Savaşın, Sömürünün ve Egemenliğin Yeni Biçimleri ve Kadın Bedene Yönelen Kapitalist Hınç

Sömürünün ve Egemenliğin Yeni Biçimleri

“Batının eril zihniyetinin yaydığı modern yaratılış efsanesi, doğanın, kadınların ve Üçüncü Dünya’nın kurban edilmesine dayanır.” (Shiva, 2014. 317).

Şiddetin ve savaşın yeni biçimi, kapitalist birikimin yeni yapısıyla ilintilidir. Yani bu süreç sömürgecilikle doğrudan bağlantılıdır. Kapitalizmin, doğal kaynakları sömürmek için uzun zamandır uzak coğrafyalara gidip buralara koloniler yoluyla yerleşmesine gerek yok. Küreselleşmenin hüküm sürdüğü bir çağda ne kaynakları sömürmek ne daha fazla kâr elde etmek ne de tüketimi kışkırtmak için buna ihtiyaç var. Bu artık çok daha ucuz ve pratik yöntemlerle yürürlüğe konmuş durumda. Topraktan mülksüzleştirme, topluluk ilişkilerini yok etme, savaşlar aracılığıyla kitleleri yerinden ederek yersiz ve yurtsuzlaştırma yoluyla sisteme bağımlı hale getirme, kitleleri ucuz iş gücü haline getirerek emek güçlerini daha yoğun biçimde sömürme, her koşul altında daha fazla tüketime teşvik etme bu pratik yöntemlerinden bazılarıdır. Sonuç olarak bu süreç sadece küresel ekonomide yaşanan dönüşümü etkilemiyor, aynı zamanda küresel ve finansallaşmış neoliberalizm aracılığıyla sömürgeciliğin dönüşüm geçirmesine de yol açıyor. Yani kapitalizmin uzun zamandır içerisinde olduğu “doğal zenginliği ve insan emeği üzerinde sermayeye tartışmasız bir kontrol gücü vermeyi amaçlayan politik bir yeniden sömürgeleştirme sürecin”in (Federici, 2019. 70) zirvesini yaşıyor.  Bu nedenle farklı birer sömürge örneği olarak bugün neoliberal politikaların nüfuzu altında can çekişen Afrika, Latin Amerika ve Ortadoğu ülkelerinde eş zamanlı olarak toplumsal krizlerin derinleşmesi ve yeni dönem savaşların merkezleri olması rastlantısal olmadığı gibi şaşırtıcı da değildir.

Yürürlüğe koyduğu aygıtlar ve yöntemler farklılaşsa da kapitalizm kendi iktidarını pekiştirmek için dünyayı ters yüz etmede hep kararlı oldu. Federici kapitalizmin iktidarını pekiştirmek amacıyla üretim araçlarına saldırdığını ve sürekli bir savaş rejimi tesis ettiğini ileri sürer. Bu nedenle süreklileşmiş savaş rejimi ve sömürgecilik bir arada sürmektedir. Nitekim 21. yüzyıldaki yöntem “dünyanın doğal zenginliği ve insan emeği üzerinden sermayeye tartışmasız bir kontrol gücü vermeyi amaçlayan politik bir yeniden sömürgeleştirme süreci”dir (age: 70).

Bu nedenle dünyanın doğal kaynaklar açısından daha zengin ve ticari girişimler bakımından tercih edilen bölgelerinde sömürgecilik, savaş ve şiddet kol kola yürümektedir. Aynı bölgelerde aynı zamanda toprakların gasp edilmesi ve özelleştirme sürecinin de eş zamanlı sürmesi benzer şekilde şaşırtıcı değildir. Ortadoğu’da, Latin Amerika’da, Sahra Altı Afrika’da ve Güneydoğu Asya’da insanların yaşadığı topraklardan koparılarak göçe zorlanması, petrol ve maden şirketlerinin operasyonları için köylerin boşaltılması ve insanların tarımdan koparılarak mülksüzleştirilmesi yalnızca küresel ekonomi politikalarını şekillendirmiyor; bu süreçler aynı zamanda kapitalist şirketler aracılığıyla kaynakların sömürülmesine ve yeni sömürgecilik koşullarını yaratılmasına yol açıyor.

Öte taraftan, dönüşen şiddet biçimleriyle toplumun denetim altında tutulması yeni bir politika değil elbet; ancak iktidarların yeni dönem savaşlarda ve yeniden sömürgeleştirme süreçlerinde bio-politika ve nekro-politika aracılığıyla yaşama ve ölüme dair tesis ettiği politikaların bir arada kullanması ve eş zamanlı olarak yürürlüğe koyması çok da eski bir deneyim değil. Devletlerin özneleri ve toplumları denetlemedeki rolüne odaklanarak özellikle savaşların ve çatışmaların yoğun yaşandığı bölgelere bakıldığında iktidarın sınırları ve niteliğiyle bağlantılı olarak değişen bu yeni egemenlik kavrayışlarını görmek mümkün.

