman içinde çocuk, toplumsal istemleri yaşayıp öğrenmiştir. İhtiyaçlarının karşılan­masından vazgeçmeyi öğrenmiştir. Bu öğrenme süreci, yetişkinlik çağına kadar devam eder.

Toplumun, kaos içinde yok olması istenmiyorsa, bireylerin her toplumda ihtiyaçlarından belli ölçüde vazgeçmesi zorunludur. Her toplumun, belirli bir asgari kurallar ve normlar toplamına ihtiyacı vardır ve bireyler, kendilerini bunlara göre uyarlarlar.

Bu asgari toplamın büyüklüğü, söz konusu toplumun eko­nomik ve teknik gelişmişlik düzeyi ve ekonomi biçimine bağlı­dır. Örneğin, 18. ve 19. yüzyılda kapitalist ülkelerdeki insanların, bugüne göre daha az boş zamanı vardı ve bireysel ihtiyaçların karşılanmasına yönelik imkânlar daha azdı. Oysa bugün, rasyonalizasyon ve otomasyon (ve işçi sınıfı ve diğer çalışanların mücadelesi) sayesinde, çalışma süresi büyük ölçüde kısaltılabilmiş ve toplumsal servet, önemli ölçüde büyütülebilmiştir. Ne var ki, kapitalist ülkelerde yaşayan insanlar, bilimsel ve teknik düzeyin mümkün kılabileceğinden çok daha az özgürlüğe sahiptir. İnsanlara, mantıklı bir ekonomik sistemde sahip olabilecekleri özgürlüğü yasaklayan, bugünkü kapitalist ekonomi biçimidir. Dolayısıyla kapitalist ekonomik sistemin, tarihi olarak eskidiğini ve bunun zorunlu bir so­nucu olarak insanın baskı altında tutulması için de durumun aynı olduğunu söyleyebiliriz. Top­lumsal kurallar, dayatmalarla bireysel ihtiyaçlar arasındaki çelişkiyi besleyen bu toplumsal yapı aşılabilir. İnsani ihtiyaçlar ve çıkarlarla çelişkide olmayan, aksine, tam da onlardan doğan, beslenen toplumsal kurallar kurulabilir. Şüphesiz, bunun için, özel mülkiyetin olmadığı, bireyle toplum arasındaki çelişkinin ortadan kalktığı bir toplum düzeni şarttır. Böyle bir toplum düzeni, yabancılaşmadan uzaktır. Böyle bir toplum düzenine uyum sağlamak, birey açısın­dan başkaları tarafından belirlenmiş bir süreç değil; tam tersine, kendi özgür iradesiyle belirlediği yoldur. Bu yol, kişiye özel, bir başına gideceği değil, başka insanlarla sosyal bir dayanışma ve ilişki içinde yürüneceği yol olacağı için, sonuç bir anarşi değil, bireysel uyuşma sonucunda ulaşılan kolektif sistem olacaktır. Başka bir söylemle bu, bireysel ve sosyal ihtiyaçların uyuşmasına dayalı bir sistem ola­caktır. Gerçi birey, kendi kişiye özel ihtiyaçlarının bazılarından vazgeçmeyi öğrenmeye devam etmek zorunda olacaktır; ama bu öğrenme süreci, artık dış zorlama altında değil, tersine, bilinçli olarak bireyin kendi çıkarına gerçekleşecektir.

İhtiyaçtan vazgeçmenin öğrenilme süreci, uyum sağlamayı öğrenme sürecidir; bu, keyfi hareket eden bireyden, insanın toplumsallaşmaya ulaşması sürecidir. Toplumumuzda bu sos­yalizasyon süreci, küçük ailede başlar, çocuk yuvasında, okullar­da, meslek eğitiminde, fabrikada ve büroda devam eder. Yetişkin insan, sosyal bakımdan artık büyük ölçüde uyum sağlamış de­mektir. Kendi çocukları olduğu zaman, öğrendiği toplum kural­larını onlara aktaracaktır.

