Eski kocası Faik Baran tarafından öldürülen Emine Bulut ve kızının çığlıklarını “seyretmeyen” (!) kaldı mı? Bu vaka da -NTV’nin haberine göre- son 10 yılda öldürülen 2337 kadın cinayetinden biri olarak kayıtlara geçti. Artık sosyal medya “kınama”larından fazlasını yapmamız gerektiği konusunda hemfikiriz; ama ne yapacağımız konusu, sorunu nasıl tanımladığımızla da alakalı değil mi? Çözüm için reçetem yok; ama çözüm aranırken dikkat edilmesi gereken bazı hususlarla ilgili olarak söylemek istediklerim var. Maddeler halinde sıralayabilirim:
- Şu “erkek” şiddetini biraz daha tartışmak gerekmiyor mu?
Son on yılda öldürülen 2337 kadın; ölümle sonuçlanmayan şiddet vakalarından sadece adli kayıtlara geçen ise onlarca kat daha fazlası. Tüm bu olayların ortak noktası faillerinin erkek olmaları. Şiddet ve erkeklik (masculinity) arasındaki ilişki su götürmez şekilde ortada. Ancak tepkilerin cinsiyet ve toplumsal cinsiyeti birbirlerine karıştırdığını söylemeden geçmemek gerekiyor. Suçlu olan biyolojik cinsiyetimiz değil. Ondan kopuk olmayan ama ondan çok daha fazlasını ifade eden toplumsal cinsiyetimiz. Eğer mevzu biyolojik cinsiyetimiz (sex) değil de toplumsal cinsiyetimiz (gender) ise erkek şiddetini tartışırken de bu ayrıma dikkat etmemiz gerekiyor diye düşünüyorum. Toplumsal cinsiyeti, cinsiyetin toplumsal kurumlardaki izdüşümü olarak tanımlayalım. O zaman erkek şiddetini konuşurken de şu aralar “eril şiddet” diye tartışılagelen mevzunun toplumsal boyutunu da ihmal etmemek gerekmiyor mu? Yani demem o ki, evet ortada bir “erkek şiddeti” var ama dini tartışmadan, kapitalizmi tartışmadan, hukuku, siyaseti tartışmadan… şiddeti sadece erkek cinsiyetindeki birinin kadın cinsiyetindeki birine sadece sırf erkek olduğu için uyguladığı bir “şey”e indirgemek de doğru değil. Söylemek istediğim sorunu iki kolaycılığa da indirgemeden tartışmak gerektiği, bu kolaycılıklardan biri şiddeti “erkek değil mi….”ye indirgeme kolaycılığı ise diğeri de “düzen sorunu…” deyip geçmek, faili toplumsal kurumlar içinde görünmez hale getirmek kolaycılığı. İkisi arasında bir yerde durmak gerekir diyorum, fazla bir şey değil.
- İdam
İdam polemikleri, karşılaştığımız her sorunda yeniden paketlenip, ısıtılıp önümüze sunulan bir popüler “geyik”e döndü dönecek. 2015 yılında Özgecan Aslan cinayetinden ve 15 Temmuz darbe girişimine idam tartışmaları her toplumsal vakada idam polemikleri köpürtülüyor. O zamanlar da Erdoğan, “Meclis getirsin onaylarım!” tavrındaydı; kitleler “idam, idam!” diye bağırtılıyorlardı. MHP o dönemde de –elbette- dünden razıydı idam cezasına; bu sağ koalisyonunun en solundaki üye, Kemal Kılıçdaroğlu’nun da “Getirsinler, bakalım!” dışında bir şey söylemediğini unutmayalım. Muhtemeldir ki, AKP-MHP bloğu yasa teklifi sunsa, Kılıçdaroğlu yine her zaman yaptığı gibi, “hayır der gibi yapıp, evet” der; yıllar sonra kendisine pişman olup olmadığı sorulduğunda da “Bugün olsa yine evet derim!” demeyi ihmal etmezdi. İdam cezası geçen sene de gündeme gelmişti. 2017’de de Erdoğan, “Gerekirse idam için de bir referandum yaparız!” diyerek restini çekmişti.
