Siyaset ve Yalan

Yalanın siyasete ne kadar içkin olduğunu Fransızlar bir kelime oyunuyla anlatırlar: “Soru: Parlement (meclis) denince aklınıza ne gelir? Cevap: Parle (konuş) ve ment (yalan söyle).” Bu, siyaset hakkındaki genel geçer kanıyı gayet isabetli bir biçimde ifade eder: yalan yaşam alanlarımızın hepsinde vuku bulabilecek bir kandırma/kandırılma hali iken, siyasetle yalan arasında daha yakın bir bağ vardır.

Siyasetçilerin, önderlerin, bürokratların ve devlet erbabının sıklıkla yalana başvurduğu tarihte sayısız örnekle sabit olsa da, yalan türleri siyasal alanın yapısına göre farklılık gösterir. Doğrudan demokrasi ile yönetilen siyasalarda sözü ve edimi gizlemek daha az mümkündür, zira karar süreçlerine katılımcı sayısı ne kadar artarsa, görünürlük de o kadar artar. Bu tür siyasalarda başarılı bir şekilde yalan söylemek için epey hünerli olmak, retorik sanatını iyi icra etmek gerekir. Devletin işleyişini gözden ırak kılan yönetim biçimlerinde ise, tam tersine, en kıt akıllı yönetici bile halkı kandırmayı başarabilir. Devlet sırrı geleneğinin varlığı, kamusal alanın otoriter bir biçimde kısıtlanması, şeffaflık ve hesap verebilirliğin toplumca kanıksanmaması, siyasette can alıcı kararların kapalı kapılar ardında alınması, medyanın devletle girift ilişkiler içinde bulunması, hukukun işlevsel olmaması gibi birçok faktör yalan söylemeyi kolaylaştırır, yalanın ortaya çıkarılmasını da bir o kadar zorlaştırır.

Yalan türlerinin belli tarihsel eşiklerden sonra da farklılaştığını söylemek de mümkündür. Genel geçer siyaset algısına zemin oluşturan devlet yalanı pratiği, “geleneksel” yalan türüne girer. Buna göre yalan, gerçeği yok etmez, sadece gizler. Her tür kanıt yok edilse dahi olgusal boşluklardan, tutarsızlıklardan yola çıkarak gerçek ortaya çıkarılabilir. Oysa ideolojiler çağının başından beri “totaliter” veya “post-totaliter” adı verilebilecek bir yalan türü daha türemiştir. Tekil bir olguyu değil gerçeklik algısının kendini hedef alan bu totaliter yalan, çağımız siyasalarının yapısı da göz önünde bulundurulduğunda gerçek ile yalan arasındaki ayrımın giderek muğlaklaşmasına da yol açmıştır. Türkiye’de 17 Aralık operasyonlarından beri yaşadığımız gerçeküstü ortamı bir nebze anlamlandırabilmek için bunu açmanın yararına inanıyorum.

totaliter yalan

Totaliter rejimlerin tarih sahnesine çıkmasının siyasetle yalan ilişkisinde bir kırılma, bir eşik oluşturduğu birçok düşünür ve tarihçi tarafından iddia edilmiştir.[1] Total tahakkümü mümkün kılan yapıların ilk kez SSCB’de Stalin döneminde, veya Almanya’da Nazi döneminde, ve yahut her ikisinde neredeyse eşanlı olarak (yani 1930’larda) ortaya çıktığı kabul edilmektedir. Ortodoks solun kuvvetli itirazlarına rağmen ideolojik açılardan taban tabana zıt duruşlara sahip olan iki önderin (Hitler ve Stalin’in) yalan pratiklerine bakıldığında totalitarizm adı verilen rejim türünün sağ-sol ayrımı gözetmediği apaçık bellidir aslında. Totalitarizm kabusunu tahayyül etmek için George Orwell’in 1984 isimli romanında tarif ettiği distopyayı hatırlamak faydalı olur.[2] Hem romanda, hem de bahsi geçen düşünür ve tarihçilerin çalışmalarında totaliter yalan, aleyhinde ortaya sürülebilecek olgulara rağmen, hatta bu olguları gizlemeye dahi gerek duymadan inandırıcılığa sahip olabilen bir yalan türüdür. Kanıt, bulgu veya bilimsel bilgi gibi ifşa yöntemleri totaliter yalanı sarsamaz.