Tabii bu sosyalizasyon sürecini, son derece katı süreçler olarak almamalıyız. Toplumsal beklentiler, ekonomik geliş­meye göre değişecektir. Basit bir örnek verelim: Geçmiş yüzyıl­larda, tutumluluk vazgeçilmez, bir er­demdi. Tutumluluk zorunluydu; çünkü savaşlar, hastalıklar ve kıtlık yılları, insanların varlığını tehdit ediyordu. İyi za­manlarda, gelecek için tutumlu davranmak, kenara bir şeyler koyarak kimseyi tehdit etmiyordu. Ekonomik yaşamı zora sokmuyordu. Bugün durum tam tersidir. İleri derecede sanayileşmiş bir ülkenin halkı, birdenbire gelirinin yüzde onunu yastık altında saklamaya kalksa, ekonomik bu­nalımı ensesinde duyar. Bu tutumluluk yüzde yirmiye vardığında ise, ekonomi çöker. Sonuç olarak tutumluluk, toplumsal oyunun bağlayıcı kurallarından değildir artık. Bağlayıcı olan, daha çok, kişinin kendi imkânlarına göre tüketimde bulunmasıdır. Top­lumsal kurallar, beklentiler, değişime uğramıştır. Hepimiz, dün ge­çerli olanın bugün yanlış; dün yanlış olanın bugün doğru, oldu­ğunu öğrenir, davranışlarımızı değiştirir uyum sağlarız.

İkinci bir örnek vermek istersek, en uygunu, seks dalgası denen furya olacaktır. Yüz yıl önce böyle bir şey yoktu. Yüz yıl önce, mini etekli bayanlar, derhal gözaltına alınır, “Quick”, “Konkret” ya da “Neue Revue” gibi dergilerin yayıncıları uzun sürecek hapis ceza­larına çarptırılırdı. Burada, 19. yüzyılın toplumsal istemleriyle olan bağlamları eksiksiz biçimde aydınlatmaya kalkmadan, şu kadarını söyleyebiliriz: O zamanlar, giyinmenin asıl amacı insanları ısıtmaktı ve bunu yerine getirmeliydi. Yani elbiseler uzundu eskiden. Daha fazlasına tekstil endüstrisinin kapasitesi yetmiyordu. Oniki bazen onsekiz saate ulan iş günü, son derece katı bir çalışma disiplinini gerektiriyordu; her türlü boş zaman saptırması, sömürü açısından tehlikeli sonuçlar doğurabilirdi. Ve bugünkü anlamda bir seks reklamı, ekonominin ayakta durması ve gelişmeye devam etmesi için gerekli değildi. Kısacası, böyle bir şey yoktu. Bu arada, üretici güçler çok büyük ölçüde gelişti. Tekelci kapitalizmdeki işletmelerin aşırı üretim eğilimi kâr sağlamayı sürdürebilmek için yeni pazarlara ihtiyaç duydular. Reklam ve tanıtımın etkililiği keşfedildi. Önceleri bu tanıtımlar, bilgilendirme amacına yönelik­ken, sonradan reklamlar sempatik bayanlarla süslenmeye başladı. Tekstil endüstrisindeki fazla üretim de, durmadan tüketici istiyordu. İşte böylece, yavaş yavaş moda ortaya çıktı; kış modası, yaz mo­dası, arkasından ilkbahar ve sonbahar modası, akşam elbisesi, kokteyl elbisesi, plaj modası, mini etek vs. İlk reklam ilanlarında tekstil ürünleriyle sarıp sarmalanmış kadınların yerini, zamanla, yarı çıplak ya da hemen hemen tamamen çıplak bebekler ve belir­gin seks sembolleri aldı. Kapitalist ülkelerde gelişen üretici güçle seks dalgası arasındaki bağlantı, hiçbir karşı çıkmaya elvermeyecek biçimde kanıtlanabilir. Önce Amerika Birleşik Devletleri ve İsveç’te, arkasından Federal Almanya ve diğer Batı Avrupa ülkelerinde gö­rülen bu gelişme, Avusturya ve İtalya’da alabildi­ğine fütursuzca sürdürülmüştür. Kiliselerin ve ahlaktan yana taviz vermeyen diğer kurumların tüm yakınmaları bir işe yaramamıştır. Kapitalist ekonomi bildiğini okumuş, kilise de dâhil olmak üzere kamu ahlakı, peşinden koşturmakla kalmıştır.

