Sistematik işkence tartışmalarına dair bende iki kelam edeyim dedim. Gazeteci Aslı Aydıntaşbaş’ın “günümüzde sistematik işkence kalmadı” sözleri üzerine hararetli bir tartışma başladı. Aslı Aydıntaşbaş’ın sözleri şöyle: “40 yaş altı arkadaşlar hatırlamaz. Ben gazeteciliğe başladığımda işkence diye büyük bir sorun vardı. Günümüzde ise sistematik işkence kalmadı. Tabii ki kötü kullanma ve benzeri vakalar oluyor.”
Aslı Aydıntaşbaş, sanırım 90’lı yıllarda bir devlet politikası olarak uygulanan sistematik işkence yöntemlerinden yola çıkarak bugün ile bir karşılaştırma yapmaya çalıştı. Aslında bu vesileyle tartışmanın fitilinin ateşlenmesi iyi oldu. Demokratikleşmenin ve bu konuda ilerlemenin temel taşlarından birisidir işkence ve kötü muamalenin ortadan kaldırılması. İşkence ve baskı yöntemlerinin dozu, devlet ve iktidar partileri tarafından şekillenir. 90’lı yıllarda, Türkiye’de gözaltında ve hapishanelerde fiziksel şiddet yaygın olarak kullanılan bir yöntemdi. Bugün dünya genelinde devletler tarafından tercih edilen yöntem, psikolojik işkence yöntemleridir.
Gelelim 90’lı yıllara… 40 yaş altı arkadaşların bilmediği, 90’lı yıllarda uygulanan sistematik işkence nedir? 1997’de Adana Emniyetinde sistematik işkence yaşamış biri olarak anlaşılır şekilde anlatayım. Gözaltına alınma nedeniniz ne olursa olsun, hangi siyasal yapıda faaliyet yürüten bir militan olursa olsun (tabi bahsettiğim siyasal yapılar sol örgütlenmeler, muhalifler) ister legal ister illegal faaliyetler yürütme nedeniyle gözaltına alındığınızda uygulanan bir işkence sistematiği vardı.
Bu sistematik şöyleydi, gözaltına alındığınızda kaba dayak eşliğinde elbiseleriniz zorla üzerinizden çıkartılıyor ve çıplak kalıyorsunuz, gözleriniz bağlanıyor. Genelde çırılçıplak bırakılıyor gözaltına alınan kişi. Benim külot ve atletimi çıkartmadılar. Bunu da ; « diğerlerini çırılçıplak bırakıyoruz ama sen dua et, neticede bizim çocuğumuzsun, zaten başkası olsa Şakirpaşa’da yakalamışız seni kafana sıkardık ama bak seni sağ olarak aldık” diye açıkladılar. Büyük abim özel harekat polisi olduğundan ve ailemin devletli yapısından dolayı böyle demişlerdi. Tabi bakmayın siz öyle dediklerine “bizim devletimiz” işkence konusunda her zaman eşitlikçi olmuştur. Neyse devam edeyim…
Elbiseleriniz üzerinizden alınıp, gözleriniz bağlandıktan sonra işkence seanslarına hazır hale getiriliyorsunuz. Önce tazyikli su işkencesiyle başlıyorlar. Ardından askı işkenceleri başlıyor. Düz askı, ters askı ve en sonda (genelde sakat bırakmak için) filistin askısını uyguluyorlar. Benim kol liflerim ilk askıda kopmuştu. İki düz askı, iki ters askı ve son olarakta filistin askısı olmak üzere beş defa askı işkencesini uyguladılar bana. Bu askı işkence tekniklerinde kollarınız keçe gibi bir bezle sarılıyor ve bir iple sizi çarmıh gibi bir şeyin üzerine bağlayarak yukarı çekiyorlar. Zaten pozisyon olarak çarmıha geriliyorsunuz. Hatta ara ara kollarınıza bağladıkları o bezlerden çekerek sizi iyice geriyorlar. Ne yalan söyleyeyim, her askıya alındığımda kendimi çarmıha gerilen İsa gibi hissediyordum. Askı işkencesi esnasında manyetodan vücudunuzun çeşitli bölgelerine elektrik veriliyor. Benim ellerime ve ayak parmaklarıma bağlamışlardı manyetonun kablolarını.