Bunun sebebi, sürekli tersine çevirme, tersyüz etme, beyaz olanı kara gösterme, kara olanı aklama, dün ittifak kurulan grup veya kişileri yarın rejim düşmanı olarak hedef gösterme ve müthiş bir ideolojik propaganda sayesinde gerçeğin ne olduğu hakkındaki algıların mutlak surette bulandırılmasıdır. Örneğin, Orwell’in 1984’te anlattığı fiktif rejim dün dost olduğu ülkeye savaş ilan eder, dün savaştığı ülkeyle bugün müttefik olur, ancak kitleler bunu yadırgamaz, dünkü dostu yuhalayıp yeni müttefiki alkışlarlar. Ama işin ürkütücü yanı, Stalin dönemi SSCB’sinde ve Nazi Almanya’sında buna benzer durumların gerçekten yaşanmış olmasıdır. Dünün gizli istihbarat şefi Yagoda’nin Moskova Duruşmaları’nda devrime ihanet suçuyla ölüme mahkum edilmesi veya dünün sadık öncü kuvveti olan SA’ların Almanya’da bir gecede likide edilmesi gibi sayısız tersyüz etme ilişkisi, halkla parti arasındaki bağı koparmak yerine pekiştirme işlevi görmüştür.

Bunun nedenlerinden biri, kitlelerin söylenilen sözün veya yapılan işin mahiyetine değil, öndere veya partiye inanmasıdır. Totalitarizm bir devlet rejimi olmaktan çok parti rejimidir. Parti ise bir önder partisidir. Claude Lefort totaliter önder için “egokrat” terimini kullanır.[3] Egokrat sadece partinin varlığının güvencesi değil, aynı zamanda “gerçek” ve “doğru” gibi normların da biricik ölçütüdür.

Totaliter parti devletin tüm kurumlarının kontrolünü elinde tutar. Ancak diktatörlük ile totalitarizm arasında çok önemli bir fark vardır. Diktatörlük, halkı halka rağmen, yani iktidarda bulunan sivil veya askeri elitlerin zor kullanması yoluyla yönetmesidir. Totalitarizm ise toplumdaki her bireyi psikolojik olarak partiye bağlayan ve hatta partiye canı gönülden destek vermelerini sağlayan mekanizmalar icat edebilmiştir. Totalitarizm halk sayesinde ayakta durur.

Kitleler önderle ve partiyle özdeşleşirler. Totaliter yalanının bu denli inandırıcı olmasının ikinci nedeni, “yeni toplum” inşa etme projesiyle ilişkili olmasıdır. Yoğun çalkantılara ve ideolojik kamplaşmaya maruz kalmış toplumlarda iktidara gelen vizyoner siyasetçilerin toplum mühendisliği yoluyla büyük dönüşümler başlattığı dönemlerde eski doğrular yıkılır, sabit zeminler azalır, bunun yerine geçeceği vaadedilen yapılar ise henüz oluşmamıştır. Herşeyin hızla değiştiği böylesi dönemlerde tutunacak yegane dal iktidarın kendidir, zira toplumu şekillendirme, gidişatı belirleme, ve bir sonraki adımı öngörebilme gücü sadece ondadır. Bu, her geçiş döneminin totaliter olacağı anlamına gelmez. Alexandre Koyré’ye göre totalitarizmin özgül farklı gizli örgüt yapısının devlet yönetimi ilkesi haline getirilmesidir.[4] Devlet içinde başka bir devlet (yani Türkiye’deki tabiriyle “derin” veya “paralel” devlet) iktidarı elinde tutar. Her kurumun bir gölge kurumu vardır. Kurumlarda çalışanlar kimin hangi iç halkaya dahil olduğunu bilmezler.

