Savaşın, Sömürünün ve Egemenliğin Yeni Biçimleri ve Kadın Bedene Yönelen Kapitalist Hınç

Kadına Yönelik Şiddeti Kışkırtan Eşitsizlikler Uçurumu

Kadınlar sadece savaş ve sömürgecilik gibi şiddete doğrudan yol açan süreçlerde saldırının hedefi haline gelmiyorlar. Küresel düzeyde gittikçe artan eşitsizlikler nedeniyle de kadınlar şiddetin hedefinde. Birçok ülkede yoksulluk ve gelir dağılımı uçurumu gittikçe açılıyor. Bu uçurum bilhassa azınlık bir etnik topluluğa veya inanç grubuna ait olanlar, daha aşağı bir sınıfa mensup olanlar, toplumsal cinsiyet kimliğinden dolayı kamusal ve özel alanda ayrımcılığa maruz kalan kadınlar, cinsel yöneliminden dolayı ikiliklerin tahakkümüne maruz kalanlar ve bir sakatlığı olanlar açısından daha da artmaktadır. Gaag bunu şöyle aktarıyor:

“Kadınlar sadece kadın oldukları için değil; aynı zamanda sınıflarından, ten renklerinden, cinsel yönelimlerinden veya sakatlıklarından dolayı da pek çok ayrımcılıkla karşı karşıya kalmaktadır. Eşitsizliklerin artması tüm dünyada milyonlarca kadının maruz kaldığı şiddet ve yoksulluk riskini de arttırıyor.” (2018. 71).

Söz konusu topluluk ve grupların toplumsal dışlanma, yoksulluk ve şiddet ile karşılaşma ihtimalleri daha ayrıcalıklı şekilde konumlan(dırıl)mış topluluk ve gruplara göre çok daha yüksektir. Daha güvencesiz işlerde çalışan bu kesimlerin fiziksel, ekonomik ve psikolojik şiddete maruz kalmaları olasılıkları daha yüksek olduğu gibi hayatları da oldukça kırılgandır. Ancak bütün farklılıklara rağmen ataerkil sistemin toplumsal cinsiyet ayrımcılığına dayanan cinsiyet rejimi dolayısıyla bu topluluk ve grupların içerisinde en katmanlı biçimde şiddete ve sömürüye maruz kalanlar yine kadınlardır. Uzun soluklu kadın mücadelesi sonucu yapısal ve tutum düzeyinde pek çok şey değişse de hala kız çocuklarının eğitime erişimi erkek çocuklara nazaran daha zor. Yine kadınların teknolojiye erişimi erkeklere göre daha düşük. Kadınların gelir düzeyi ile erkeklerin gelir düzeyi arasında uçurum söz konusu. Nitekim Küresel Toplumsal Cinsiyet Uçurumu Endeksi 2018 Raporu’na göre cinsiyet eşitliği konusundaki ilerleme bu hızla devam ederse cinsiyet eşitsizliği uçurumunun kapanması için 108 yıl, ekonomik alandaki eşitliğin sağlanması için gereken süre ise 202 yıl.[16]

Kapitalizmin küresel ve finansallaşmış neoliberal politikaları toplumsal cinsiyet eşitsizliğini tetikliyor. Bu nedenle 21. yüzyılda da yoksulluğun yükünü en çok omuzlayanlar hala

kadınlardır. Kadınlar bir taraftan neoliberal sistemin ucuz iş gücü olarak konumlanırken diğer taraftan emeklerinin devasa bir bölümü ücretlendirilmemektedir. Kapitalist şirketlerin “Üçüncü

Dünya Ülkelerinde” yer alan fabrikalarında güvencesiz şekilde düşük ücretlerle günün yarısından fazlasını harcayanların büyük çoğunluğunu kadınlar oluşturmaktadır. Çalışan kadınların büyük çoğunluğu tekstil atölyesi, temizlik ve gastronomi sektörü, mevsimlik işçilik ve çiftçilik gibi güvencesiz, esnek, yarı zamanlı veya sözleşmeli işlerde çalışıyor.

Gelir dağılımı eşitsizliğine bakıldığında zengin ülkeler dahil en düşük gelire sahip olanlar yine kadınlardır. Zengin ülkelerde dahi sağlık, eğitim, işgücü ve piyasasına katılım, siyasi temsil ve ekonomik gelir açısından kadınlarla erkekler arasında büyük bir uçurum söz konusudur. Yoksul ülkelerdeyse durum çok daha kötü. Toplumsal cinsiyete dayalı ücret uçurumu yani “erkek işleri” “kadın işlerinden” daha fazla para kazandırıyor. Toplumsal cinsiyete dayalı ücret eşitsizliğiyle ile bir taraftan kadınların emeği değersizleştirilirken diğer taraftan kadınlar sefalete mahkûm edilmektedir. Söz gelişi, toprak işçiliğini yaparak gıda üretimini gerçekleştirenlerin büyük çoğunluğu hala kadınlarken üzerlerinde çalıştıkları topraklarının sahibi erkeklerdir. Bu toprağın kullanım hakkı ve kontrolü kadınların değil erkeklerin elindedir.[17]