Bunların yanı sıra buz kalıbına yatırıyorlar. Bir buz kalıbı altınıza, bir buz kalıbıda üzerinize konuluyor. Bir süre sonra soğuktan uyuşuyorsunuz. Ben bir süre sonra uyuyakalmıştım ki “buraya uyumaya gelmedin” diyerek çıkarttılar buz kalıbından ve bu defada projektör dedikleri şeyin önüne götürerek aşırı sıcak olan bir ısıya tuttular. Buz kalıbından birden aşırı sıcağa maruz kaldığınızda da ağır bir uyku basıyor, bu defa da uyanmanız için su döküyorlar yüzünüze. Bir buz kalıbı bir aşırı sıcak, bunu defalarca uyguluyorlar. Sonradan öğrendim, bu ileride sağlık sorunu yaşanması içinmiş. Bu işkence nedeniyle birkaç yıl sonra böbrek ağrılarım başladı. Suda boğma işkencesi de var, bir kova suya başınız zorla sokularak nefessiz bırakılıyorsunuz. Ayrıca dayak, hakaret, psikolojik
işkencelerde sürekli devam ediyor bu süreçte. Tüm bu işkencelerin ardından beni şehrin uzağında tarla gibi bir yere götürmüşlerdi, gözlerim bağlı olduğu için göremedim ama toprağa bata çıka yürüdük, sanırım tarlaydı. Burada kafama silah dayayıp, üç defa silahın tetiğini düşürdüler. Üçüncü tetik düşürme senaryosundan sonra polisler enseme silahın kabzasıyla vurup, “en baba adamlar bile üçüncü tetik sesinde çözülür, sen niye korkmuyorsun, niye direniyorsun, gencecik kızsın önünde kocaman bir hayat var, ölecek kadar nasıl inandın” diye söylene söylene geri Emniyet’e götürdüler. Ondan sonra da pek dokunmadılar zaten. Ha haklarını yemeyeyim, direnince size karşı saygılı davranıyorlar. Bu arada bana yapılmadı ama gözaltında falaka işkencesine maruz kalan arkadaşlar vardı.
Mahkemeye çıkartılmadan son bir iki gün ise vücudunuzdaki şişliklerin ve morlukların geçmesi için yani işkence izlerini yok etmek için sürekli ilaçlar sürüyorlar, masaj yapyorlar. Hala, bengay ve voltaren kremlerinin kokusu bana işkence kokusunu çağrıştırır. İşkencenin kokusu olur mu demeyin. İşkence sırasında duyumsadığınız kokuları unutmuyorsunuz. Emniyetteki sabunun kokusu, polislerin parfüm kokuları, bengay kokusu, koridorların kokusu… Gözleriniz bağlı olduğundan ve bir süre sonra zaman kavramını yitirdiğinizden çevrenizi algılamak için kokulara odaklanıyorsunuz. Benim yaşadığım süreç özetle böyle.
90’lı yıllarda bu işkence sistematiği gözaltına alınan herkese uygulanırdı. 90’lı yıllarda gözaltı süresi bir haftaydı, bu süre 15 güne kadar uzatılabiliyordu. 2002’de AKP’nin çıraklık dönemiydi ve hedef AB ( Avrupa Birliği) üyeliğiydi. O yıllarda “işkenceye sıfır tolerans” söylemiyle yeni politikalar uygulanmaya başlandı. Tabi sistematik işkenceye ve gözaltında kaybedilmelere karşı yıllardır yürütülen direngen mücadelelerden bağımsız değildi bu politika değişikliği. Askı, manyeto ve diğer işkence aletleri emniyet envanterlerine kaldırıldı. Hepimiz biliyoruz ki dönemsel politikalara göre tutum değişir ve Emniyet envanterleri açılır, askı ve manyetolar yeniden çıkarılabilir.