Totaliter devlet formu “soğan kabuğu”na benzer: her katmanın içinden başka bir katman çıkar. Bir katmana dahil olanlar, birbirlerine gizledikleri sırlar aracılığıyla bağlanırlar. Her katman kendini “içeride” bilir; ancak daima daha içeride olan bir katman daha vardır. Katmanlar arasında herkes birbirine yalan söyler, gerçek aidiyetini gizler. En dış çeperlerde yer alan sıradan vatandaşa kadar herkes partiyle ilişkisini daha fazla sırdaş olma üzerinden kurar. Totaliter toplumlarda komşunun komşuyu, hatta çocukların ebeveynleri gizli polise ihbar etmesinin ardındaki saiklerden biri de budur. Totaliter rejimlerde “yeni insan” böyle yaratılır. 1984’te de gayet çarpıcı bir biçimde anlatıldığı üzere totaliter toplumlara egemen olan temel duygu güvensizliktir. Egokrat dışında hiçbir kişi veya merciye güven duyulması imkansızlaşır. Kitlelerin desteğiyle var olmayı sürdüren totaliter rejimler, bunu insanları yalnızlaştırarak iktidara kenetleme suretiyle başarırlar. Total tahakkümün sürebilmesi için sürekli olarak yeni iç mihraklar üretilmelidir. Suçluyla suçsuzun ayırt edilememesi, ve hatta suçlu-suçsuz kavramlarının içinin tersyüz etmeler yüzünden boşaltılması gerekmektedir. Hannah Arendt, çalışmasında, suçsuzların cezalandırılmasının ne denli stratejik olduğunu yazar.[5] Almanya’da Yahudiler devlete karşı hiç bir muhalefette bulunmamalarına rağmen toplu halde imha edildiler; SSCB’de ise özellikle 1936-38’te binlerce bürokrat ve üst düzey yönetici, “devlete karşı komplo kurmak”, “dış mihraklarla işbirliği yapmak”, “ekonomiyi sabote etmek” gibi büyük kısmı gerçek dışı olan suçlamalarla yargılanıp idam edildi veya çalışma kamplarına yollandı. Suçlamaların fiktif olması totaliter tahakküm açısından önem taşır, zira toplumdaki her birey bir gün kendinin de gözaltına alınabileceği korkusunu daima yüreğinde taşımalıdır. Kendi suçsuzluğuna güvenen bireylerin varlığı totaliter rejimler açısından sakıncalıdır. Total tahakküm, bireyin kendi dahil kimseye güvenememesini gerektirir.

Herkes rejim tarafından bir gün “harcanabileceğini” anlamalıdır. Başka bir deyişle, herhangi biri günün birinde “komplocu” veya “darbeci” olmakla suçlanabilir. Totaliter rejimlerde bahsi geçen devlet terörü biçimlerinin; yıkım, katliam, baskı ve polis terörü gibi “geleneksel” yöntemlerden farklı olduğu aşikardır. Tüm bunların yoğun ideolojik propaganda eşliğinde uygulandığını da unutmamak gerekir. Totaliter propaganda iktidarı sadece abartılı bir şekilde övmekle kalmaz; birincil işlevi düşmanlık, nefret ve güvensizlik aşılamaktır. “Biz” ve “onlar” ayrımını mutlaklaştırır; “onlar”ı bizde olan tüm iyi özelliklerin tersine sahip olarak kurar. Her bireyi rejim bekçiliğine çağırır; vatan sevgisini parti sevgisiyle, parti sevgisini de önder sevgisiyle eşleştirir.