Archille Mbembe, egemenliğin yeni biçimlerini anlamak için insanları, yaşaması gerekenler ile ölmesi gerekenler biçiminde ayırmak suretiyle işleyen bir iktidar olarak belirleyen Michel Foucault’nun biyo-iktidar (Foucault, 2002) kavramını kritik ederek nekro-iktidar ve nekropolitika kavramlarına başvurur. Nekro-politika’yı “yaşamın ölümün iktidarına tabi kılınması”[9] şeklinde tanımlayan Mbembe, bu politikanın “çağdaş biçimlerinin direniş, kurban/feda ve terör arasındaki ilişkileri” bu yeni kavramlarla yeniden düşünmeyi önerir. Mbembe, bugün egemenliğin nihai dışavurumunun, büyük oranda, kimin yaşayabilir olduğunu ve kimin ölmesi gerektiğini belirleme gücü ve yetisine dayandığını ileri sürer. Mbembe’ye göre “öldürmek ya da yaşamasına izin vermek, egemenliğin sınırlarını ve temel niteliklerini oluşturur. Egemenlik uygulaması, ölümlülük üzerindeki bir denetim uygulaması ve hayatın da iktidarın yayılım alanı ve dışlaması olarak tanımlanmasıdır.” Sonuç olarak, bugün hem bio-politika hem de nekro-politika mevcut ırkçı otoriter iktidarların egemenliğini pekiştirmede ve kalıcılaştırmada eş zamanlı olarak yürürlüğe koydukları temel politikalardır. Egemenliğin yeni kavrayışları şeklinde bio-politika ile nekro-politikanın yaygın biçimde mevcut iktidarlar tarafından kadınların bedenlerine ve yaşamlarına dönük nasıl eş zamanlı olarak hayata geçirildiğini Arjantin’den Kürdistan’a kadar dünyanın farklı sahnelerinde görmekteyiz.

Nihayetinde, savaş ve sömürü ekseninde dönüşen bu yeni koşullarda güvenlik, zenginlik ve aslında bir bütün yaşama dair bütün kavrayışlar ticari bir sürece indirgenmektedir. Öte taraftan, savaşların ve sömürgeleştirmenin bu şekilde dönüştüğü bir zamanda şiddetin aynı kalması beklenemez. Şiddetin daha yaygın ve daha çıplak hale geldiği aşikâr, ancak, savaşın ve şiddetin yeni tanım arayışlarının başladığı bir eşikte olsak da şiddetin kurucu ve koruyucu niteliği her zaman işler halde yürürlüktedir. Benzer şekilde şiddet, her zaman olduğu gibi yine belli gruplara dönük daha yakıcı biçimde gerçekleşmektedir. Özellikle sınıflı sistemin ortaya çıktığı dönemden beri coğrafya fark etmeksizin kurumsal ayrımcılığa maruz kalan ve ataerkil şiddetin hedefine konulan kadınlara yönelik şiddet söz konusuysa değişen çehresiyle beraber savaşların ve şiddetin sürekliliği çok daha yakıcı hale gelmektedir. Yani savaşın yöntemleri, aktörleri, silahları ve sahaları değişse de bu dönüşüm gramerinde değişmeyen en önemli olgulardan biri kadın bedeninin şiddetin sahnesi olmaya devam etmesidir. Nitekim bu şiddetin hala düzenli olarak arttığına dair birçok veri kayıt altına alınmaktadır. Üstelik bu artış yalnızca Güney Amerika, Sahra Altı Afrika veya Ortadoğu gibi yoksul bölgelerde gerçekleşmiyor. Amerika, Kanada ve Avrupa gibi gelişmiş bölgelerde de artış söz konusu.[10] Sonuç olarak, yeni sömürgecilik ve savaş çok yönlü ve çok katmanlı biçimde sürerken kadınların hayatını altüst etmeye devam ediyor. Çünkü “kadına yönelik yeni şiddet, kapitalist gelişmenin ve devlet iktidarının her zaman kurucu olan yapısal eylemlerinde kök salmıştır.” (Federici, 2018. 67). Bugün de yeni savaşların, şiddetin ve sömürgeciliğin itici gücü olan yeni sermaye birikim süreçleri kadınlara yönelik şiddeti birçok yolla kışkırtıyor.