Tutumluluk ve seks dalgası konusundaki örnekler şunu gös­teriyor: Bireysel ihtiyaçlarla toplumsal beklentiler, kurallar arasındaki çeliş­kinin çehresi değişebilir. Öğrenilmiş bir vazgeçiş (tutumluluk) artık gerekli olmuyor. Ya da: (kontrollü bir cinsellikten) vazgeçme, şimdiye kadar olduğundan başka bir biçimde şekilleniyor. Öte yandan; şimdiye kadar (sıcak tutacak elbiselerden), birdenbire (moda nedeniyle) vazgeçmek gerekebiliyor. İnsanların davranışlarını belirleyen, toplumun ekonomik gelişmesi oluyor.

Bu gelişme, toplumsal kuralları belirlemekle kalmaz, bireysel ihtiyaçların karakterini de geniş ölçüde belirler. Bazı kaba temel ihtiyaçları bir yana bırakırsak, insani ge­reksinmeleri, asla doğuştan gelen ve değişmez bir faktör olarak düşünemeyiz; aksine, diğer bütün toplumsal olgular gibi, bunlar da ekonominin ihtiyaçları tarafından belirlenirler. Daha önce verdiğimiz bir örneğe dönelim Bizde bir kadının, her yıl 300 marklık sıcak tutacak elbise yerine, 800 marklık moda elbise satın almasına yol açan nedir? Toplumsal ekonomik zorlamaların bireysel davranış ve tercihler üzerindeki etkililiği nereden gelmektedir?

Bu sorunun cevabını, ancak insanın psişik yapısını daha ayrıntılı inceledikten sonra verebiliyoruz.

İnsanın doğuştan gelme, sabit psişik yapısı gibi bir şeyin ol­madığını, psikoloji çoktan bilmektedir. Yalnızca, çok genel eğilim halindeki davranışlardan ibaret, doğuştan getirdiğimiz bir temel yapı vardır. Ancak, davranışın somut biçim alması, içinde yaşanılan toplum düzenine bağılıdır. Bizde, olduğundan farklı, bir başka yerde tamamen zıt biçi­miyle bir görenek, bir davranış alışkanlığı ya da bir kural düşünelim. Örneğin aklımızdan en çılgınca şeyleri geçirelim; idrarla bulaşık yıkamak ya da son nefesini vermek üzere olan bir babanın kurallara uygun bir biçimde öldürülmesi ve yenmesi gibi. Böyle şeylerin her gün yapıldığı top­lumlar vardır. Tersine, en alışılagelmiş şeyleri de düşünebiliriz; örneğin, evlilik, buluğ çağı zorlukları ya da hırsızlık gibi. Bunla­rın hiç bilinmediği, tanınmadığı toplumlar da vardır. Ama bir nokta, gerçekten bütün insanlarda ortaktır; o da, ilgili toplumsal kurallarla uyum sağlama konusundaki psişik yetenektir. Bu uyumun baskı altında nasıl gerçekleştiğini, toplumların bireyleri üzerinde korkunun hangi psişik sonuçlara neden olduğunu; içsel olarak nasıl işlendiğini ve bireysel ha­yatın, korkunun üstesinden gelmek için, nasıl sürekli bir çaba içinde ol­duğunu, aşağıda göstermeye çalışacağız.

Çevri: Hasan Kaya