2006’da tekrar gözaltına alındım. İstanbul Emniyeti’ne götürüldüm. Ne elbiselerimizi çıkardılar ne gözlerimizi bağladılar. Gözaltı süresi 4 güne düşmüştü. 2006’da bu duruma o kadar şaşırdım ki ( malum Türkiye’de yasal düzenlemeler yapılsada uygulama farklı olabiliyor), “ hayırdır size ne oldu, siz bu kadar medeni değildiniz, kafanıza taş mı düştü” dedim polislere. Onlarda “biz değiştik” dediler. Değişen işkence politikasıydı. Tabi birde teknoloji ilerlediğinden ortam dinlemeleri vs… Artık işkence yapmaya pek ihtiyaç duymuyorlardı.
İşte böylecem 90′ lı yıllardaki sistematik işkencenin yerini farklı politikalar aldı. Yeni sistemde, gözaltında fiziksel olarak sistematik işkence görmüyordunuz ama hazırlanan polis fezlekeleriyle tutuklanıp, 6 ay ile bir yıl arası mahkemeye çıkarılmıyordunuz. Misal, 2006 yılında tutuklandığımızda bizim iddianameler bir buçuk yıl sonra geldi ve ancak o zaman ilk duruşmaya çıktık.
Hapishanelerde ise mahkemeye, hastahaneye giderken, ayakkabı çıkartma ve çıplak arama dayatılıyordu. 2006- 2009 yılları arasında Gebze Cezaevinde, X-Ray cihazından geçtiğimiz için çıplak arama yapılmıyordu. Sadece basit bir üst araması yapılıyordu. Bu meselede ortak bir mütabakata varmıştık. Tabi bazen bu anlaşma bozulduğunda tansiyon yükseliyordu.
Bugün kamuoyuna yansıyan haberlere baktığımızda çıplak aramanın sistemetik şekilde yapıldığı yönlü. Tüm cezaevlerinde X-Ray cihazı varken çıplak arama dayatmasının amacı nedir? Buradaki amaç psikojik işkence ile insan onurunu aşağılamak, kişinin kendine olan özgüvenini yitirmesi sonucu ruhsal bütünlüğünü parçalamaktır. Bunun adı işkencedir! Ve sistematik olarak uygulanıyorsa bu sistematik işkencedir. 90’lı yıllarla bugün uygulanan arasındaki fark, yöntem değişiklidir sadece. Yine basına yansıyan haberlere baktığımızda gözaltı süreçlerinde, İstanbul merkezdeki uygulamalarla, Hakkari’nin bir köyündeki uygulamalar aynı olmayabiliyor. Hatta bazen adı pek
duyulmayan bir ilçe ve köyde klasik işkence yöntemlerinin uygulandığı haberleri basında yer alıyor. Bu, kolluk güçlerinin keyfine göre uygulama yapabileceği bir durum olmamalı.
Bu konuda insan hakları mücadelesi veren kurumların raporları baz alınmalıdır. Türkiye İnsan Hakları Vakfı (THİV) Dökümantasyon Merkezinin 2020 verilerine göre, sadece 2020 yılında Türkiye’de doğrudan işkence ve diğer kötü muameleye maruz kaldığı için vakıfa başvuran 562 kişiden 283’ü emniyet müdürlükleri, 73’ü ise polis karakolu gibi gözaltı merkezlerinde işkenceye maruz kaldıklarını beyan etmişler. Bunlar rapor edilenler, rapor edilmeyenleride düşündüğümüzde işkencenin yaygınlaştığını tahmin etmek zor değil.
Hapishanelerde ise, aslında sorunun çözümü çok basit. X-Ray cihazı tüm hapishanelerde var. Üst araması da yapılıyor. O vakit çıplak arama dayatmasının amacı nedir? İşkencenin her türlüsü insanlık suçudur. Ayrıca hatırlatalım, adalet bir gün herkese lazım olur. Bu yüzden gözaltı, hapishane süreçlerinde insani koşulların sağlanması ve yargılama süreçlerinde adil olunması gerekir. İnsan haklarıyla insandır!
- Puslu Havada “Etki Ajanlığı” Yasası - 2 Kasım 2024
- Bahçemizi Yetiştirelim - 12 Ekim 2024
- Toplumsal Yozlaşma - 22 Eylül 2024