17 aralık türkiye’si

Anlatılanların Türkiye’de ne yazık ki birden çok izdüşümü olduğunu özellikle belirtmeye gerek yoktur sanırım. Tek parti döneminden darbe dönemlerine ve 1990’lardaki TSK vesayetine kadar totaliter rejimlerin farklı söylemsel öğelerinin sivil ve askeri yöneticiler tarafından kullanıldığı barizdir. Ancak kanımca hiç bir dönem, 17 Aralık’tan beri yaşadığımız ortam kadar gerçeküstü olmamıştır. 17 Aralık’ta iki kırılma yaşandı: birincisi, halkın bir kısmına malum olan su yüzüne çıkarak gerçeklik statüsü kazandı. İkincisi, bu gerçeklik kazanıldığı anda yitmeye başladı. Geçmişi yeniden anlamlandırmaya sebep veren bu kırılmalar kuşkularımızı doğrularken, bildiğimizi sandığımız şeyler hakkında yepyeni şüpheler de doğurdu. Yolsuzluktan örtülü ödeneğe ve silah sevkiyatına kadar gayri-hukuki birçok pratiğin; Jitem’den Ergenekon’a, mafyadan cemaate kadar birçok paralel yapılanmaların var olduğunu öyle veya böyle seziyorduk. Ergenekon, Balyoz ve KCK gibi toplu davalarda absürde varan düzmece “kanıt”lar kullanıldığı mutat kez dile getirilmişti. Ancak bunların gayet sansasyonel bir biçimde ortalara saçılması, zihinlerde netlik yerine bulanıklık yarattı. Öyle ki, görünür ve bilinir olanın “gerçekten” gerçek olup olmadığı tartışılır oldu.

Neden?

Dershanelerin kapatılması meselesi, Gezi süreci, penguen medya, Kabataş ve camide içki iddiaları, durdurulan MİT kamyonları, 17 Aralık ve 25 Aralık operasyonları, paralel devletin tasfiye edilmesi adı altında binlerce memurun görevden alınması, telekulak skandalları, HSYK ve internet sansürü yasaları, MİT yasa taslağı, ve seçimler derken herşey çok hızlı bir değişim-dönüşüm çarkına girdi. Sarsılmayan hemen hemen hiçbir zemin, tutunacak hemen hemen hiçbir dal kalmadı. Bu gelişmelerin her biri, “bu kadar ileri gidemezler, bu kadarını da yapamazlar” cinsinden beklentileri yok ede ede vuku buldu. Yöneticilere ve yargıya güvenmeyenler sokakta adalet ararken “darbeci” olarak damgaladılar ama suçsuzluklarını kanıtlayacak mecra bulamadılar. Polis şiddetine maruz kalanlar “terörist” ilan edildi. Savcıların silah sevk eden kamyonları durdurması “suçüstü” sayılmak yerine “suç” sayıldı. Telefon dinleyenlerin kendilerinin dinlendiği ortaya çıktı. Ergenekon, Balyoz ve KCK davalarında binlerce masum insanı cezaevlerinde çürümeye terk eden hakim ve savcılar, paralel devlet operasyonlarının “kurbanı” oluverdiler. Buna kasetler, tapeler, karşılıklı suçlamalar, twitler, yoğun yandaşlık, algı operasyonları ve manipülatif demeçler de eklenince, komplocular, İstiklal savaşı düşmanları, lobiciler gibi birtakım gölge grup ve katmanların gerçekten var olabileceğine dair kuşkular pekişti. Ancak belki de en önemlisi, bu genel şüphe ortamında hükümetin şeffaflık ve güven tesis edecek yerde tek parti rejimi inşa edecek adımları sıklaştırması oldu. Gayet konjonktürel sebeplerle hazırlandığı apaçık belli olan yasa tasarılarının art arda meclise getirilmesi, gerçeklerin ortaya çıkarılmasını sağlayacak yegane araçların da halkın elinden alınacağının işaretiydi. Vekil çoğunluğu itibariyle meclisin, geçmişi itibariyle cumhurbaşkanının fiili olarak yürütmeye bağlı olduğu, medyanın bir telefonla hizaya getirildiği bir rejimde, hakim ve savcıların da kanun yoluyla (yani aleni bir şekilde) yürütmeye bağlanması; tarafgir olmayan hiç bir kurum ve kuruluş kalmadığı kanaatini kuvvetlendirdi. Bu gidişattan ürken kesim, bunun bir rejim krizi olduğunu, ancak AKP’nin seçimleri kazanması halinde parti devletine doğru savrulacağımızı daha sık gündeme getirmeye başladı. Öte yandan kuşatılmışlık ve ihanet duyguları içinde olan AKP taraftarları komplo teorileri üretimine canhıraş bir biçimde hız verdiler. İki tarafta da, ayrı sebeplerden dolayı da olsa, panik yaşanmakta. Kamplaşma arttıkça ortak bir gerçeklik algısında buluşma ihtimali de azalıyor. Birinin kanıt dediğini diğeri kabul etmiyor; birinin yalanı diğerinin gerçeği haline geliyor. Sular hemen şimdi durulsa belki bu gidişattan asgari yarayla kurtulmak mümkün olabilirdi. Ancak işaretler ne yazık ki o yönde değil.