Hangi işlerin emekten sayılıp ücretlendirildiği ile hangilerinin emekten ve işten sayılmayıp ücretsiz bırakıldığına kapitalizmin acımasız neoliberal politikaları yön vermektedir. Emeği ücretli emekle sınırlandıran sistem böylece kadınların emeğinin büyük bir bölümü emekten saymamaktadır. Vandan Shiva cinsiyetçi iş bölümü ideolojisi aracılığıyla “indirgemeci ekonomimin sadece ücretli emeğin değer üretimini varsaydığını” ileri sürer. Shiva’ya göre bu ideoloji “kadınların hayatın idamesine yönelik çalışmasının, tam da hayatta kalma ve refahın temelini oluşturduğu halde hiçbir ekonomik değere sahip olmadığı gerçeğiyle hesaptan düşürülmesine aracılık eden bir ideoloji”dir (Shiva, 2014. 315). Bu açıdan, kadınların çiftçi olarak büyük bir emek ortaya koymalarına rağmen kadınların çiftçi olarak konumu görünmez kılınmıştır. Buna ilişkin Shiva’nın aşağıdaki ifadeleri çok çarpıcıdır:

“Tarım alanındaki çalışmaları genellikle görünmezken, iktisatçılar onların üretimini ‘çalışma’ ya da ‘üretim sınırı’ saymaksızın kayıttan düşme eğilimindedir. Böylece tarım kız çocukları için gelecek vadeden bir meslek olmaktan çıkmaktadır. Tarımsal faaliyetten karşılaşılan veri toplama sorunları çok az kadının çalışmasından değil, haddinden fazla kadının haddinden fazla iş yapmasından kaynaklanmaktadır. (Shiva, 2014. 8).”

Shiva’ya göre kadınların doğada temin ettiği su, yem ve odun toplama gibi işlerin “üretken olmayan” emek şeklinde tanımlanması ve indirgemeci ekonomi tarafından bir çalışma olarak değerlendirilmemesi piyasa ölçüleri tarafından konulmuş ideolojik bir ayrımdır. Yaşanan ekonomik krizlerin nedeni de bu ideolojik ayırımdır çünkü artık servet çalışmayla veya mal ve hizmet üretimi ile gerçekleşmemekte, bunun yerine kâğıt üzerinden işlemler ve spekülasyonlar yoluyla gerçekleşmektedir (age: 315). Sonuçta kapitalizmin vadeli işlem piyasaları ve spekülasyonlar üretimin en büyük halkasını oluşturan yoksulları ve “Üçüncü Dünya”ya ait kırsalda yaşayan kadınları ve köylüleri ile kentlerde yaşayan tüketicileri çoktan denetim altına almış durumda. Bu piyasada fiyatı belirleyen ve uymayanı gözden çıkaran kapitalist küresel ekonomi sistemidir. Her geçen gün yoksulların daha da yoksullaşmasına zenginlerinse daha da zenginleşmesine yol açan da bu korkunç tabloda kadınları en dibe konumlandıran da ticari kapitalizmin güdümündeki aynı ekonomi sistemidir.

Öte taraftan, toplumsal cinsiyete dayalı ücret eşitsizliği de kadın emeğini değersizleştirmektedir. Kadınların büyük çoğunluklu gıda üretiminde, çocuk doğurma ve yetiştirme ve yaşlı bakımında ve ev içi emekte gece gündüz çalıştığı halde herhangi bir gelire sahip olmadığı için en büyük işsiz ordusunu oluşturmaktadır. Kapitalizmin kadınları ağırlıklı olarak yeninden üretim işiyle görevlendirmektedir. Bu nedenle kadınlar “üretici emeği” dışında

kalmak yerine aileleri ayakta tutmaya çalışmaktadır. Bu süreç yalnızca kadınların kabiliyetlerini ve kapasitelerine ket vurmuyor; aynı zamanda yoksullaşmalarını da beraberinde getiriyor. Bu süreçten faydalanan sadece erkekler değil, yeniden üretimden en çok kâr eden sermayedir. Çalışan kadınlar ise ucuz iş gücü olarak konumlandırılmakta ve aynı işlerde çalıştıkları halde her zaman erkeklere göre daha düşük ücret almaktadırlar. Yok sayılan/emekten sayılmayan kadın emeği ve düşük ücret dolayısıyla kadınlar dünyanın en yoksul grubunu oluşturmaktadır.

Ayrıca, yeni savaşlar kadınları göçe maruz bırakarak gittikleri ülkelerde en güvencesiz işlerde çalışmalarına neden olurken sömürgeciliğin yeni biçimleri, bir taraftan toprağa dayalı üretimi yok ederek insanların kentlere doluşmasına yol açmakta diğer taraftan özelleştirme politikalarıyla milyonlarca kadının mülksüzleşmesine ve sisteme bağımlı hale getirmesine neden olmaktadır. Nitekim, “yeni cadı avları” özellikle genç erkeklerin “cadı aramak ve cezalandırmak için” (Federici, 2019) kırsal bölgelerde dolaşıp topraklarını satmak istemeyen yaşlı kadınları öldürerek topraklarına el koyması şeklinde kapitalizme hizmet eden bir kadın düşmanlığı pratiği olarak gerçekleşmektedir.

Sonuç olarak yoksulluk ve gelir dağılımındaki uçurum kapitalist krizin iki önemli sonucu olarak karşımızda durmaktadır. Nitekim, düşük ücretlerle değersizleştirilen ve ücretli emek dışındaki emeği yok sayılan kadın emeğine yeniden bir değer atfetme, kadınları bugün harekete geçiren iki önemli neden olmaktadır. Birçok sahnede ırkçılık, sömürgecilik ve cinsiyetçilikle kol kola yürüyen yoksulluk birçok toplumda ciddi bir öfkeye[18] yol açmaktadır. Son 20 yılda gördüğümüz gibi bu öfke sadece yoksul ve azınlık toplumlara ait kadınların bulunduğu yoksul ülkelerin veya gettoların sınırları içerisinde kalmıyor; bu öfke bu sınırlardan taşarak küresel itirazlarla buluşuyor.