CNN’in haberine göre Emine Bulut’un kardeşi Kazım Bulut da “Devlet büyüklerimizden tek isteğim idam, başka bir şey değil.” şeklinde bir açıklama yapmış. Her “devlet” dendiğinde gereksiz bir şekilde üstüne alınan Devlet Bahçeli sosyal medya hesabından “ceza ise ceza idam ise idam, biz hazırız” minvaline bir paylaşımda bulunmuş. Maktulün kardeşinin açıklamalarını bir sonraki maddeye bırakarak idamı konuşmak istiyorum. Oysa altını binlerce kere çize, çize belirtmekte fayda var ki, idam cezasına karşı olmak, ne cezaya konu fiili, ne de fiili gerçekleştirenleri savunmayı gerektirir. Karşı çıkmamız gereken tek ama tek konu: “Devlet taammüden insan öldürmeye yetkili midir, değil midir?” konusudur.
İdam cezasına karşı olmak, darbecileri savunmak olmadığı gibi, çocuklara tecavüzü savunmak da değildir.
İdama karşı olmakla, idama konu olan suçu savunmaya doğru kurulacak bir mantık, bir ön kabul; olsa olsa “siyasal linç” mantığıdır. İdam, devlet, “taammüden” yani bilinçli, önceden tasarlayarak adam öldüremeyeceği, böyle bir hakkı (devlet bile olsa) kimseye tanıyamayacağımız, tanımamamız gerektiği için yanlıştır.
- İntikam’dan hukuk devletine
Maktulün kardeşi Kazım Bulut’un idam ile ilgili söylediklerini ayrı değerlendirmek gerektiğini söylemiştim. Şimdi tam sırasıdır. Ancak öncelikle şunu sorayım, kendimizi Emine Bulut’un kardeşinin yerine koyduğumuzda kaçımız idamı istemezdik ki. Kaçımız o şerefsiz adam elimize verilse, hiç ama hiç değilse suratına tükürmek istemezdik ki? Sanırım bu noktada da hemfikiriz. Birey olarak suçlunun cezasını kendi ellerimle vermek istemek en büyük zaafımız. İntikamın oldukça “insanî” bir duygu olduğunu söylemek yanlış olmaz sanırım. Evet evet, yanlış okumadınız ben bu duygunun “insanî” olduğunu düşünüyorum. Ancak işte modern devlet, ulus-devlet, hukuk devleti, artık adına ne derseniz işte bu noktada devreye giriyor. Bizler bireysel olarak hissettiğimiz, hissedebileceğimiz “intikam” duygularımızı devlete ve onun hukukuna devrediyoruz. İntikam duygularıyla malul bizler, intikam duygularımızı hukuka, hukukun vereceği hükmün adaletine teslim ederek kenara çekiliyoruz. Meraklısı J. Locke okumayla başlayabilir işe.
- Fedai Baran’ın Cezaevinde öldürülmesine sevinmiş miydiniz?
Emine Bulut’u öldüren Fedai Baran’ın cezaevinde infaz edildiği haberleri yayıldı önce, ardından da haberin asılsız olduğu. Müsaadenizle yine bir soru soracağım. Kaçınız bu infaz haberini okuduğunuzda sevinmişti? Kaçımız böyle bir infaz gerçekleşseydi üzülürdü? Yine kaç “birey” üzülür bilmem ama, Fedai Baran’ın cezaevinde öldürülmesinden devletin “üzülmesi” gerekirdi. Lazı uzatmanın alemi yok, siz bir önceki maddede ifade ettiklerime lütfen tekrar göz atın.
Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşcesine yaşayacağımız, hiç kimsenin öldürülmediği bir dünya mümkün
Keyifli Pazarlar