Peki bunun sonucunda ne olur?

İster istemez Hitler’in Kavgam kitabında yalanla ilgili yazdığı satırlar akla geliyor. Hitler, “Yalan söyleyecekseniz büyük söyleyin; gerçek ortaya çıksa bile büyük yalanların izi baki kalır” diye yazar. Haklıdır da. Yalan, sadece “şimdi”yi değiştirecek bir etki yaratmaz; aynı zamanda geçmiş ve geleceği de ipotek altında alır. Bunun en somut göstergesi, suçlamaların yalan olduğu ortaya çıkana kadar hapiste çürüyen bedenlerde oluşan zararı kimsenin telafi edemeyeceğidir. Bu ülkede yaşayan Kürtler, son 30 yıldır maruz bırakıldıkları işkence ve imha politikalarının üzerini örten yalan ve manipülasyon bulutunun kalkmaması yüzünden hala nefret ve linç nesnesi olabilmektedirler. Ermeni Soykırımı, Dersim Katliamı ve geçmişin daha nice karanlık dönemiyle yüzleşmemiş olan bir toplumda kültürel kodlara işlenen husumetler her daim yeniden hortlamayı bekler durur. Post-totaliter yalanlar arasındaki en belirgin örneklerden birinin McCarthy dönemi ABD’sindeki cadı avı olduğu göz önünde bulundurulduğunda, Türkiye’deki mevcut yalan furyası sürdükçe çok sayıda canın yanacağı kesindir.


[1] Bunlar arasında en önemlileri Hannah Arendt, Anton Ciliga, Jean-Pierre Faye, Victor Klemperer, Alexandre Koyré, Claude Lefort, Czeslaw Milosz, Franz Neumann, Pierre Vidal-Naquet, ve Leszek Kolakowski’dir.

[2] Orwell’in öngörülerinin Stalin dönemi SSCB’si açısında ne derece isabetli olduğu Yuri Dombrovski’nin yarı otobiyografik romanlarından da anlaşılmaktadır. Özellikle bkz. The Faculty of Useless Knowledge, Londra, Harvill, 1996.

[3] Claude Lefort, l’Invention démocratique. Les limites de la domination totalitaire, Paris, Fayard, 1994, s. 167.

[4] Alexandre Koyré, Réflexions sur le mensonge, Paris, Allia, 1996, s. 34. [5] Hannah Arendt, Origins of Totalitarianism, New York, Meridian Books, 1958, s. 448. Bu eserin ilk 2 cildi Totalitarizmin Kökenleri olarak İletişim Yayınları tarafından yayınlanmış olsa da, totaliter rejimi anlatan üçüncü ve en önemli cildi bu yıl içerisinde Türkçeye kazandırılacak.


Zeynep Gambetti, 2000 yılından beri İstanbul Boğaziçi Üniversitesi’nde siyaset teorisi doçentidir. Yalanlar ve Siyaset: 1999’da Görünürlüğün Etkileri başlıklı bir tezi ile Paris VII Üniversitesi’nde Ph.D derecesi almıştır.